10 Mayıs 2022 Salı

OLİMPOS’TAN YUVARLANMIŞ

Korkuteli üzerinden inişte sağ yanda olanca haşmetleri, birbirine baskın çıkan dış hatlarıyla beliren Bey Dağları, Antalya’da tüm o menekşe mavisiyle bir anda ufukta yükselen denizden önce nefesimi keser.

Güney yolunda bir kez daha ayağım yerden kesildi. Kanıksanır bir görkem değil bu. Büyük, çok büyük bir şey. Eskiler boşuna tanrılarını orada bilmemiş.

Olimpos!



Daracık sınırlarıyla insana kendisinden ötenin esinini veriyor, varoluşun uçsuz bucaksız derinliklerinden ölümlü kulağının duyabildiği bir fısıltının görsel gümbürtüsünü.

Sonra bakışın yeryüzüne iniyor. Batı Torosların eteklerinde ayrık otu gibi bitmiş ruhsuz bloklara, dolup taştıkça sırtını dağlara dönüp gözlerini yumarken şamatadan başka şeyin yükselmediği ağzını açan şehre..

Yenimden çekip kendimi geri getirdim, sen gözünü telefondan ayırma, dedim, şu oteli bulalım, esrimeye kaldığımız yerden devam ederiz, olur mu?

Muratpaşa’da daha önce kalmıştım. Kaleiçi’ne yürüme mesafesi. Oteli orada seçtim -fiyatı 800 küsurdan 300’ün altına düşmüş görünüyordu, adı da Expo ve Royal! Royal ticari bir abartı olsa da expo (sonuçta şehirde vuku bulmuş bir etkinlik) gerçekçi bir beklenti uyandırıyordu.

Neyse, GPS geniş bir sokağın üzerindeki otele kolayca getirdi. Apartman bozması binaya girdim. Üç Ortadoğulu genç adamın arkasında sıraya girdim. Duvarın dibinde yan yana konmuş, finodan az büyük iki aslan figürüne gözüm o vakit takıldı. Oracıkta unutulmuş iki kovadan farksızlardı, biri altın, diğeri gümüş rengine bulanmış. Köşedeki kabul tezgahından kalan yere lobi diyeceksek, orayı dolduran deri taklidi (talihsiz bir estetik ameliyata kurban gitmiş dudaklar gibi şişkin) koltuklar ne kadar iriyse, orada ne yaptığını hiç anlayamadığım bu aslanlar o kadar ufak.

Tek kişilik asansörle odama çıktım. Kapıyı açtım, önümde dar bir geçit belirdi ve iki üç metre ilerde, üst tarafındaki pencereyle karşısındaki duvarda sona erdi, devam edip sağa dönünce geniş bir yatak ile tek tarafındaki yarım metrelik boşluk ve ucundaki banyo ile “odaya” geçtim.

Banyonun eğri musluklu lavabosu aşağı yukarı dizkapağım hizasındaydı, eğilmek bayağı bir egzersiz.

Epeydir bu kadar gülmemiştim ama bu sonunda.

Daha çok vakit vardı. Çıktım, otelin isminde palace ve star olan emsallerinin de bulunduğu sokaktan aşağı yürüdüm. Envai çeşit nargile, tömbeki, sarma tütün, kaçak çay satıcılarından yayılan baygın kokularla helyum gazından “bebek şekerlerine,” mevlit adetlerine eklemlenmiş bebek kutlamaları, doğum, kına günü ıvır zıvırı satıcılarının önünden geçip tramvay yoluna indim, kalabalığa karıştım. Büyük boy Mark Antalya alışveriş merkezi, cephesinin betebe’yi andıran renk dizilimiyle çirkinliğe kişiliksiz bir sıcaklık katmış. Tanımadığım uzun, geniş bir yaya yolundan (adını birkaç kişiye sordum, omuzlarını silkip biz Kapalı yol deriz dediler -alt ucunda kocaman bir levhasını yapmışlar: Kazım Özalp Caddesi imiş ama insanlar yerleri bildikleri gibi adlandırıyor, bence iyi de ediyorlar) kaleiçine vardım.





Burası iyi. Bütün turistikliğine rağmen ölçeği ve ikametten daha başka bir şey anladığımız devri hatırlatan biçimleri ile insanı yeniden Bey Dağlarıyla baş başa bırakıyor.






Yaşlı (belki benden genç), hürmetkar bir garsonun hizmet ettiği “tarihi” bir kebapçıda oturdum (bahşişi sadece hesabı getirip sırıtarak bekleyen orta yaşlı bıçkını geçip ona verdim).

Aynı yoldan geri dönerken ruhum karardı. “Böylesine tanrısal bir konumda bu kadar ucuz, alelade bir şehir!”



                                            


Duvar dibindeki biri altın diğeri gümüş, unutulmuş aslanlar ve dişlerimi fırçalamak için yerlere kadar eğildiğim lavabo beni yuvarlandığım yamaçlardan geri getirdi.




 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder