Bir isteğinin (iri ya da ufak) dirençle karşılaşmasıyla
savaş açtığın zamanları düşün.
Altında “Bu benim hakkım!” varsayımı yok mu? “Sen yoluma
engel oluyorsun. Oysa senden beklediğim beni, haklılığımı pekiştirmen! Ya böyle
ol ya olma.”
Savaş! Açıyorsun ama karşındakinin beklediğin yanıtına
sonuna kadar bağlı-bağımlı olmanın öfkesi, zayıflığıyla. Bu seni eritiyor.
Sıcak çaya batırılmış bisküvi gibi yapıyor. (Zaten dilinde de hiç sevmezsin o
dokuyu, dokunuşu.) Sen nerede bitiyorsun, çay nerede başlıyor? Bu hale kendini
sokan sensin ama öfken görünürde karşındakine. Bunca şeyle yüklenmiş talebin de
sıkı bir ağ olup kafana geçiyor. Debeleniyorsun.
Ayrıl. Bir adım öteye çekil. Pervaneyi aç, yüreğini
serinlet. Bas debriyaja. Tepkinle hareket etme. Gör. Mangalda kül bırakmayan
güçsüz bir saldırgansın bu durumda. Şimdi yeniden bak. Attığın, atmak istediğin
adım dirençle karşılanıyor. Olur a. Karşındaki belli ki senin gibi bakmıyor. Bu
da onun yaklaşımı. Bırak, nasılsa öyle olsun. Talebini hak-görev yüklemlerinden
sıyır. Bir şey istiyorsun. Neyse, nedense anlat. Böyle anlatırsan (ancak o
zaman) iletebilirsin. Pazarlık başlar. Bir noktaya gelinir. Yoğun duygularla
güçlenen bir güçsüzlüğün yıkıcı etkisi yaşanmamış olur. Gözün, gönlün
kararmamış. Bırak, karşındaki nasıl olacaksa olsun. Unutma, onu serbest
bırakmak kendini de özgür tutmak demek.
İsteklerin bu şekilde kendilerinden ibaret oldukça
(üstlerine örtülü başka, derin talepler bindirilmedikçe) adımların hafif,
tavrın kucaklayıcı olmuyor mu?
Hangisi daha iyi bir duygu veriyor?
Kendi kendini yiyen çaresiz bir öfkeyle gözü dönmüş,
dövdüğü yeri oyan mı?
Yalınlaştıkça özgürleşen, ilgiye, anlayışa, sevgiye bolca
yer açan mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder