12 Eylül 2014 Cuma

PİYANGO

Şehre hemen her inişimde onu ırmağın bir arkasında, bankanın önü ya da karşı kaldırımında görürüm. Yıllardır. Taburesine dimdik oturmuş. Başında geniş kenarlı, havalı bir şapka, en büyüğü, gösterişlisinden güneş gözlüğü ya gözünde ya şapkasının kenarına kaldırılmış, hep makyajlı, pembe ya da kızıl ruju hiç eksiksiz. Elinde fildişi ya da deve kemiğinden zarif bir yelpazeymiş gibi tuttuğu piyango bileti demeti.

Ama hepsinden önce duruşu. Yere dümdüz ve tam basan tabanlarından başlayarak başının tepe noktasına uzanan bir oturmuşluk. Kendini bağırmadan, fısıldamadan, göze sokmadığı kadar gözden de kaçırmadan ortaya koyuş. Kadın olmaktan tahrike sapmaksızın yansıyan o yekpare güven. Yoğunluk.

Gösteriş ile ortaya koyma arasındaki farkın imgesi.

Bu kez gidip konuşacağım dedim. Buranın (zamanda süreklilik ile) bir yandan böylesine bir parçası, bir yandan da gözü hoş bir an boyunca sıçratan beklenmedik yabancılaştırıcısı olarak belki öyküsünü de dinlerim.

Tanıdığı bir anne kızla sohbet ediyordu. Gruba katılıverdim. Desteden bir çeyrek bilet çekerken “Bu sokağa ne güzel bir aydınlık katıyorsunuz” dedim. “Her zaman bakımlı!”

Yüzüne sıcak bir tebessüm yayıldı. “Çocukluğumdan beri öyledir. Süslenmek bende bir tutku.”

Sesinin tonu hayal ettiğimden çok farklı. Duruşundan ziyade rujunun pembesiyle kafiyeli. Hafifçe düşsel, fazla da havai olmadan genç. Altmışlarında görünen bedeninden belki 40 yıl, belki daha bile genç.

“Yok, buralıyım, doğma büyüme. Ama çocuklarım İstanbul’a göçtü. Arada bir görmeye giderim. Kendi evimde oturmuyorum, hayır. Kardeşlerim bir oyunla payıma el koydu, babamın ölümüyle de beni evden attılar.”

Anlatımında şaşırtıcı bir naiflik var, saflık. Tül gibi de bir hüzün.

“Kale’ye çıkan yol üzeri. Geçmişseniz mutlaka görmüşünüzdür. Köşedeki viran evdi. Onlara da kısmet olmadı. Yandı gitti. Ben yanındaki evde kiracıyım şimdi.”

Hiç cevaplanmamış kafa karıştırıcı soruların karşılığı belki de orada bulunur der gibi yüzüme bakıyordu. Cümleleri nokta yerine üç noktayla havaya asılarak devam etti.

"Hiçbir zaman kötülüklerini istemedim. Ama hakkımı da helal etmedim. Ondan mıdır?. Büyük çok hastalandı, sonunda öldü. Bu fikri kafasına sokan karısı da. Sevinmedim. Kadıncağız o kadar çekti ki öldüğünde ağladım bile. Ortancanın günahı zayıflığıydı, onların suyunda gitti.”

Yüzü birden aydınlandı.

“O evin bahçesi.. Gözüm gibi bakardım. Ta kızlığımdan. Türlü türlü çiçekler, fidanlar eker dikerdim. Gelen geçenin gözü kalırdı. Bir defasında kaymakam dayanamamış, içeri girip bahçeyi böyle kimin yaptığını sormuş.”

Yüzünde göğüs kabartıcı anının ışıltısı.

“Güzelleştirmeyi seviyorsunuz demek” dedim. “Kendiniz gibi toprağı da.”

Gözümün ta içine baktı. Baktı. Tatlı bir gülümsemeyle başını eğdi.


“Evet.”

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder