18 Eylül 2013 Çarşamba

ÜÇ ÇILGIN

Geleceği sabahtan belliydi.





Eski dağ yolunda yürürken deniz üzerinde şekilden şekle giren bulutlardan. Aralarını dolduran ızgara biçimliler, bulut alfabesini bilene uyarıydı:

“Fırtına kapıda!”

Birkaç saat sonra, öğleyin kıyamet koptu. Rüzgar, sağanak. Kesilen elektrik. Güney güzüne hoş geldiniz.

Öğleden sonra yağış kesildi, bir temiz yıkanmış atmosferde bulutlar açıldı. Som güneş ortaya çıktı. Rüzgarsa güçlenerek sürdü.

Bayıldığım bileşim. Güneşli fırtına.

Kardeşim hadi denize, dedi. Parlayan gözlerinde batı koyu açıklarında oluşan kaba dalgayla oynaşma, dans beklentisi.

Onun aklı terk etme eşiği bu. Rüzgar ve su. Ne kadar iyi tanırsa tanısın (akıntıyı, sığlıkları, kayalıkları) deniz denizdir. Hırçınlaştığında şansı zorlamamalı. Ama işte Sirenlerin çağrısına koştuğu vakit tam da o zaman.

Benden paso deyip kendi eşiğimden geçtim. Daha kuru ama çekiminde hiç de ondan aşağı kalmayan bir çağrıyla kameralarımı aldığım gibi rüzgarın peşine düştüm. Olanca şiddetiyle denizden gelen batı rüzgarını yanıma alıp yelpazeleri gövdeden koparcasına geriye savrulan palmiyelerin önünden ayakta zor durarak yürüdüm. Bacaklarımı iğne uçları gibi dalayan kum ve kaç metre öteden gelen su zerrecikleri püskürtüsü içinden koyun karşı koluna geçtim.

Rüzgar.


Evden, kapıdan çıkıp kopup gitmenin çağrısı. Alışılmışı, bilineni geride bırakmanın. Kendini doğurgan, kaotik, belirsiz bir vahşiliğe salmanın. Silkelenmenin, çalkalanmanın. Çapalanan toprak gibi tersyüz olup hareketlenirken arınmanın.

Havayla olandan da ibaret değil. Herhangi bir şey Rüzgar olup onun yaptığını edebilir. Yolculuk, sanat, düşünce, hissediş, algı. İlişkiler.

Ama şimdi onun temel haliyleydim. Kuvvetiyle göğüs göğse, yan yana, çabam ayakta kalmaya yoğunlaşmış. Aklım, onun hışımla aralarında dolandığı, çıkardığı türlü sesleri birbirine katarak hepsinin fonu olan hışırtılı uğultuya döşediği dallar, yapraklar gibi çalkantılı.

Düşünceyi savrulmaya bıraktım –bırakmayıp ne yapacaktım? Rüzgarda düşünülmez. Yaşanır. Işıl ışıl güneşle eşsiz bir canlılık bulan renkler, kontrastlarla kendimden geçmiş, kafamdan geriye kala kala fotografçı içgüdüleri kalmış, kamerayı olabildiğince hareketsiz tutmaya çalışıp fırtınayı çekerek yürüdüm.


Neden sonra koy içinde koy olan Korsan Koyuna indiğimde kulağıma bir ıslık çalınır gibi oldu. Yanılıyorumdur dedim. Bu kıyamette benden başka tanrı kulu yok ki. Islığı ismim eklenerek yükselen bir haykırış izlediğinde etrafı taradım. Sahibini en son baktığım yerde, suda gördüm. Kardeşim!

“Geri dönemiyorum. Bana Gazze Şeridinden havlumla terliklerimi getirebilir misin?”

Gelgitle birleşen batı rüzgarının ancak bu sabah mühendis kafasıyla çözdüğü özel etkisiyle açıklara sürüklenerek dalgalarla epey cebelleşmiş. Kayalıklara savrulmaktan zor bela kurtulup koya sığınabilmiş. Karaya oradan çıkıp taşlı dikenli yoldan yürüyerek dönecekmiş.


Koyun karşı ucundaki, Gazze Şeridi adını verdiğim sevimsiz sığlığa gidip eşyalarını topladım, geri götürdüm. Bu mutlu tesadüf olmasa birkaç günlüğüne haşat olacak ayaklarının (ondan evvel tabii canının) kurtulmasına sevinerek eve döndüğümüzde babamı hız kesmeyen rüzgarda veranda tavanının kabarıp dökülen badanasını fırçayla kazımak gibi anlamlı bir işin başında bulduk.

İkimizi de merak etmiş. Gazze Şeridinde havlusunu göremediği kardeşimin daha güvenli bir yerden denize girdiğini düşünüp rahatlamış. Benim de fotograf aşkına kayalıklardan filan yuvarlanmamam için dua ederken şu badana kazıma işini bari aradan çıkarmak istemiş.




Nicedir içtiğimiz en lezzetli akşam çayının başında “Yani oğlum, yapılacak iş değildi seninki” dedi esefle. Hemen ardından kendi deniz maceralarının ilkini anlattı. Hayatında dümen tutmamışken bir arkadaşının ufak yelkenlisine izinsiz ve tek başına atlayıverdiği gibi akıntıya kapılıp kendini Hayırsız ada açıklarında bulduğu, irice bir balıkçı teknesince kurtarıldığı.

Eh, dedim, böyle babaya böyle çocuklar!


Başını önüne eğdi, sustu.

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder