Yedi ay sonra İstanbul, önüme bir deste iskambil kağıdı
gibi yüzlerini saçıyor.
Yeni binalar, biraz daha beton.
Soluk aldırmayan trafik.
Her bayramda boşaldığı söylenen kentin taş çatlasa ne
kadar azalabilecek kalabalığı. (Bir obezin üç beş kilo vermesi kadar
hissedilebilir azalması.)
Yol kenarlarında, meydanlardaki çimenlik yamalarda ailece
yorganlarını başlarına çekmiş Suriyeliler.
Pastaneleri, restoranları doldurup bir o kadarı da yer
bekleşirken kaldırımlara taşan bayram kalabalığı.
Vale servislisinden uçan balon-kağıt helva ve açık havada
ahaliye karışmaktan ibaretine her keseden tatil eğlencesi.
Yakılan otobüsler, yaralanan, ölenlerle bölgesel
cehennemin şehre sıçrayan kıvılcımları.
İstanbul!
Her zaman parçalı bir paralel gerçeklikler alemi.
Seçtiğin ya da önüne gelen kartlarla “elin” seni kapkara
bir karamsarlığa da götürebilir, günü gün etmeye de, sadece konu başlıklarının
değiştiği orta sınıf bir kronik endişe haline de.
Tek tek noktalardan, piksellerden (olgulardan) oluşma bir
akıştan ibaret aslında İstanbul. Yaşam. Bunların insanların hayatına dokunanları, algı
alanlarına girenleri ve yorumlanıp bir araya getirilişleriyle sonsuz çeşitleme
veriyor.
Sergiyi sondan başa, sonra baştan sona gezdiğimde işte
Miro dedim. İç-dış savaşların eksik olmadığı ömründen onun alıp yankıladıkları,
dokuduğu kendi dili.
Sergiyi sevinçle (sözcük bu!) gezen, çocuklardı. Miro
adına kıvandım.
Noktaları seçip birleştirme özgürlüğünde aynı safta
değiller mi? Saflıkta?
Fotograflar şöyle bir fikir verse de müze ışığına ve tabii
çekenin seçimine bağımlı kalışlarıyla yetersiz.
Olanağınız varsa gidin. Kendiniz görün, görüşünüzde öne
çıkan noktaları kendiniz birleştirin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder