Korkuteli üzerinden inişte sağ yanda olanca haşmetleri, birbirine baskın çıkan dış hatlarıyla beliren Bey Dağları, Antalya’da tüm o menekşe mavisiyle bir anda ufukta yükselen denizden önce nefesimi keser.
Güney yolunda bir kez daha
ayağım yerden kesildi. Kanıksanır bir görkem değil bu. Büyük, çok büyük bir
şey. Eskiler boşuna tanrılarını orada bilmemiş.
Olimpos!
Daracık sınırlarıyla
insana kendisinden ötenin esinini veriyor, varoluşun uçsuz bucaksız derinliklerinden
ölümlü kulağının duyabildiği bir fısıltının görsel gümbürtüsünü.
Sonra bakışın yeryüzüne
iniyor. Batı Torosların eteklerinde ayrık otu gibi bitmiş ruhsuz bloklara,
dolup taştıkça sırtını dağlara dönüp gözlerini yumarken şamatadan başka şeyin
yükselmediği ağzını açan şehre..
Yenimden çekip kendimi
geri getirdim, sen gözünü telefondan ayırma, dedim, şu oteli bulalım, esrimeye
kaldığımız yerden devam ederiz, olur mu?
Muratpaşa’da daha önce
kalmıştım. Kaleiçi’ne yürüme mesafesi. Oteli orada seçtim -fiyatı 800
küsurdan 300’ün altına düşmüş görünüyordu, adı da Expo ve Royal! Royal ticari
bir abartı olsa da expo (sonuçta şehirde vuku bulmuş bir etkinlik) gerçekçi bir
beklenti uyandırıyordu.
Neyse, GPS geniş bir
sokağın üzerindeki otele kolayca getirdi. Apartman bozması binaya girdim. Üç
Ortadoğulu genç adamın arkasında sıraya girdim. Duvarın dibinde yan yana konmuş,
finodan az büyük iki aslan figürüne gözüm o vakit takıldı. Oracıkta unutulmuş iki
kovadan farksızlardı, biri altın, diğeri gümüş rengine bulanmış. Köşedeki kabul
tezgahından kalan yere lobi diyeceksek, orayı dolduran deri taklidi (talihsiz
bir estetik ameliyata kurban gitmiş dudaklar gibi şişkin) koltuklar ne kadar
iriyse, orada ne yaptığını hiç anlayamadığım bu aslanlar o kadar ufak.
Tek kişilik asansörle
odama çıktım. Kapıyı açtım, önümde dar bir geçit belirdi ve iki üç metre ilerde,
üst tarafındaki pencereyle karşısındaki duvarda sona erdi, devam edip sağa
dönünce geniş bir yatak ile tek tarafındaki yarım metrelik boşluk ve ucundaki
banyo ile “odaya” geçtim.
Banyonun eğri musluklu
lavabosu aşağı yukarı dizkapağım hizasındaydı, eğilmek bayağı bir egzersiz.
Epeydir bu kadar
gülmemiştim ama bu sonunda.
Daha çok vakit vardı.
Çıktım, otelin isminde palace ve star olan emsallerinin de bulunduğu sokaktan aşağı
yürüdüm. Envai çeşit nargile, tömbeki, sarma tütün, kaçak çay satıcılarından
yayılan baygın kokularla helyum gazından “bebek şekerlerine,” mevlit adetlerine
eklemlenmiş bebek kutlamaları, doğum, kına günü ıvır zıvırı satıcılarının
önünden geçip tramvay yoluna indim, kalabalığa karıştım. Büyük boy Mark
Antalya alışveriş merkezi, cephesinin betebe’yi andıran renk dizilimiyle
çirkinliğe kişiliksiz bir sıcaklık katmış. Tanımadığım uzun, geniş bir yaya
yolundan (adını birkaç kişiye sordum, omuzlarını silkip biz Kapalı yol deriz
dediler -alt ucunda kocaman bir levhasını yapmışlar: Kazım Özalp Caddesi imiş
ama insanlar yerleri bildikleri gibi adlandırıyor, bence iyi de ediyorlar)
kaleiçine vardım.
Burası iyi. Bütün
turistikliğine rağmen ölçeği ve ikametten daha başka bir şey anladığımız devri
hatırlatan biçimleri ile insanı yeniden Bey Dağlarıyla baş başa bırakıyor.
Yaşlı (belki benden genç),
hürmetkar bir garsonun hizmet ettiği “tarihi” bir kebapçıda oturdum (bahşişi
sadece hesabı getirip sırıtarak bekleyen orta yaşlı bıçkını geçip ona verdim).
Aynı yoldan geri dönerken
ruhum karardı. “Böylesine tanrısal bir konumda bu kadar ucuz, alelade bir
şehir!”
Duvar dibindeki biri altın
diğeri gümüş, unutulmuş aslanlar ve dişlerimi fırçalamak için yerlere kadar
eğildiğim lavabo beni yuvarlandığım yamaçlardan geri getirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder