Denize sabah er vakit gidiyorum. İn cin, martı karga,
kedi köpek, kapı önünü sulayan bir iki çalışan belki ve ben. Su ilk değişte
soğuk gelse de beden hemen alışıyor, kendinden biliyor. Az tuzuna, daha uzun süren
serinliğine de alıştım. Geniş bir alanı çevirdiler, jet skilerin, şişme
botların altında kıyma oluverme korkusundan uzak yüzmek iyi. Deniz büyük nimet.
Bakması, yanında, hele içinde olması. Bir kefeye onu koysam karşısına yığacağım
ne çok şey olur. Şifa ve gıda.
Horozla martıyı (ne hoş bir bileşim) aynı anda
dinleyerek sakin sakin yüzerken koya bakıyorum. Dibinden ilerlediğim güvenlik
şeridinin karşısı silme tekne. Ben diyeyim 20, sen de 30. Yelkenliler, motor
botlar, boy boy, biçim biçim. Yeri ama guletti, tirandildi görünmüyor. Şeridin
bu yanında bir başıma, imparatorluk donanmasının kıstırdığı bir korsan kayığı gibiyim.
Arkamı dönüyorum, dağa taşa tırmanan evler,
halk plajının kurtarılmış kumsalı yanında iskelelerden uzanan sıra sıra, renk
renk şezlong.
İnsandan yana boş ve sessiz ama ne kalabalık!
Gözüm daralacak olduğunda, onca yıl fotografla boşuna
uğraşmamışım, odak kaydırıyorum.
Hala berrak ama teknelerle artık kristal gibi
olmayan pazensi Ege mavisinde balıklar. Güzelim kayalık tepeler. Okaliptusu,
çamı, makisi, palmiye, begonvil ve kaktüsleriyle yeşil öbekleri.
Biraz daha derinde, beni öteden beri buralara
bağlayan, zenginliği söze gelmezliğinde o his.
Kalabalık geçici.
O his baki.
Ciğer dolusu şükranla çıkıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder