14 Eylül 2014 Pazar

KIYIDA





Civarda irili ufaklı, kolay kira gelirine açgözlülükle alelusul kondurulmuş yazlık öbeklerinin artışıyla “bizim” site, ecrimisil (ne kelime!) bedelini ödediği plajlardaki hakkını canla başla korumaya girişti. Şezlongların büyük çoğunluğu artık boş da olsa (Eylül’ün ortasındayız) dışarıdan gelen birileri oturduğu an başlarında sitenin adı basılı fosforlu yeleğiyle bir görevli bitiyor ve onları kibarca oradan kaldırıyor.

Bu sıkı uygulamanın sitenin “açık” üyelerinin şikayetinden kaynaklandığını gözlemliyorum. Kamusal alanlarının hızla renk değiştirmesine (sözcüğün her anlamında) son bir cılız direniş. Ahalinin, halkın, “kapalıların” nüfuzu önlenmeye çalışılıyor ama nafile.

“Onlar” artık sadece çeperde değil. Site içindeki varlıklarıyla “bizi” şimdiden azınlığa itmiş durumdalar.

Kafamı şöyle bir kaldırıp etrafıma bakıyorum. Biraz ötedeki iki üç şezlong grubundaki birkaç kişiyle birlikte çepeçevre, rengarenk haşema topluluğuyla kuşatılmış olduğumu görüyorum. (İkinci kuşak haşemalar bunlar. Su geçirmiyor, dolayısıyla vücuda yapışıp kuşananı çıplaktan beter etmiyorlar. Moda oraya da uzanmış; desenlileri, şık tünik biçimlileri var.)

Bu arada kadınlarıyla defalarca göz göze geliyorum. Karşılıklı birbirini tartan, yargılamanın sınırında bakışmalar.

Örtünmede kullanılan kumaş miktarına, biçimine kodlanmış ve karşı karşıya gelen zıt gerçeklikler, yaşam okumaları.

Çocukların kesintisiz tiz çığlıklarına, suda yankılanan bağrışlara karşı balmumu kulak tıkaçlarını biraz daha derine iterek bir yandan da Raymond Geuss’un Kamusal Şeyler Özel Şeyler’ini okuyorum. İlkçağ, Roma, Augustinus düşüncesi ve liberalizm boyunca bize şimdi doğal ve evrensel gelen kamu-özel ayrımının hiç de öyle olmadığını, değişen koşullarla ortaya çıkıp biçimlendiğini gösteren evrimine göz atmak tepkileri(mi) askıya almayı kolaylaştırıyor.

Liberalizmin benimsediğim kamu-özel ayrımının sınırları neler?

Yakın bir geçmişe kadar benzerlerimin hükmünde olan görünürlüğe şimdi “ötekilerin,” üstelik kayda değer bir özgüvenle dalışlarıyla duyduğum irkilmenin temelleri ne?*

Kendilerine benzemem için baskı yapacakları korkusu?

(Peki ama ya ait göründüğüm bu tarafın onlara karşı tavrı neydi? Görünürlüğe sahip çıkmak ve benim gibi görünmüyorsan gözümün önünden kaybol demeye getirmek değil mi? Buna eşlik eden aşağısamayı, değersizleştirmeyi saymıyorum bile. Rollerin değişmekte oluşu, sırf bu aynalama için bile olsa yaşamaya değer geliyor.)

Böyle bir baskı hiç olmayacak olsa tepkim nasıl değişirdi?

Onlar haşemalı, ben bikinili, yan yana, sadece görünürde değil, asıl kendi içlerimizde tam bir kabul, dolayısıyla barış içinde var olabilir miydik?

Bu kadar uzun bir geçmişe dayalı saflaşma ve egemenlik ilişkilerinin tersine çevrilmesi iyimser olmayı en azından kısa vadede güçleştiriyor.
__________

*Bu özgüvenin bariz bir zenginleşme içindeki kesimle sınırlı olmadığını gözlemlemek ilginç. Alt tabaka da sığıntılık hissini geride bırakmış görünüyor. Özgüvenin yükselişi, makarna-kömürle satın alındıkları, bunların zaten Aziz Nesin’in o ünlü güruhundan ibaret oldukları vs kör tekrarlardan çok daha açıklayıcı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder