17 Kasım 2013 Pazar

ANİSH KAPOOR



Kara kalem havada Boğaz’a karşı dikilen art deco çamın yanındaki kum saati biçimli Gök Ayna ile kapım ardına kadar açıldı.

Ayna, dışbükey yüzeyinde formu geçerek içerik ve bağlamı yansıtıyordu. Yani yansıtacak neyin varsa onu. Gündelik gerçek ile iç gerçek arasında hızlı dönen bir kapı gibi.

İnsanın hayatında uçucu bir hoşluktan öte yer vermesiyle sanatın yapmaya hazır olduğu şey. Sıradan kabul kalburunun altında kalana, sezgiye dil, ağırlık ve geçerlik kazandırması. Hissedilirlik. Elle tutulurluk. Görünürlük.

Sonra aynı kusursuz yüzey bu kez altına yerleştirildiği ağacın çıplak dallarını avuçlayarak yansıtan dev bir çanakta.

Oyun az ötede de açık bir silindirin içi ve dışında çeşitlendi ve binaya girdik.

Anish Kapoor daha baştan, gen havuzunda genişçe dolanmış bir kepçeden karılan bir mirasın vaat ettiği zenginlikle gelmiş. Hintli bir baba, Iraklı Yahudi bir anne. Yeryüzündeki bu geniş yayı daha da gerdiği Londra’da, hangar atölyesinde oturup sanatını anlattığı filmi seyrettik. İnsanın barındırdığı çeşitlilik yerelliği bir yere kadar destekler görünüyor. Ondan sonrası, yuvanın her yer ve hiçbir yer olduğu bir sınır aşımı. Dünya yurtluluk.

Ağızlara sakız küreselleşmenin benzer sözcüklerle geveleyip durduğundan ne farklı ama. Yeknesak bir ısı eşitlenmesi değil. Bir noktanın, yerin, kültürün, kalıbın gemini atmak. Gücünü ve yönünü insan zihninin, tasavvurunun ayna tutulmamış derinliklerinden almak.

Anlattı, dinledim.

Deneyimin tezahür etmemiş üçüncü tarafından, tanığından dem vurdu. Vuruldum. Bilmeden bilen, kulak kesildiğinde işittiğin, yoksa belli belirsiz, yaşadıklarından hafif esintide tül gibi geçen o isimsiz dalgalanma. Sanatın ayna tuttuğu. Hacim ve derinlik verdiği. Kapoor'un işaret ettiği mi buydu, benim anlamak istediğim mi? Kim bilir.

Ama eğer dediği anladığım ise taş, hem de onun yonttuğu en irileri kadar okkalı bir tanesi gelmiş, gediğine oturmuştu.



Benim ne anlatmak istediğim önemli değil, dedi. “Kimin umurunda? Benim değil!”

Ve seslenmek, oynamak istediğinin zihnin, ruhun ancak saf halinde sanatın beden kazandırdığı o tanık hali olduğunu ekledi.

Karşımda olsa kalkar alnından öperdim. Söylediği benim anladığım olsun olmasın, aradığımın adını koymaya vesile olduğu için.

Sonra (çok sayıda asistanının haftalarca cilalayıp yontup o hale getirdiği) “kusursuz yüzeylerine” geçti. Bu hallerinden bir önce üzerine düşeni yansıtacak sıradan bir satıh iken dış kadar için de aynalığına dönüşen o yüzeylerin anlatımında Sufizm ile yüz yüze geliverdim. (His olarak, yoksa benzetme, tanım filan aradığım hiç yoktu.)

Renklere bakışına geldiğinde bu konuda ters taraflara yönlenmiş olsak da (ben renklerin saydamlaşmasından ışığa, o renklerden karanlığa) halka bir kez daha tamamlandı ve renklerin özüne emilme, soğrulma noktasında yine birleştik.



Sıra, heykelin üç ayağı dediklerinden ikisi, ölçek ve mekan arasına bedenimi katarak eserleri arasında dolaşmadaydı.

Yontularla ilintilenmede.

Aynı çörekle bir cüceleşen bir devleşen Alice benzeri, Kapoor’u bir kez içimle duymaya başladıktan sonra durmadan değişen alabildiğine dinamik bir ilişki.



Üç ayaktan diğeri olan zaman için ne diyordu? Sanat, zaman algısını da dönüşüme uğratır. İçe çevirir -yoksa bunu ben mi diyordum, ama kimin umurunda?

Damarlısı damarsızı mermer, kireçtaşı, bronz ve paslanmaz çelik, içi dışa taşıran suni elyaf, çakıl taşı ve pigment. Bir yanıyla kusursuz, köşesiyle kusurlu yüzeyler. Aralarında kendi kişisel kokteylinin (ışık, karanlık, renkler, tanımlı ve tanımsız kıvam ve biçimler, geçirgenlik ve geçirimsizlik) içinde çalkalandığı bedeniyle dolanan, onlara göre eğilip doğrulan, genişleyip büzülen, hızlanıp yavaşlayan ben.

Mesajı (tanrıya şükür!) olmayan, bir bildiri gibi karşına dikilmek yerine zihnin o belirsiz dalgalanmasının, nefesin (işte yine Sufi esintisi, değil mi?) çarpıp önce buğu, sonra suya dönüşerek akıcılaştığı bir ara levha misali işleyen bu sanatla genleşmiş, mutlu, çıktım. 



.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder