3 Haziran 2020 Çarşamba

DOLU MU BOŞ, BOŞ MU DOLU?


Çoğu insan hayatın çoğunu kafasının içinde geçirir. O zaman bari orayı hoş tutalım demiş biri.

İyi demiş.

Yorumlar, kurgular, anlatılar, sorun, açıklama ve çözüm tanımları, bunların yan ürünü kaygılar, sevinçler, az mutluluk, ziyadesiyle mutsuzluk.

Hayata öyle bir filtreler silsilesi ardından bakıyorsak yaşam alanımız da haliyle kafamızın içiyle sınırlı. Filtre de sözcüğün ima ettiğinin tersine, olduğu yerde kalmamak şöyle dursun, diğerleriyle sürekli çatışma, gerilim halinde olduğundan bu “yaşam alanı” çoğunlukla ya açıktan açığa kavga, çekişme, çelişki içinde ya da dinamiklerin birbirini sönümlemesiyle fersiz, tatsız tuzsuz.

Ne yapalım, dünyaya bir yüzü lütuf, diğeri lanet olan böyle bir donanımla gelmişiz.

Ama karşıtlıkların olduğu yerde insana bir oyun alanı da var demektir.

Lanetten lütfa doğru nasıl gidilir?

*
Başka türlü bir ilişkilenme biçimini önce hayal etmekle başlamadıkça birlikteliklerimiz insanın insanı kendi gürültüsünden, içindeki çalkantıdan göremediği, duyamadığı, işitemediği, yerine ona ilişkin fikrini koyup bununla hasbıhal ettiği bir buluşamamadan ibaret kalıyor.

*
Yer açmak. Nefes almaya, Hayata. Kendime. Olan’dan uzaklaştıkça hummalı bir bakteri kültürü misali çılgınlaşan bir hızla kendi gerçekliklerini yaratan düşünce-his-izlenim-kaygı girdabının şalterini indirdiğim gibi sahneyi kafamın dışına açmak.

Susmak bir. Bakmak. Kulak vermek. Kim oradaki? Onun yaşam alanı nasıl bir kafa yapısıyla sınırlı?

Bölünmemiş dikkatimi sunmak.

*
Yer açmanın anlamını ben kendi hoyratlıklarımın, özensizliğimin, aymazlık ve kayıtsızlığımın yankılarından, yansımalarından öğreniyorum.

Geri dönüp kendimi (sürekli bir ben-ben-ben- ilanı) boca ederek boğduğum anlara, kaçırdığım fırsatlara suratım buruşarak baktığımda.

Zihnin matahmış gibi yaşadığım lanetini tersine çevirme esini öyle geliyor.

*
Yer açmayı öğrenip tadına vardıkça boşluğun anlamı değişiyor.

Kaçıştaki zihnin yüklediğinin tam tersine dönüşüyor.

Yoksulluk, yoksunluk değil. Kafa içi kalabalığının askıya alınışıyla tazeye, bilinmeyene, potansiyele açık. Hayatın gevişi getirilen imgeleri, simgeleri yerine kendisiyle dolu.

Boşluğun böylesinin tadına vardıkça değeri de artıyor.

Onu ortaklaşan bir mevcudiyetle, dikkatle paylaşma özlemi. Yoksa da kendi kendine yaşama isteği.

Doluluk, zenginlik denilen şeyler maddi tüketimin zihinsel, duygusal karşılığı gibi gelmeye başlıyor. Faaliyet, nesne, ilişki bolluğu gözümde sığlaşmaya. Körüklendikçe doyum değil, daha fazla açlık, bağımlılık, dürtü kontrolsüzlüğü getiren bir zorlanım gibi görünmeye.

Boşluğu takdir etmeyi kendimden başlayarak öğrendikçe o dolarken doluluk boşlaşıyor.

Bu tersine çevriliş, yaşam alanları kafalarının içiyle sınırlı insanlar kalabalığından öteye bir yol olur muydu acaba?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder