Şehre hemen her inişimde onu ırmağın bir arkasında,
bankanın önü ya da karşı kaldırımında görürüm. Yıllardır. Taburesine dimdik
oturmuş. Başında geniş kenarlı, havalı bir şapka, en büyüğü, gösterişlisinden
güneş gözlüğü ya gözünde ya şapkasının kenarına kaldırılmış, hep makyajlı,
pembe ya da kızıl ruju hiç eksiksiz. Elinde fildişi ya da deve kemiğinden zarif bir
yelpazeymiş gibi tuttuğu piyango bileti demeti.
Ama hepsinden önce duruşu. Yere dümdüz ve tam basan
tabanlarından başlayarak başının tepe noktasına uzanan bir oturmuşluk. Kendini
bağırmadan, fısıldamadan, göze sokmadığı kadar gözden de kaçırmadan ortaya
koyuş. Kadın olmaktan tahrike sapmaksızın yansıyan o yekpare güven. Yoğunluk.
Gösteriş ile ortaya koyma arasındaki farkın imgesi.
Bu kez gidip konuşacağım dedim. Buranın (zamanda
süreklilik ile) bir yandan böylesine bir parçası, bir yandan da gözü hoş bir an
boyunca sıçratan beklenmedik yabancılaştırıcısı olarak belki öyküsünü de
dinlerim.
Tanıdığı bir anne kızla sohbet ediyordu. Gruba
katılıverdim. Desteden bir çeyrek bilet çekerken “Bu sokağa ne güzel bir
aydınlık katıyorsunuz” dedim. “Her zaman bakımlı!”
Yüzüne sıcak bir tebessüm yayıldı. “Çocukluğumdan beri
öyledir. Süslenmek bende bir tutku.”
Sesinin tonu hayal ettiğimden çok farklı. Duruşundan
ziyade rujunun pembesiyle kafiyeli. Hafifçe düşsel, fazla da havai olmadan
genç. Altmışlarında görünen bedeninden belki 40 yıl, belki daha bile genç.
“Yok, buralıyım, doğma büyüme. Ama çocuklarım İstanbul’a
göçtü. Arada bir görmeye giderim. Kendi evimde oturmuyorum, hayır. Kardeşlerim
bir oyunla payıma el koydu, babamın ölümüyle de beni evden attılar.”
Anlatımında şaşırtıcı bir naiflik var, saflık. Tül gibi
de bir hüzün.
“Kale’ye çıkan yol üzeri. Geçmişseniz mutlaka
görmüşünüzdür. Köşedeki viran evdi. Onlara da kısmet olmadı. Yandı gitti. Ben
yanındaki evde kiracıyım şimdi.”
Hiç cevaplanmamış kafa karıştırıcı soruların karşılığı
belki de orada bulunur der gibi yüzüme bakıyordu. Cümleleri nokta yerine üç
noktayla havaya asılarak devam etti.
"Hiçbir zaman kötülüklerini istemedim. Ama hakkımı da
helal etmedim. Ondan mıdır?. Büyük çok hastalandı, sonunda öldü. Bu fikri
kafasına sokan karısı da. Sevinmedim. Kadıncağız o kadar çekti ki öldüğünde
ağladım bile. Ortancanın günahı zayıflığıydı, onların suyunda gitti.”
Yüzü birden aydınlandı.
“O evin bahçesi.. Gözüm gibi bakardım. Ta kızlığımdan.
Türlü türlü çiçekler, fidanlar eker dikerdim. Gelen geçenin gözü kalırdı. Bir
defasında kaymakam dayanamamış, içeri girip bahçeyi böyle kimin yaptığını
sormuş.”
Yüzünde göğüs kabartıcı anının ışıltısı.
“Güzelleştirmeyi seviyorsunuz demek” dedim. “Kendiniz
gibi toprağı da.”
Gözümün ta içine baktı. Baktı. Tatlı bir gülümsemeyle
başını eğdi.
“Evet.”
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder