Güllük’te kaldığım Aralık haftası içinde kah dolu dolu yağmur yağdı (muz ağaçlarının geniş yaprakları üzerinde trampet sesleri), kah lekesiz bir güneşle neredeyse denize girilecek kadar ısındı hava. Işık bir boğuldu, bir açıldı, nabız gibi attı durdu. Mevsimlerden ilkbahar olan bir sabah dalyana yürüdüm. Kıyısında süren havaalanı inşaatıyla dalyanın son sakin zamanları..
Yanı başımda koruyuculuğumu üstleniveren oyuncu bir kangal yavrusu, cebimde de küçük ses kayıt aleti. Bu aletle dolaşmak, zihnimin yüzdüğü sularda balık avlamak gibi bir şey. Ses toplamak. Yağan yağmuru açan güneş izlediğinde otlar şişer, bereketlenirmiş bütün toprak örtüsü. Islak toprak yolun iki yanında bu canlandırıcı döngünün fırça darbeleri vardı işte. Rengarenk bir yaşam soluğu. Aşağıya, dalyana doğru tepeleri çıkıp inerken kulaklarım da hışırtılar, haykırışlar, çeşit çeşit ötüşteydi. Denizden balıkçıların, küçük teknelerinin sesleri geliyordu. Yamaçlardaysa ağaçların, makilerin ve daha yumuşak bitkilerin arasında dolanan rüzgarın sesine kuşlarınki karışıyordu. Beklenmedik bir anda çoğalarak yükselen bir ötüş bandosu. Zeytin ağaçlarının ötelerinde inip kalkan bir çift balta işitiliyordu. Estiğinde sesleri oraya buraya dağıtan rüzgar, kuşlar, balıkçılar, iri böceklerin vızıltısından oluşan bütün bu hareketli dokunun ardındaysa her birini tüm diğerlerine duyarlı kılan bir düzenin bağı vardı. Baltaları dinledim. İnip kalkan tok sesleri, onları kuşatan bütün bir ses dokusuna kendiliğinden uyuyor, bu doğal orkestrada vurmalı etkisi oluşturuyordu.
Cebim, geri dönüşlerle aralarındaki düzeni keşfetmekten kendine özgü bir zevk aldığım seslerle dolu, köye döndüm. Gök bulutlanıverdi, derken yağmur ve muz yapraklarındaki trampet başladı yeniden.
*
(Eski yazılardan.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder