Arka sokaklardan birindeki evinin önünden geçtiğim otuz
yıllık komşumuz beni durdurdu.
“Babanın işitme cihazı yok mu?”
Sesimi ağır işiten kulaklarına göre epey yükselterek,
var, dedim. “Ama takmaktan hoşlanmıyor.”
Vah vah, dedi. “Sana da yazık. Sohbet etmek istediğinde
bağırıp çağırmak zor.”
Babamla sabahki konuşmamızı kast ediyor olmalıydı. Bir
ucu mikrofon olan kulaklığını taktırmıştım oysa.
(Yoksa geriye kalan tek seçenek, plastik kaplaması
sıcaktan gevşeyip buruş buruş olmuş yazma tahtasına yakıtı tükenmeye yüz tutan
kalın keçe kalemle yazmaktı ki ona da üşeniyorum. Kumaş mendillerini jilet gibi
ütülü seven babamın tertip arayışı dile de uzanıyor. Kısaltmalar ya da
söylendiği gibi yazmak onun iletişim aralığından geçmiyor. Bir de bunları uzun
uzadıya açıklamayacaksam başından düzgün anlatmalıyım. “Ne biçim yazmışın. Söylemiycem olmaz ki..”)
Haykırışımın mikrofonu ve kablosunun ucundaki kulaklığı aşıp ta
nerelere uzandığını kestirmeye çalışırken güldüm. Sesimin erimi ne acaba? Arkamızda kalan kaç sokağa, eve yayılıyor?
Önümüzdeki denizde yansıyarak karşı tepelerde yankılanmış
sözcükleri düşündüm. Keçilerin sesin kaynağına doğru kımıldayan kulaklarını,
dikkat kesilen ağustosböceklerinin duruveren ötüşlerini, karabatakların bizden
yana çevrilen başlarını hayal ettim.
HÜNKAR
BEĞENDİ
THOMAS
HARDY
HAMAMBÖCEĞİ
DERE..
YOK YOK, DEVE DEĞİL
Sonuna dayanan işitme kapasitesiyle babama meramımı
anlatmak, yüksüğü bir kova su boca ederek doldurmaya çabalamak gibi.
Pek azı hedefe ulaşan gümbür gümbür bir neşriyat.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder