Su, sesleri yansıtıyor ama sudakiler de fazladan
bağırtkan. Çakılları dövüp şakırdatan, hışırtısı sakinken bile eksik olmayan
denize karşı herhalde. Sadece sesinden değil. Belki deniz, başka şeylerle
bölünmemiş büyük tuvalinde içindekilere kendilerini diğerlerinden pek kopuk
hissettirdiği için de: Bir torbadan saçılan tek tek kelimeler gibiler. Denizin
satırsız yüzeyi, anlamlı cümleler halinde bir araya gelmelerine elvermeyen
dağıtıcı, yutucu bir fon.
Böylece bağırıyorlar. Yarım metre ötedekilere, daha
uzaktakilere. Ve durmadan birilerini bir şeylere çağırıyorlar. Atlamaya,
yüzmeye, suya girmeye, sudan çıkmaya. Dört duvardan aksetmesine alışık
oldukları sesleri birkaç günlüğüne açık havaya salınmış, yiten yankının yerine
hacmi koyarak.
Ya da belki yüksek ses, dokunma kültürünün işitsel
uzantısıdır. Sırta şaplak, kola giriverme, konuşurken dürtüp durma veya yanağa,
enseye inen tokat gibi.
*
Çağrılan (duymazdan gelindiği için inatçı bir duvara sonu
gelmez darbelerle çakılan beton çivisi misali tekrar tekrar tekrar çağrılan)
isimler.
Bektaş. Bektaş. Bektaaş!
Alikan
Enes
Emir Ali
Alperen
Göktuğ
Ve şu anki:
Çağrııı!
Tiz, pes, cırtlak, haykıran, yalvaran, yakınan ısrarlı
sesler.
Ana babasının (nedense yüzde doksan babasının) dikkatini
çekmeye çalışan çocuklar. Çocuklarına yapmak istemediklerini yaptırmaya çalışan
ana baba.
Sevinçlerini, hayret ve takdirlerini, sevgi ve
kızgınlıklarını aynı iki kelimeyle ifade ederek ses çokluğunu çok eğlenmekle
eşitleyen kalabalık “a..na koyiim”ciler.
Dinliyorum. Denizi. İçindekileri. Dışındakileri. Uzanıp
gözlerimi güneşe karşı kıstığım yerden. Suda. Uzaklaşırken. İnsan seslerinin
arkada kaldığı ses duvarını aştığım açıklarda artık sadece gırtlaksız sesleri.
Hep dinliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder