Her halini görmedim. Her iklimini yaşamadım. Nahoş
yanlarıyla karşılaşmadım. Hala yabancısı sayılsam da Silifke’nin bana öteden
beri verdiği, nedenini kurcalamadığım tatlı duygu, şimdi artık geçirdiğim vakit
arttıkça derinleşiyor. Mutedil. Barışçıl ve renkli.
Güzelim Göksu’nun seyri yeter. Coşkun, durgun, cılız,
gür, bazen adındaki gibi göğün, bazen kızıl çamuruyla yerin, genellikle
bu ikisi arası renkleriyle Torosları ovaya taşıyor. İklimini, hissini. (Kışın
aman dedirttiği söylenen poyrazı yazın da pek o kadar geçimli rüzgar değil.)
Şehri ortasından bölen ırmağın iki kıyısındaki parklardan birinde otur. Seyret.
Tropikal denilecek kadar sık, çeşitli bitki örtüsünün vadi boyunca uzanıp
gidişini. Suyun türlü türlü hallerini.
Dağ, vadi, ova, deniz, bütün bir alacayla burada bir
araya geliyor.
Kaldır sonra başını, insanlara çevir. Bakışların terli,
gevşek, münasebetsiz bir el gibi üzerinde dolanmadığını fark edeceksin.
İletişim sana kalmış. Gevezelik, yarenlik istersen tamam. Yoksa insanlar kendi
işi gücünde. Cuma pazarında köyden gelip ürününü satanları gör. Bereket Boynuzu
gibi uzanan pazarın kendi kadar cümbüş insan geçidinden tadına vararak geç.
İçin açılır, ağzın kulaklarında, takılmalara karşılık verirken rahatlığın
sürdüğünü hissedeceksin. Kadın-erkek aynı hizada. Kaç göç yok. Irmak insanların
da içinden geçer, şivelerine akıcılığını, iklimlerine ılımanlığı
verir gibi.
Bebek arabasıyla parka gelip bir banka oturan, birasını
çıkarıp sigarasını yakan kadına, bedenlerini gözlerden, sabit fikirlerden
sakınma gereği duymadan doğal bir özgüvenle öğle üzeri kebapçıya, ciğerciye,
sıkmacıya bir başına ya da arkadaşlarıyla gelen diğerlerine sataşan, karışan
yok.
İstanbul’un hayatta kalamayan define adası kitapçısı
Robinson Crusoe’nun buradaki karşılığı Halk Kitabevi, sahibi Yaşar beyle
Silifke resmime işte o noktadan girdi.
Halk Kitabevi, şehrin hiç azımsanmayacak okur-yazar
takımının buluşma yeri. Bulabildiğin kitaplar yeter. (“Don Kişot mu? YKY’den
çıkan iki ciltlik İspanyolca aslından çevirisini mi istersin, Fransızca’dan tek
ciltlik çevirisi de işini görür mü?”) Buna insanları bir araya getirmekten esaslı zevk
aldığı anlaşılan Yaşar beyin güneşli enerjisi, şevki de eklenince Halk Kitabevi
tanışlara her seferinde yeni, başlı başına ilginç birilerini katıyor. (Son
gidişimde, dışarıda oturmuş çay içerken “Uzuncaburç kazısını yürüten Ender
Varınlıoğlu hocayla da tanışmanızı isterim” dedi. “Yazları kazı yerinde, kışın
Silifke’de yaşıyor.” İçeri girdi. Elinde kalın bir ciltle geldi: Marcus
Valerius Martialis, Epigramlar. “Annesi de çok değerli bir bilim insanıdır.
Latin dili ve edebiyatı profesörü. Epigramları aslından çevirmişti.”) Kapılar kapıları açıyor. Kim bilir nerelere uzanacak bir
ilişkiler ağının tıkır tıkır dokunmaya başladığını hayal ediyorsun.
*
Benim gibi bir yönsüzün cenneti burası diye mırıldanarak ikinci
köprüden geçtim. Bir şehirde kaybolup durmadan vızır vızır dolanmak ne zevk.
(Bununla birlikte, plan-program izlemeyen, sokakları günden güne ortaya çıkan ihtiyaçlarla kıvrılıp bükülmüş, daralıp genişlemiş
şehirciliğiyle yolunu mantık yerine ezberleyerek bulmak zorundasın.
Mimarisindeki güzellik ise betonun –ve bir dönem onun et beni olmuş betebe
cephelerin-, yeni yeni de çelik ve füme cam kaplamaların oyuna girişiyle
bitmiş. Tek tük kalan ve iklim ile çevre farkındalığıyla tasarlanmış konaklara
girdiğinde, dünyanın –üstelik bu bölgede kesilip duran- elektriğini yiyen
klimalar olmaksızın o acımasız yaz sıcağının bile uysallaşıp rahat dayanılır
hale geldiğini fark ediyorsun. Düz çatıları güneş panellerinin, su depolarının,
cepheleri kepçe kulak antenlerin kalabalığıyla göz tırmalayan kişiliksiz
apartmanlar, evler, insanın pençe pençe bugünkü el izleri.)
Ölçeğin insandan kalabalığa kaydığı, bireyliğin yerini
anonimliğe bıraktığı büyük şehrin verdiklerini de aldım. Burada ise insan ölçeğine
dönüş şimdi bambaşka bir koldan besliyor. Çeperlerine gölgemin düşebildiği bir
mekan ilişkisi. Varlığımın, dışarı adımımı atmamla dağılıp buharlaşmak yerine
yankısını bulabildiği. Devasa bir hangarı dolaşmakla evinde gezinmek arasındaki
fark.
Yerin en şık pastanesi Özkaymak’ın dışarıdaki masalarından
birinde oturuyordum. Daha önce de gördüğüm bir genç, zangır zangır titreyen
ince, çarpık bacaklarına değneklerinden destek alarak iki büklüm geldi.
Bileğindeki torbadan çıkardığı yara bantlarını gösterip efendice alır mısınız
dedi. Onda dilenci görmedim. Elin tersiyle kovulacak bir sinek misali keyfimi
kaçıran bir şey. Vakit fukarası sıkışık bir hayatta düşünmek istemediklerimin
üzerine kapanmış bir kapı. Baktım ve bir insan gördüm. Ben bozukluk çıkarırken
oturan herkes cebine davranmıştı. Arka taraflardan çocuğuyla para gönderen bir
kadın, çocuğu “Yara bandı almadan ver” diye uyardı. Bir adam kağıt on lira uzattı.
Genç teşekkür edip giderken millet yeme-içmeye, sohbete geri döndü.
İnsan ölçeğinde diye aklımdan yeniden geçti. Mekan ve
birbirleriyle ilişkide insan ölçeğinde bir yer bu Silifke.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder