16 Ağustos 2014 Cumartesi

İNSAN ÖLÇEĞİNDE

Her halini görmedim. Her iklimini yaşamadım. Nahoş yanlarıyla karşılaşmadım. Hala yabancısı sayılsam da Silifke’nin bana öteden beri verdiği, nedenini kurcalamadığım tatlı duygu, şimdi artık geçirdiğim vakit arttıkça derinleşiyor. Mutedil. Barışçıl ve renkli.

Güzelim Göksu’nun seyri yeter. Coşkun, durgun, cılız, gür, bazen adındaki gibi göğün, bazen kızıl çamuruyla yerin, genellikle bu ikisi arası renkleriyle Torosları ovaya taşıyor. İklimini, hissini. (Kışın aman dedirttiği söylenen poyrazı yazın da pek o kadar geçimli rüzgar değil.) Şehri ortasından bölen ırmağın iki kıyısındaki parklardan birinde otur. Seyret. Tropikal denilecek kadar sık, çeşitli bitki örtüsünün vadi boyunca uzanıp gidişini. Suyun türlü türlü hallerini.

Dağ, vadi, ova, deniz, bütün bir alacayla burada bir araya geliyor.

Kaldır sonra başını, insanlara çevir. Bakışların terli, gevşek, münasebetsiz bir el gibi üzerinde dolanmadığını fark edeceksin. İletişim sana kalmış. Gevezelik, yarenlik istersen tamam. Yoksa insanlar kendi işi gücünde. Cuma pazarında köyden gelip ürününü satanları gör. Bereket Boynuzu gibi uzanan pazarın kendi kadar cümbüş insan geçidinden tadına vararak geç. İçin açılır, ağzın kulaklarında, takılmalara karşılık verirken rahatlığın sürdüğünü hissedeceksin. Kadın-erkek aynı hizada. Kaç göç yok. Irmak insanların da içinden geçer, şivelerine akıcılığını, iklimlerine ılımanlığı verir gibi.

Bebek arabasıyla parka gelip bir banka oturan, birasını çıkarıp sigarasını yakan kadına, bedenlerini gözlerden, sabit fikirlerden sakınma gereği duymadan doğal bir özgüvenle öğle üzeri kebapçıya, ciğerciye, sıkmacıya bir başına ya da arkadaşlarıyla gelen diğerlerine sataşan, karışan yok.

İstanbul’un hayatta kalamayan define adası kitapçısı Robinson Crusoe’nun buradaki karşılığı Halk Kitabevi, sahibi Yaşar beyle Silifke resmime işte o noktadan girdi.

Halk Kitabevi, şehrin hiç azımsanmayacak okur-yazar takımının buluşma yeri. Bulabildiğin kitaplar yeter. (“Don Kişot mu? YKY’den çıkan iki ciltlik İspanyolca aslından çevirisini mi istersin, Fransızca’dan tek ciltlik çevirisi de işini görür mü?”) Buna insanları bir araya getirmekten esaslı zevk aldığı anlaşılan Yaşar beyin güneşli enerjisi, şevki de eklenince Halk Kitabevi tanışlara her seferinde yeni, başlı başına ilginç birilerini katıyor. (Son gidişimde, dışarıda oturmuş çay içerken “Uzuncaburç kazısını yürüten Ender Varınlıoğlu hocayla da tanışmanızı isterim” dedi. “Yazları kazı yerinde, kışın Silifke’de yaşıyor.” İçeri girdi. Elinde kalın bir ciltle geldi: Marcus Valerius Martialis, Epigramlar. “Annesi de çok değerli bir bilim insanıdır. Latin dili ve edebiyatı profesörü. Epigramları aslından çevirmişti.”) Kapılar kapıları açıyor. Kim bilir nerelere uzanacak bir ilişkiler ağının tıkır tıkır dokunmaya başladığını hayal ediyorsun.

*
Benim gibi bir yönsüzün cenneti burası diye mırıldanarak ikinci köprüden geçtim. Bir şehirde kaybolup durmadan vızır vızır dolanmak ne zevk. (Bununla birlikte, plan-program izlemeyen, sokakları günden güne ortaya çıkan ihtiyaçlarla kıvrılıp bükülmüş, daralıp genişlemiş şehirciliğiyle yolunu mantık yerine ezberleyerek bulmak zorundasın. Mimarisindeki güzellik ise betonun –ve bir dönem onun et beni olmuş betebe cephelerin-, yeni yeni de çelik ve füme cam kaplamaların oyuna girişiyle bitmiş. Tek tük kalan ve iklim ile çevre farkındalığıyla tasarlanmış konaklara girdiğinde, dünyanın –üstelik bu bölgede kesilip duran- elektriğini yiyen klimalar olmaksızın o acımasız yaz sıcağının bile uysallaşıp rahat dayanılır hale geldiğini fark ediyorsun. Düz çatıları güneş panellerinin, su depolarının, cepheleri kepçe kulak antenlerin kalabalığıyla göz tırmalayan kişiliksiz apartmanlar, evler, insanın pençe pençe bugünkü el izleri.)

Ölçeğin insandan kalabalığa kaydığı, bireyliğin yerini anonimliğe bıraktığı büyük şehrin verdiklerini de aldım. Burada ise insan ölçeğine dönüş şimdi bambaşka bir koldan besliyor. Çeperlerine gölgemin düşebildiği bir mekan ilişkisi. Varlığımın, dışarı adımımı atmamla dağılıp buharlaşmak yerine yankısını bulabildiği. Devasa bir hangarı dolaşmakla evinde gezinmek arasındaki fark.

Yerin en şık pastanesi Özkaymak’ın dışarıdaki masalarından birinde oturuyordum. Daha önce de gördüğüm bir genç, zangır zangır titreyen ince, çarpık bacaklarına değneklerinden destek alarak iki büklüm geldi. Bileğindeki torbadan çıkardığı yara bantlarını gösterip efendice alır mısınız dedi. Onda dilenci görmedim. Elin tersiyle kovulacak bir sinek misali keyfimi kaçıran bir şey. Vakit fukarası sıkışık bir hayatta düşünmek istemediklerimin üzerine kapanmış bir kapı. Baktım ve bir insan gördüm. Ben bozukluk çıkarırken oturan herkes cebine davranmıştı. Arka taraflardan çocuğuyla para gönderen bir kadın, çocuğu “Yara bandı almadan ver” diye uyardı. Bir adam kağıt on lira uzattı. Genç teşekkür edip giderken millet yeme-içmeye, sohbete geri döndü.


İnsan ölçeğinde diye aklımdan yeniden geçti. Mekan ve birbirleriyle ilişkide insan ölçeğinde bir yer bu Silifke.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder