21 Şubat 2020 Cuma

GEL GÖZÜM, SENİ GEZMEYE GÖTÜREYİM


Kafamda Fethiye’nin işaret fişeğini ateşleyen Pınar’ın daveti olmuştu. Babamın ardından çağırdığında yapamadım. Bir yıl sonra, doğum günüm yaklaşırken gel seninle Fethiye’ye gidelim dedim kendime.

Ve yüreğim hop etti. Hedef ile istek hizalandığında olduğu gibi.

Hep elimin altında, her dem de kafadar yol arkadaşıyla yola koyuldum. Kendi başıma.

Daha evin su vanasını kapamamla beynim ödül hormonlarının kapağını açtı. Kapıyı arkamdan kilitlememle de göçebe ruhum pırpır etmeye başladı.

Sen hiç yollardan geri kalma. Yelken ile rüzgar bu sana.

Yatağan cinnetiyle toz dumana boğulan güzel tırmanışla Muğla’ya çıktım. Ne il! Kendisi ne kadar özelliksizse ilçeleri o kadar sıra dışı. Ufak kafasından uzaklara açılmış, her birinin ucu başka bir harikaya dokunan uzun bacaklarıyla dağların ortasında bir örümcek gibi. Datça, Marmaris, Bodrum, Fethiye.



Derken Sakar Geçidi. Arabayı kenara çekip indim. Yükselişin tepe noktasından aşağı, Gökova’ya bakış alışılır gibi değil. Her seferinde sarhoş ediyor. Özene bezene hazırlanan heybetli bir kreşendoya denk. Müzik! Telefona uzandım. Marmaris’e taşınalı yıllardır görmediğim arkadaşımı aradım. Murat Köseoğlu’nu. Müziği de hayatı da alabildiğine ciddiye alan, hakkını vermeye odaklanan müzisyen arkadaşımı. Parçalı bulutların grili açıklı ışık akışını seyrederken şaşırttım onu. “Haydi gel, Günnücek orman parkında yürüyüş yaparak arayı kapatalım. Sonra kıyıda bir yerde otururuz” dedi.

Geçidi indim. Marmaris yönüne saptım ama.. yol artık o harika okaliptüs tünelinden geçmiyor, yana alınmış. Sakar’dan aşağı bakış bir, iki yanı okaliptüslü yol iki, buralardaki ruh tazeleme duraklarımdı.

Bulutlar sıklaşmış, arada bir iki damla attırıyorlardı ki Murat aradı. 20-25 km ötede adamakıllı yağmaktaymış, ormanda yürüyüş kaldı. Biz de “Senin seveceğin gibi” bir kahvede oturduk. Tavana kadar kitap dolu, güzel müzikli. Kaldığımız yerden sohbetimize döndük. Sohbeti ciğerlerimi açanlardandır Murat. Müzikten girdik, hayattan çıktık. İyi ki var böyleleri dediğim bir iki saatin ardından yola devam ettim.

Buraların ne kadar güzel olduğunu unutmuş muyum? Yollarla birlikte perspektiflerin de değişmesi mi her şeyi yeni bir tabakta sunuyor? Belki de güzelliği takdirin yaşadıkça derinleşmesiyle ilgilidir ama yoğunlaşan bir büyünün sarmalına girmiş gibiydim.



Köyceğiz tabelasından sapıverdim içeri. Dümdüz uzanıp giden taş parke yol, vaadini saklı tutuyordu. Ucunda kasabaya girdim. Arabayı bir arka sokakta bırakıp kıyıya yürüdüm. Karşılaştığım görüntüyle bir banka çöktüm. Yağmur geride kalmış, gökte kümülüsler salınıyor, usulca akışları olduğu gibi gölün sakin yüzeyinde yankılanıyor, suyu engin bir gökyüzü aynasına çeviriyordu.



Geniş bir kordon, kıyı boyu devam ediyor. Ara ara kahvelerin sahildeki masaları, bir yanı göl aynası, diğeri palmiyeler; komşusu, yolun öbür tarafında okaliptüslü yaban alanlar olan upuzun bir şerit. Gölün öte tarafındaki tepeler de uzayıp giden düzlüğün gidip dayandığı dağ yamaçlarıyla karşı karşıya.



Aklı baştan alan bir coğrafya bu. Turistsiz de. Tenha. Olanlar da telaşsız, rahat. Kitabını okuyan, sigarasını tellendiren, suların seyrine dalmış, hal hatır sorarak selamlaşan buralılar.

Kalkıp sazlıklarla sonlanan uca kadar yürüdüm.




Köprüyü geçip sazlığın arasına dalan toprak yola girdim. Bir anda bataklık curcunasının da içine. Sayısız kurbağanın vraklaması, onları göğe yükselten keskin kuş çığlıkları. Bataklığın yeşil kaymak bağlamış balçığında kaynayan yaşam.



Al sana müzik. Bunu da sesler bohçana at.



Islak toprağın her tonundan bir zeminin metrelerce boy atmış sazlar, sarı otlar halinde öbeklendiği çok çok sesli görüntünün ortasında tek tanrı kuluydum. Başım vahşi bir hazla döndü.



Köyceğiz “cittaslow” üyesi imiş. Nüfus, trafik, genel yaşam temposu bakımından belirli ölçütleri yerine getiren, insanca bir gelişim için zıvanadan çıkmamış bir tempo hedefleyen İtalyan kökenli bir dünya küçük yerleşim belediyeleri birliği ve hareketi. Temponu ruhuna göre seçme bilinci. Vesaire. Eh, etrafına biraz bak, git, bataklıktaki kurbağalara kulak ver, çık kafanın dışına, doğanın esinlediğini al, metronomun ruhunla uyumlu tempoya kendiliğinden gelir.



Kordonun diğer ucundaki kahve, lokanta ve barların camlarında yavaş yaşam hareketinin simgesi, kabuğunda kentler taşıyan salyangoz çıkartmaları.



*
Çam kaplı yamaçların eteklerinden, standart kasabaların içinden geçerek yola devam ederken kayalık tepeler her şeyden sıyrılarak görüş sahnemin orta yerine geliyordu. Bir kapayıp bir açan havada başları pusa bulanmış, yeşili külrengi bir ışıkta handiyse fosforlu bir canlılık kazanan, kütleselliği ve keskinliğiyle huşu uyandıran varlıklar.



Çanağındaki marinadan yelken direkleri ormanının yükseldiği avuç içi Göcek’i geçtim. Hiç görmemiştim ama merak duymadım. Tüneline daldım. 1 km ötede sıkı bir sağanağa çıktım. Silecekler soluk soluğa kaldı ama bir iki dakika sürmedi, ortalık yeniden süt liman oldu. Yeşilin tonlarını sayarken birden sağımda beliren görüntüyle yerimden sıçrayışımla dikiz aynasına bir bakış atıp direksiyonu toprak yola kırmam bir oldu. Aşağıda depremlerin, yer hareketlerinin oyup yükselttiği, adacıklar serpiştirdiği yeşil uçurumlu, lacivert denizli bir kıyı. (Katrancı Koyu imiş. Böyle bir yere öyle bir kasaba taciri adı.)





Akşamüzeriydi, Fethiye’ye yaklaşırken tarlalardan bir gökkuşağı belirdi. Topraktan lohusa şerbeti renkli bir buğu gibi yükseliyor, renklerini biraz yukarıda alıyordu. Alacakaranlığa kadar da sürdü. Adına gülerek seçtiğim Cennet Life oteline vardığımda, yerleşip marinaya yürürken hep orada, şimdi denizden, karşı Mendos’un karlı zirvesine doğru uzanıyordu. Teknelerini buraya çekmiş, ertesi gün denize açılacak Aytenlere gittiğimde alacalanan sudaki yansımaları seyretmeye birlikte devam ettik. Güneş batarken bastıran sağanakla içeri kaçtık. Tepemizde tıpır tıpır yağmur, loş ışıkta gülüşmeye devam ettik. Kökü karada, işi ile gücü denizde sevgili çocukluk arkadaşımı bir daha kim bilir ne zaman, nerede görürüm. Ne iyi denk düştü.



-devamı yarına

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder