Kafamda Fethiye’nin işaret fişeğini ateşleyen
Pınar’ın daveti olmuştu. Babamın ardından çağırdığında yapamadım. Bir yıl
sonra, doğum günüm yaklaşırken gel seninle Fethiye’ye gidelim dedim kendime.
Ve yüreğim hop etti. Hedef ile istek
hizalandığında olduğu gibi.
Hep elimin altında, her dem de kafadar yol
arkadaşıyla yola koyuldum. Kendi başıma.
Daha evin su vanasını kapamamla beynim ödül
hormonlarının kapağını açtı. Kapıyı arkamdan kilitlememle de göçebe ruhum
pırpır etmeye başladı.
Sen hiç yollardan geri kalma. Yelken ile rüzgar
bu sana.
Yatağan cinnetiyle toz dumana boğulan güzel
tırmanışla Muğla’ya çıktım. Ne il! Kendisi ne kadar özelliksizse ilçeleri o
kadar sıra dışı. Ufak kafasından uzaklara açılmış, her birinin ucu başka bir harikaya
dokunan uzun bacaklarıyla dağların ortasında bir örümcek gibi. Datça, Marmaris,
Bodrum, Fethiye.
Derken Sakar Geçidi. Arabayı kenara çekip
indim. Yükselişin tepe noktasından aşağı, Gökova’ya bakış alışılır gibi değil.
Her seferinde sarhoş ediyor. Özene bezene hazırlanan heybetli bir kreşendoya
denk. Müzik! Telefona uzandım. Marmaris’e taşınalı yıllardır görmediğim
arkadaşımı aradım. Murat Köseoğlu’nu. Müziği de hayatı da alabildiğine ciddiye
alan, hakkını vermeye odaklanan müzisyen arkadaşımı. Parçalı bulutların grili
açıklı ışık akışını seyrederken şaşırttım onu. “Haydi gel, Günnücek orman
parkında yürüyüş yaparak arayı kapatalım. Sonra kıyıda bir yerde otururuz” dedi.
Geçidi indim. Marmaris yönüne saptım ama.. yol
artık o harika okaliptüs tünelinden geçmiyor, yana alınmış. Sakar’dan aşağı
bakış bir, iki yanı okaliptüslü yol iki, buralardaki ruh tazeleme duraklarımdı.
Bulutlar sıklaşmış, arada bir iki damla
attırıyorlardı ki Murat aradı. 20-25 km ötede adamakıllı yağmaktaymış, ormanda
yürüyüş kaldı. Biz de “Senin seveceğin gibi” bir kahvede oturduk. Tavana kadar
kitap dolu, güzel müzikli. Kaldığımız yerden sohbetimize döndük. Sohbeti
ciğerlerimi açanlardandır Murat. Müzikten girdik, hayattan çıktık. İyi ki var
böyleleri dediğim bir iki saatin ardından yola devam ettim.
Buraların ne kadar güzel olduğunu unutmuş
muyum? Yollarla birlikte perspektiflerin de değişmesi mi her şeyi yeni bir
tabakta sunuyor? Belki de güzelliği takdirin yaşadıkça derinleşmesiyle
ilgilidir ama yoğunlaşan bir büyünün sarmalına girmiş gibiydim.
Köyceğiz tabelasından sapıverdim içeri. Dümdüz
uzanıp giden taş parke yol, vaadini saklı tutuyordu. Ucunda kasabaya girdim.
Arabayı bir arka sokakta bırakıp kıyıya yürüdüm. Karşılaştığım görüntüyle bir
banka çöktüm. Yağmur geride kalmış, gökte kümülüsler salınıyor, usulca akışları
olduğu gibi gölün sakin yüzeyinde yankılanıyor, suyu engin bir gökyüzü aynasına
çeviriyordu.
Geniş bir kordon, kıyı boyu devam ediyor. Ara
ara kahvelerin sahildeki masaları, bir yanı göl aynası, diğeri palmiyeler; komşusu,
yolun öbür tarafında okaliptüslü yaban alanlar olan upuzun bir şerit. Gölün öte
tarafındaki tepeler de uzayıp giden düzlüğün gidip dayandığı dağ yamaçlarıyla
karşı karşıya.
Aklı baştan alan bir coğrafya bu. Turistsiz de.
Tenha. Olanlar da telaşsız, rahat. Kitabını okuyan, sigarasını tellendiren,
suların seyrine dalmış, hal hatır sorarak selamlaşan buralılar.
Kalkıp sazlıklarla sonlanan uca kadar yürüdüm.
Köprüyü geçip sazlığın arasına dalan toprak
yola girdim. Bir anda bataklık curcunasının da içine. Sayısız kurbağanın vraklaması,
onları göğe yükselten keskin kuş çığlıkları. Bataklığın yeşil kaymak bağlamış
balçığında kaynayan yaşam.
Al sana müzik. Bunu da sesler bohçana at.
Islak toprağın her tonundan bir zeminin
metrelerce boy atmış sazlar, sarı otlar halinde öbeklendiği çok çok sesli
görüntünün ortasında tek tanrı kuluydum. Başım vahşi bir hazla döndü.
Köyceğiz “cittaslow” üyesi imiş. Nüfus, trafik,
genel yaşam temposu bakımından belirli ölçütleri yerine getiren, insanca bir
gelişim için zıvanadan çıkmamış bir tempo hedefleyen İtalyan kökenli bir dünya küçük
yerleşim belediyeleri birliği ve hareketi. Temponu ruhuna göre seçme bilinci.
Vesaire. Eh, etrafına biraz bak, git, bataklıktaki kurbağalara kulak ver, çık
kafanın dışına, doğanın esinlediğini al, metronomun ruhunla uyumlu tempoya
kendiliğinden gelir.
Kordonun diğer ucundaki kahve, lokanta ve
barların camlarında yavaş yaşam hareketinin simgesi, kabuğunda kentler taşıyan salyangoz
çıkartmaları.
*
Çam kaplı yamaçların eteklerinden, standart
kasabaların içinden geçerek yola devam ederken kayalık tepeler her şeyden
sıyrılarak görüş sahnemin orta yerine geliyordu. Bir kapayıp bir açan havada
başları pusa bulanmış, yeşili külrengi bir ışıkta handiyse fosforlu bir
canlılık kazanan, kütleselliği ve keskinliğiyle huşu uyandıran varlıklar.
Çanağındaki marinadan yelken direkleri
ormanının yükseldiği avuç içi Göcek’i geçtim. Hiç görmemiştim ama merak
duymadım. Tüneline daldım. 1 km ötede sıkı bir sağanağa çıktım. Silecekler
soluk soluğa kaldı ama bir iki dakika sürmedi, ortalık yeniden süt liman oldu.
Yeşilin tonlarını sayarken birden sağımda beliren görüntüyle yerimden sıçrayışımla
dikiz aynasına bir bakış atıp direksiyonu toprak yola kırmam bir oldu. Aşağıda
depremlerin, yer hareketlerinin oyup yükselttiği, adacıklar serpiştirdiği yeşil
uçurumlu, lacivert denizli bir kıyı. (Katrancı Koyu imiş. Böyle bir yere öyle
bir kasaba taciri adı.)
Akşamüzeriydi, Fethiye’ye yaklaşırken
tarlalardan bir gökkuşağı belirdi. Topraktan lohusa şerbeti renkli bir buğu
gibi yükseliyor, renklerini biraz yukarıda alıyordu. Alacakaranlığa kadar da
sürdü. Adına gülerek seçtiğim Cennet Life oteline vardığımda, yerleşip marinaya
yürürken hep orada, şimdi denizden, karşı Mendos’un karlı zirvesine doğru
uzanıyordu. Teknelerini buraya çekmiş, ertesi gün denize açılacak Aytenlere
gittiğimde alacalanan sudaki yansımaları seyretmeye birlikte devam ettik. Güneş
batarken bastıran sağanakla içeri kaçtık. Tepemizde tıpır tıpır yağmur, loş
ışıkta gülüşmeye devam ettik. Kökü karada, işi ile gücü denizde sevgili
çocukluk arkadaşımı bir daha kim bilir ne zaman, nerede görürüm. Ne iyi denk
düştü.
-devamı yarına
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder