4 Aralık 2011 Pazar

ÜÇ YIL ARADAN SONRA İSTANBUL

Üç yıl aradan sonra kalktım İstanbul’a gittim. Benim İstanbul duygularım kentin kendisi gibi yanar-döner, sevgi-sevmeme, ürküntü-çekim.. bir arada. Ama bu kez şehre girişte çarpıcı gelen çirkinliğe duyduğum tepki dışında ürküntü yoktu; kendimi hiç sakınmadan İstanbul’un içine düştüm. Büyülendim, sarhoş oldum.

İstanbul’da belediye otobüsüyle dolaşmayı seviyorum. Sırtüstü çimenlere uzanıp gündüz düşleri görmeye benziyor. İnsanı alıp götüren bir görüntü ırmağı. Bir seferinde Karaköy’de inip Galata’nın arka sokaklarından, bayıldığım hurdacı, hırdavatçıların arasından Beyoğlu’na çıktım. Cephelere, vitrinlere baka, tadını çıkara yürürken bir yakınımın çalıştığı yüksek binayla burun buruna geldim. 17. kattaki ofisinden Sarayburnu’na bakış soluk kesiciydi! Galata kulesine kadar daracık sokakların eğrileri, alçak yapıların aralarındaki enli ensiz yeşil şeritler, kiliselerin çatıları, damların dalgalanan kiremit ovası. Sonra Haliç’in ağzı, karşıda tanıdık siluetleriyle Sarayburnu, ötede (“Yapıların üzerinde deniz! Tıpkı gravürlerdeki gibi.”) Marmara, gemiler, tekneler, bulutlardan süzülen huzmeler.. Ah! Işık değişimlerini oturup saatlerce seyredebileceğim bir yer.

Ertesi gün atladım otobüse, Eminönü’nde inip Mısır Çarşısının içinden Cağaloğlu’na çıktım. Ne hareket! Bütün içim DAHA DAHA! diye bağırıyordu ve kırıntısını kaçırmadan içime çekiyordum insanlarınkine karışan baharat renklerini. Sonra buna dinselliğin, yakın ve uzak tarihin renkleri katıldı. Vurdum Sultanahmet’e. Ayasofya’ya daldım, oradan İbrahim Paşa Sarayı’na. Halk köftecisini atlamadım elbette. McDonalds’a inat her yerde pıtrak gibi biten aşırı hijyenik, modern “şubelerinin” tersine kendisi aslına sadık kalmış; kalınca bir birikmiş yağ tabakasıyla kaplı masalar, kışın talaşla örtülen eski zemin.. Sirkeci’ye inerken Arkeoloji Müzesine de girdim. Dikkatin yoğunlaştırıldığı bir gezi değildi benimki. İstediğim, önünden o anıma uygun bir ritimle geçtiğim insanların, mekanların, nesnelerin algıma giriş çıkışlarındaki akıştı. Sıra gözetilmeyen bir saydam gösterisindeki gibi. Öyle de oldu. 17. yy Uşak halı parçaları zenci turistlerin rengarenk takkelerine, Ayasofya’nın mermer sütunları lokanta çığırtkanlarına, Selçuklu çinileri alacalı çınarlara ve kanca Roma burunlarına karışarak aktı gürül gürül. Vapurla karşıya geçtim. Baharatlardan insanlara, etnografyadan turistlere, martılardan, teknelerden arkeolojiye.. şölen sofrasına oturtulmuş gibiydim! Benim için esaslı bir besin kaynağı bu cümbüş ve İstanbul, bunun dünyada en bol kepçeden sunulduğu noktalardan biri olmalı. Enfes! İnsanlarımı gördüm, aileyi. Sevgiyle kuşatıldım, bir güzel ağırlandım. Çocuk coşkuma taze acımın hüznü karıştı, allak bullak oldu içim, ağladım, güldüm, ellerimi çırptım.

*

(Eski yazılardan.)

1 yorum: