10 Eylül 2013 Salı

FRAGMAN

Bir isteğinin (iri ya da ufak) dirençle karşılaşmasıyla savaş açtığın zamanları düşün.
Altında “Bu benim hakkım!” varsayımı yok mu? “Sen yoluma engel oluyorsun. Oysa senden beklediğim beni, haklılığımı pekiştirmen! Ya böyle ol ya olma.”

Savaş! Açıyorsun ama karşındakinin beklediğin yanıtına sonuna kadar bağlı-bağımlı olmanın öfkesi, zayıflığıyla. Bu seni eritiyor. Sıcak çaya batırılmış bisküvi gibi yapıyor. (Zaten dilinde de hiç sevmezsin o dokuyu, dokunuşu.) Sen nerede bitiyorsun, çay nerede başlıyor? Bu hale kendini sokan sensin ama öfken görünürde karşındakine. Bunca şeyle yüklenmiş talebin de sıkı bir ağ olup kafana geçiyor. Debeleniyorsun.

Ayrıl. Bir adım öteye çekil. Pervaneyi aç, yüreğini serinlet. Bas debriyaja. Tepkinle hareket etme. Gör. Mangalda kül bırakmayan güçsüz bir saldırgansın bu durumda. Şimdi yeniden bak. Attığın, atmak istediğin adım dirençle karşılanıyor. Olur a. Karşındaki belli ki senin gibi bakmıyor. Bu da onun yaklaşımı. Bırak, nasılsa öyle olsun. Talebini hak-görev yüklemlerinden sıyır. Bir şey istiyorsun. Neyse, nedense anlat. Böyle anlatırsan (ancak o zaman) iletebilirsin. Pazarlık başlar. Bir noktaya gelinir. Yoğun duygularla güçlenen bir güçsüzlüğün yıkıcı etkisi yaşanmamış olur. Gözün, gönlün kararmamış. Bırak, karşındaki nasıl olacaksa olsun. Unutma, onu serbest bırakmak kendini de özgür tutmak demek.

İsteklerin bu şekilde kendilerinden ibaret oldukça (üstlerine örtülü başka, derin talepler bindirilmedikçe) adımların hafif, tavrın kucaklayıcı olmuyor mu?

Hangisi daha iyi bir duygu veriyor?

Kendi kendini yiyen çaresiz bir öfkeyle gözü dönmüş, dövdüğü yeri oyan mı?
Yalınlaştıkça özgürleşen, ilgiye, anlayışa, sevgiye bolca yer açan mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder