4 Temmuz 2015 Cumartesi

KUZEYE


Vancouver’a. Irmağın karşı tarafındaki adaşına değil de Kanada’dakine. İnternetin başına oturduk, açtık bir de gezi rehberini, görmek istediklerimize eklenecek neler var, tarayıp ekleyip gerisini doğaçlamak üzere genel bir program çıkardık. Asıl amaç yolda olmak; yolu ilginç yerlerden geçirmeye baktık.

Biraz dışarıda kalan Katedral Köprüsünden (ilk kez geçiyordum, kemerleri gotik bir katedrali andıran bu köprüyü en hoşuma gidenlere ekledim) Portland’dan ayrıldık. Daha önce güneyine indiğimiz 101 no’lu manzaralı çevreyolunu bu kez kuzeye doğru tuttuk.

Eski bir sayfiye kasabası (Ayvalık) havalı liman kenti Astoria’da yemek molası verip şöyle bir yürüdük. Geçen yüzyıl başlarından kalma kültür mirası (eh, herkes bizim gibi mirasyedi değil) yapılara göz attık. Deli deli esen rüzgarda fok görür müyüz diye limana indik, yoktular.

Köprüler başlı başına bir başlık. Benzerini hiç görmediğim buradaki (6,6 km imiş), yüksekte duran çelik kafesli başı ve sonu dışında suyun hemen üzerinde epey bir mesafe kat ederek Columbia ırmağını aşıyor.



Öbür uçta Washington eyaletindeyiz. 101 buradan Olympic Yarımadasına daldı. Suyun solumuzdan sağımıza geçmesi harita mahrumu beyinlerimiz için şaşırtıcı olduysa da durumu çözmekte gecikmedik.

Güneş inişe geçmiş, eğik ışınlarını köknarların aralarından yarımadanın yer yer sazlık kıyılarına vuruyor, seyrek ahşap evleri, iskelelerini yatıştırıcı bir ışığa bulayıp yeşili, maviyi durulaştırıyor, zaten çok güzel olan bölgeye iç eriten bir ruh katıyordu.

Burası bir Kızılderili yerleşimi. (Böyle deyince Amerikalılar irkiliyor. Bugünkü münasip adları Amerikan Yerlisi. Daha yansız, eşitlikçi bir isim vermek iyi bir başlangıç. Ama ayrımcılık genel tavrın altında sürüp giderken armuda armut demek bana daha dürüst geliyor.) Kumarhaneler Las Vegas dışında yalnızca buralarda yasal. Birinin önünden geçerken bunun nasıl bir karar olduğunu yeniden düşündüm. Geriye kalanı daha da ufalayıcı.




Bir kutlamaları olmalı, sık sık da havai fişek tezgahları vardı. Böyle ormanlık bir bölgede tam anlamıyla ateşle oynamak. Yaşam ateşi sönmüşlere dışarıdan fer.

Virajdan viraja ışık-gölge değişimlerinden geçip akşamüzeri Port Angeles’a vardık. Yolu buradan feribotla kısaltma, çeşitleme fikri kadar adı da cezbetmişti. Melekler Limanı. Vasat ama servisi standart zincir otel Super 8’e giriş yapıp saat 10’a kadar kararmak bilmeyen havanın tadını dışarıda çıkardık. Tepelerin mürdüm morunda gözüm kaldı.

*
Ertesi sabahın körü bu kez şafak ışığıyla morun başka tonuydular. Limana inip feribotu beklerken cadde boyu yürüdüm. Kaldırımlara serpiştirilen paslı kadın heykellerini (güzeldiler) izlediğimde Port Angeles Senfoni Orkestrası yazılı ahşap bir binaya rastladım. Bir hoş oldum.

Feribot limandan yeni çıkmıştı ki kat kat siluetleşen kıyılar gözler önüne serildi. Lacivert sulara ondan ayrı bir görsel gerçeklik. Bir buçukluk saatlik yolculuğun ortalarında siluet kıyılar, nöbeti Britanya Kolumbiyasındakilere devretti. Sekmeyen bir süreklilik. Bunu bütün hayvanlar, hepimiz yapıyor, alanlarımızı işaretleyip sınırlıyoruz ama yeryüzü açısından ne anlamsız iş! (Bu yolculuk boyunca kendimi Amerika’da, şurada burada değil, sadece dünyada hissettiğimin farkına sonlara doğru vardım.)

Victoria’da inip gümrükten geçer geçmez şehri akşama bıraktık, adanın içlerine doğru yola koyulduk. Ada derken, Pasifik’in Yeni Zelanda’nın doğusundaki en büyüğü. Bir ucundaki Victoria’dan ortalarında bile olmayan (ve dev dalgaların seyri vaadiyle görmeyi istediğim) Tofino’ya gidiş 5 saat sürüyormuş. Çok fazla. Tofino’dan vazgeçtik ama onu da içine alan Pacific Rim ulusal parkında okyanus boyunca gidebildiğimiz kadar gidelim dedik. Ormanlık, güzel bir yoldu ama Oregon bizi şımartmış. Oradaki gibi, yeşilin suya set çekmediği, bir yandan kıyının seyredildiği bir yol bekleyip bulamadık. Yol daha da içlere girdikçe dile getirmediğimiz hayal kırıklığı (olmasa da çatlağı) belirginleşti. Hava da kapıyordu. French Beach tabelası gördüğümüz bir yerde kıyıya saptık. Kumsal varsa deniz de vardır. Ormanı geçip sahile indiğimizde buz gibi bir rüzgar suratlarımıza patladı. Geniş bir koyda kurşun rengi deniz. Kıyı boyu devrilip sürüklenmiş ağaç gövdeleriyle kaplı çakıllı plaj. Soğuğa hiç aldırmadan oyunlarına devam eden çocuklarla yürüyüşe çıkmış birkaç kişi dışında da kimse.




Bizden bu kadar Pasifik Kıyısı deyip çark ettik. Victoria onsuz olmaz dedikleri, kentin dışındaki Butchart Bahçelerini atlayıp (tüm gezi botanikken dahasına 30 Dolar vermek fazla geldi) aynı yol üzerindeki Kelebek Bahçesine gittik. İyiydi. İçerinin nemli sıcağına girdiğimiz an irice bir tanesi gelip Dileğin omzuna kondu. Aralarda buhar püskürtülen tropikal bitkiler sisleniyor, türlü çeşitli kelebek oradan oraya uçuyor, havuzda turuncusu iyi bakımdan kızıllaşmış iki flamingo, kırmızı ayaklı su kaplumbağaları önünde afişlik pozlar veriyor, Amazon papağanlarından biri ziyaretçilerle al takke ver külah yarenlik ederken diğeri yüksek dallardan aşağı fırça atıyordu.




Victoria’ya dönüp biraz dışarıdaki, yine bildik bir otel zincirinden Red Lion’a arabayı bıraktık. Yabancılığımızı, yol gösterilme ihtiyacımızı bıkkın bir ilgisizlikle karşılayan şoförün homurdandığı usulüyle ücretini ödeyip otobüsle şehir merkezine indik.

Çin Mahallesini bulduk. Boştu. Portland, Victoria ve Vancouver’da bu mahalleler tipik kırmızı takları, bir iki lokanta ve dükkanla temsil ediliyor, arkası pek yok.

Victoria’nın İstiklal Caddesi Government Street’e geçip aşağı, limana yürüdük. Sömürge döneminden yapıların yoğun olduğu, şık dükkanlar, kafeler, lokantalarla gösterişli. Tarihi, güzel bir şehir Victoria. Ama buranın da dokusu modern, yavan, yüksek bloklarla sulanıp dönüşmekte görünüyor. Görkemli Empress Otelin önünden limana inerken Turizm Ofisine girdim. Kafa karıştırıcı adalar turunu nasıl yapabileceğimiz konusunda biraz bilgi istiyordum ama geldiğimiz otobüsün şoförü tavırlı memurlar selamı bile esirgedi. Yeterince bekleyip çıktım. Bu ülkede müşteri memnuniyeti kavramı olmadığı gözlemi belki de doğruydu.




Liman deniz uçakları, teneke oyuncak tekne biçimli ufak sarı deniz taksileri, adalar arası gidip gelen tekneler, kaldırım sanatçıları, piyasa edenlerle sempatik, renkli. Diğer yanında, ihtişamda Empress Otelle yarışan hükümet binası. Önünde Kraliçe Victoria’nın kara heykeli. (Nedense birden, gece geldiğinde rollerinden ve zırh gibi giysileri, sıkı korsesinden soyunup gut, safra kesesi, daha kim bilir ne ağrılardan mustarip fani bedeni, çatışmalarını belki kendinden bile sakladığı ruhu ile pazen geceliğine döner canlandı gözümde.) Yanında da topraklarının iç edilmesine imparatoriçelik yaptığı yerlilerin ahşap totemleri. Kızılderili’ye Amerikan Yerlisi demenin başka bir biçimi. Bronza karşı tahta. Siyaha karşı renk. Sirke ve zeytinyağ.

Yürüyüşün başında hoşumuza giden Bard & Banker’a döndük. Tarihi bir köşe binada loş, hareketli, eskiliği insana hikayeler yazdıran zengin atmosferli bir bar-restoran. (Nitekim, içtiğimiz şarabı bir şahsiyet olarak tasavvur edip ona ayrıntılandıkça ayrıntılanan bir karakter biçmekte gecikmedik.) Tevekkeli değil, bir maceraperest ve sonradan ozan ile bankacı olmuş Robert Service adında bir İskoçya göçmeninden esinlenmiş. Artık iyiden iyiye insanlaşmış şarabımızın sonunu onun şerefine kaldırdık.

*
Victoria iyiydi ama yeterdi. Rezervasyonun ikinci gecesini iptal edip Nanaimo’ya doğru otelden ve şehirden ayrıldık.

Yol boyu karşılaştığımız, Türkçe benzeri ya da olduğu gibi karşılığı olan bir yığın yer vb isminden (Ediz, Seda, Elma, Kıro –bu yerel bir tv kanalıydı, logosu da neredeyse tıpkı Kanal 7’ninki) Malahat adlı dağa vurduk. Tepelerde bir seyir terasından alçala yüksele denize yayılmış kara parçalarının dalga dalga mavi (birinin başı karlı) siluetlerini seyrettik. Uzun bir tabelada neyin neresi olduğu işaretlenmişti. Kısmen ABD toprağı bir silsile.

Sayısız totemiyle ünlü Duncan şehrini totemlere camdan bakıp inmeden geçtik. Nedense ilgimi çekemediler. Sıkıntılı bir kayıtsızlıktan ötesini duymadım. Ayrı fasıl.

Yolun devamında Cowichan Bay, kartpostal havada iyice coşan canlı renkleri, tipik balıkçı kasabası yapıları, tekneler ve koyun resimsiliğiyle fotograf iştahına bol malzeme sunuyordu.




Sonra kıyıda başka bir kasaba. Chemainus. (Yarık Göğüs. Adı bir şamandan gelmiş.) Rehberde onlarca duvar resmiyle görülmeye değer yerler arasında geçiyordu.

49. Paralel Bakkaliyesinin önünde park edip ticari limanla başladık. Nakledilecek keresteler geniş bir şerit halinde yüzdükleri suda sıralarını beklerken ilk duvar resimlerini gördük. Bir ailenin hikayesi. Ama asıl yoğunlaşmaları yerleşimin meydanındaymış. Yerin duvarlar boyu tarihi, insanlar, öne çıkmış figürler, olaylar, faaliyet. Beyaz tenteler, köşede kendi halinde bir gitaristle ufak da bir pazar kurulmuştu. Her şey ufak. Ve sevimli. Gördüğüm en küçük istasyon binası. Gişedeki hanımın güneşli bir gülücükle karşılayıp milliyetimi öğrenince Türkçe tarihçe uzattığı müzecik. (1. Demek buna gerek duyuracak kadar Türk buraya da geliyor. 2. Gayet dostane bir davranış. 3. Metin Google’a çevriltilmişti. Editörlüğünü Dilek yapıp içinden çıkılır hale getirdi.)



Duvar resimleri iyi fikirmiş. Gezi rehberlerine girecek bir turizm atraksiyonu. Sonuç da vermiş görünüyor.

Gözümüz şenlenmiş, McMillan Provincial Park’ın yolunu tuttuk. Sıra, oturaklılığıyla huşu uyandıran doğanındı yeniden. Köknarlı yamaçlar boyu kıvrılarak giderken yüksek, ulu ağaçlarla kaplı dik bir tepenin dosdoğru göle inişiyle burun buruna gelip afalladık. Şaşırtıcı devingenlikte bir görüntü. Gölün (Cameron imiş adı) kıyısına indik. Suyu buralılar için girilebilir sıcaklıktaydı. Giriliyormuş da zaten. Ve laplacivert.

McMillan Parkın özel bir bölümü olan Cathedral Grove’a artık hazırdık. Burası en yaşlısı 800 yıllık ağaçların göğü tuttuğu bir koru. 350 yıl önce çıkan büyük yangından kalanlar dört küsur asırdır ayakta. Birkaç insanın kucaklayabileceği gövdeleri, Pizza Kulesinden uzun boylarıyla günışığı azalarak yeri buluyor. Koyu yeşil kuytuluklarında, eğreltiotundan hallice görünen cüssesiyle insana kalan, haddini hatırlamak.

Yangın ve yakın bir geçmişte de bir kasırga çoğunu götürmüş ama daha önce ışık alamayan diğer bitkilerle yeni filizlere yer açmış. Tazelenip çeşitlenen koruya yeşilin türlü tonunu katmış. Çürüme toprağı zenginleştirmiş. Döngünün parçası mikroskopik mahlukları beslemiş. Devrilen gövdeler üzerinde filizler boy vermiş. Ölüm-doğum iç içe, göz önünde. İnsan zihninin araya girip özünü bulandırmadığı bir hakiki Katedral!




Ertesi gün feribotla Vancouver’a geçeceğimiz Nanaimo. Doyurucu bir günün hoşnutluğuyla daha bir alımlı görünüyor. Otele (bu kez bir Howard Johnson) yürüme mesafesinde park içindeki yat ve deniz uçağı limanını gördük sadece gerçi. Victoria’daki, eski dokuya karışmış yüksek bloklar burada da boy göstermekte ama ufukta başka kıyıların gölgeleriyle alacakaranlıkta renkten renge giren (bu arada o yüzsüz blokların, ahşap binalı deniz feneri vb’nin duru suda nefis yansımalarını sunan) koyu ile pek hoş. Sonradan öğrendim, Diana Krall’un da memleketiymiş.




Gök artık sadece kızıl; o, parkın eski biçim lambalarının sarı ışıklar patlattığı tuvalde ağaçların kara gölgelerine karışmadan, birer gece 11 kahvesi ile günü bitiriyoruz.




*
Feribottan inip Lions Gate köprüsünden geçmemizle devasa bir alana yayılan Stanley Park’a dalmamız bir oldu. Sabahın körü yola koyulmuşuz, kendimize doğada gelelim bir hele, kenti öyle dolaşırız dedik. İyi de etmişiz.

Stanley Park kilometrelerce kordonuyla içlere uzanan gerçek bir orman. Yüzlerce yıllık ağaçlar. Alt alta, iç içe topraktan pay kapmaya bakan bin bir bitki türünün sık örtüsü. Aralarını dolanan patikalar. Cep cep çimenlik açıklıklar. Koyun (ya da kanalın, bilemiyorum; ta Seattle’a dek bütün bölge, coğrafyada benden daha iyi olanların bile kafasını karıştıracak kadar girift. Neresi deniz, neresi göl, boğaz, ırmak, ada, yarımada, anlaşılmıyor) karşısı, çorakça tepelerin dibinde, kıyıda hizalanan yüksek yapılarıyla Vancouver.

Arabayı millerce uzayıp şehrin dışına çıkan Hastings Caddesindeki otelimize bırakıp halka karıştık, ters yöndeki şehir merkezine otobüsle döndük.

Kalabalık otobüs Vancouver demografisinin temsiliydi. Başka şeylerin de.. Ayaktaki yolculardan birine gözüm takıldı. Dökük dişleriyle anlaşılmaz bir şeyler geveleyip ağız dolusu gülen melez bir adam. Demeye kalmadı, önündekinin inerken düşürdüğü kırmızı cüzdanı kaşla göz arası elindeki pakete atıveren başka birini gördüm. İnen binenlerin karamboluna karıştığı gibi onun da inişini ağzım açık seyrederken Dilek hayretler içinde “Gördün mü?” dedi. Tam o sıra o da kaldırımda dikilen birinin alenen şırıngayı koluna vurduğunu görmüş.

Uzun Hastings Caddesinin downtown bölümünde ineceğimiz durağa çulunu kaldırıma sermiş berduşların önünden geçerek geldik. Yan yana kirli yaygılar, üzerine kıvrılmış, bir şeyler mi sattıkları, önlerindekinin bütün mal mülkleri mi olduğu, dilendikleri mi, yoksa sadece orada öylece var mı kaldıkları anlaşılmayan, saç sakal, kir pas insanların ürkünç geçidi.

Vancouver denince gözümde canlanan akça pakça, düzenli, neredeyse steril şehir imgesi tuzla buz oldu.

İnip yürümeye başladık. Tren istasyonu, liman, Çin Mahallesi, rehberlerin görüle! dediği Gastown. O kalabalıkta adım başı kendi kendine konuşan, bağırıp çağıran, tekerlekli sandalyede, döküntü yürüteçlerde, banklarda oturup dikilen, benzerleriyle gruplaşmış insanlar suratımıza sıklaşan tokatlar gibi çarpıyordu. İnsanlıktan geri kalanlar. İnsan döküntüleri. Deforme, acayip, dökük dişleri, üzerlerindeki paçavralar, başka gerçekliklerden dökülen tavırlarıyla insanlığın dibine vurmuş gibiydiler. Vebanın, frenginin kasıp kavurduğu bir Ortaçağ kasabası gibi! dedik. Karanlık, umutsuz, öfkeli ya da taş kesmiş. Akça pakça sandığım Vancouver’ın cehennemin dibine açılmış ağzı.

O kadar çoktular ki artık eli yüzü düzgünler, tuzu kuru görünenler dikkat çekiyordu.

Bu kadar yeter deyip atladığımız otobüsle geri dönerken devamını gördük. Biri elindeki elektrikli süpürge hortumuyla otobüse saldırdı. Kim bilir hangi yel değirmeni niyetine. Hortumu bir gerçeklikten başka birinin kalbine saplar gibi.

Bütün bunun üzerine söyleyeceğim, Vancouver’ı sevmedim olamadı yine de. Sevmenin-sevmemenin ötesine geçen bir şiddet, yoğunluk algıladım. Acının, kopuşun iliğine uzanan dipsiz, keskin bir anlatı.

Amerikan kentlerinin beyaz yüzü bana sıradan, yavan görünüyordu. Yaşanabilir bir aralıkta tekrarlanan öykülerin üzeri ehlileştirilmiş bir örtüyle örtülmüş gibi. Evsizlerin, dışlanmışların öyküleri bir kenarda, kendi köşelerinde. Vancouver’da ise o düzgün örtüyü boydan boya yırtıyorlar. Şehir örtülenin değil, açık edilenin hikayelerini bağırdı. Burada zaman geçirmenin anlatacak, anlaşılmaya çalışılacak çok şeyi olduğunu düşündüm. İstanbul gibi biraz.

*
https://plus.google.com/photos/118198168542066911108/albums/6162895147407659425?banner=pwa

ve

https://plus.google.com/photos/118198168542066911108/albums/6162897447353585569?banner=pwa


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder