25 Ağustos 2014 Pazartesi

NEŞRİYAT

Arka sokaklardan birindeki evinin önünden geçtiğim otuz yıllık komşumuz beni durdurdu.

“Babanın işitme cihazı yok mu?”

Sesimi ağır işiten kulaklarına göre epey yükselterek, var, dedim. “Ama takmaktan hoşlanmıyor.”

Vah vah, dedi. “Sana da yazık. Sohbet etmek istediğinde bağırıp çağırmak zor.”

Babamla sabahki konuşmamızı kast ediyor olmalıydı. Bir ucu mikrofon olan kulaklığını taktırmıştım oysa.

(Yoksa geriye kalan tek seçenek, plastik kaplaması sıcaktan gevşeyip buruş buruş olmuş yazma tahtasına yakıtı tükenmeye yüz tutan kalın keçe kalemle yazmaktı ki ona da üşeniyorum. Kumaş mendillerini jilet gibi ütülü seven babamın tertip arayışı dile de uzanıyor. Kısaltmalar ya da söylendiği gibi yazmak onun iletişim aralığından geçmiyor. Bir de bunları uzun uzadıya açıklamayacaksam başından düzgün anlatmalıyım. “Ne biçim yazmışın. Söylemiycem olmaz ki..”)

Haykırışımın mikrofonu ve kablosunun ucundaki kulaklığı aşıp ta nerelere uzandığını kestirmeye çalışırken güldüm. Sesimin erimi ne acaba? Arkamızda kalan kaç sokağa, eve yayılıyor?

Önümüzdeki denizde yansıyarak karşı tepelerde yankılanmış sözcükleri düşündüm. Keçilerin sesin kaynağına doğru kımıldayan kulaklarını, dikkat kesilen ağustosböceklerinin duruveren ötüşlerini, karabatakların bizden yana çevrilen başlarını hayal ettim.

            HÜNKAR BEĞENDİ
            THOMAS HARDY
            HAMAMBÖCEĞİ
            DERE.. YOK YOK, DEVE DEĞİL

Sonuna dayanan işitme kapasitesiyle babama meramımı anlatmak, yüksüğü bir kova su boca ederek doldurmaya çabalamak gibi.


Pek azı hedefe ulaşan gümbür gümbür bir neşriyat.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder