Eski dağ yolunda yürürken deniz üzerinde şekilden şekle
giren bulutlardan. Aralarını dolduran ızgara biçimliler, bulut alfabesini
bilene uyarıydı:
“Fırtına kapıda!”
Birkaç saat sonra, öğleyin kıyamet koptu. Rüzgar,
sağanak. Kesilen elektrik. Güney güzüne hoş geldiniz.
Öğleden sonra yağış kesildi, bir temiz yıkanmış
atmosferde bulutlar açıldı. Som güneş ortaya çıktı. Rüzgarsa güçlenerek sürdü.
Bayıldığım bileşim. Güneşli fırtına.
Kardeşim hadi denize, dedi. Parlayan gözlerinde batı koyu
açıklarında oluşan kaba dalgayla oynaşma, dans beklentisi.
Onun aklı terk etme eşiği bu. Rüzgar ve su. Ne kadar iyi
tanırsa tanısın (akıntıyı, sığlıkları, kayalıkları) deniz denizdir.
Hırçınlaştığında şansı zorlamamalı. Ama işte Sirenlerin çağrısına koştuğu vakit
tam da o zaman.
Benden paso deyip kendi eşiğimden geçtim. Daha kuru ama
çekiminde hiç de ondan aşağı kalmayan bir çağrıyla kameralarımı aldığım gibi
rüzgarın peşine düştüm. Olanca şiddetiyle denizden gelen batı rüzgarını yanıma
alıp yelpazeleri gövdeden koparcasına geriye savrulan palmiyelerin önünden
ayakta zor durarak yürüdüm. Bacaklarımı iğne uçları gibi dalayan kum ve kaç
metre öteden gelen su zerrecikleri püskürtüsü içinden koyun karşı koluna
geçtim.
Rüzgar.
Evden, kapıdan çıkıp kopup gitmenin çağrısı. Alışılmışı,
bilineni geride bırakmanın. Kendini doğurgan, kaotik, belirsiz bir vahşiliğe
salmanın. Silkelenmenin, çalkalanmanın. Çapalanan toprak gibi tersyüz olup
hareketlenirken arınmanın.
Havayla olandan da ibaret değil. Herhangi bir şey Rüzgar
olup onun yaptığını edebilir. Yolculuk, sanat, düşünce, hissediş, algı.
İlişkiler.
Ama şimdi onun temel haliyleydim. Kuvvetiyle göğüs göğse,
yan yana, çabam ayakta kalmaya yoğunlaşmış. Aklım, onun hışımla aralarında
dolandığı, çıkardığı türlü sesleri birbirine katarak hepsinin fonu olan
hışırtılı uğultuya döşediği dallar, yapraklar gibi çalkantılı.
Düşünceyi savrulmaya bıraktım –bırakmayıp ne yapacaktım?
Rüzgarda düşünülmez. Yaşanır. Işıl ışıl güneşle eşsiz bir canlılık bulan
renkler, kontrastlarla kendimden geçmiş, kafamdan geriye kala kala fotografçı
içgüdüleri kalmış, kamerayı olabildiğince hareketsiz tutmaya çalışıp fırtınayı
çekerek yürüdüm.
Neden sonra koy içinde koy olan Korsan Koyuna indiğimde
kulağıma bir ıslık çalınır gibi oldu. Yanılıyorumdur dedim. Bu kıyamette benden
başka tanrı kulu yok ki. Islığı ismim eklenerek yükselen bir haykırış
izlediğinde etrafı taradım. Sahibini en son baktığım yerde, suda gördüm. Kardeşim!
“Geri dönemiyorum. Bana Gazze Şeridinden havlumla
terliklerimi getirebilir misin?”
Gelgitle birleşen batı rüzgarının ancak bu sabah mühendis
kafasıyla çözdüğü özel etkisiyle açıklara sürüklenerek dalgalarla epey
cebelleşmiş. Kayalıklara savrulmaktan zor bela kurtulup koya sığınabilmiş.
Karaya oradan çıkıp taşlı dikenli yoldan yürüyerek dönecekmiş.
Koyun karşı ucundaki, Gazze Şeridi adını verdiğim
sevimsiz sığlığa gidip eşyalarını topladım, geri götürdüm. Bu mutlu tesadüf
olmasa birkaç günlüğüne haşat olacak ayaklarının (ondan evvel tabii canının) kurtulmasına
sevinerek eve döndüğümüzde babamı hız kesmeyen rüzgarda veranda tavanının
kabarıp dökülen badanasını fırçayla kazımak gibi anlamlı bir işin başında
bulduk.
İkimizi de merak etmiş. Gazze Şeridinde havlusunu
göremediği kardeşimin daha güvenli bir yerden denize girdiğini düşünüp
rahatlamış. Benim de fotograf aşkına kayalıklardan filan yuvarlanmamam için dua
ederken şu badana kazıma işini bari aradan çıkarmak istemiş.
Nicedir içtiğimiz en lezzetli akşam çayının başında “Yani
oğlum, yapılacak iş değildi seninki” dedi esefle. Hemen ardından kendi deniz
maceralarının ilkini anlattı. Hayatında dümen tutmamışken bir arkadaşının ufak
yelkenlisine izinsiz ve tek başına atlayıverdiği gibi akıntıya kapılıp kendini
Hayırsız ada açıklarında bulduğu, irice bir balıkçı teknesince kurtarıldığı.
Eh, dedim, böyle babaya böyle çocuklar!
Başını önüne eğdi, sustu.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder