Sonunda derlediğim domuz pembesi yarım kapak karton dosya
kolumun altında, öğleye doğru sular idaresinin yolunu tuttum.
Kroki geçen haftaki incelemeden aklımda kalmış, nasıl
gideceğimi üç aşağı beş yukarı biliyorum diyordum. Epey bir yol gittikten sonra
yanlış yerden sapıp imkansız bir noktaya vardığımda hayli aşağı, beşten de
çok yukarı bilmiş olduğumu anladım.
Sorduğum belediye işçilerinin yanlış olduğunu sezdiğim
tarifine yine de uyarak çizdiğim çok geniş yayı, canlandırdığım ilkel harita
üzerine akıldan çizerken yüzümde donuk bir gülümseme belirdi, başlangıç
noktasına döndüğümde iyice yayıldı. “Elle yap deseler dünyada beceremeyeceğim
güzel, devasa bir fiyonk oldu bu!”
Sakindim. Oysa sabah ne kadar diken üstünde. Görünürde
ıvır zıvırdan öte nedeni olmayan o varoluş dikenlerinden biri çatal çatal içime
saplanmış, kanırtarak bir o yana bir bu yana çevriliyordu. Sinirleri açığa
çıkmış bir azı dişi gibi dolandığın sabahlardan. Öfkesiz ama esintiyle bile
kamaşıp kendi üzerine kapandığın, anlamadığın, kaynağı belirsiz bir korkuyla
dehşetin eşiğinde çömelip kaldığın.
İzliyordum bir yandan. İşleyişini izlemenin heyecan
verdiği şey zihin –görünmez bir paniğin pençesinde olduğunda bile.
O amansız bulanıklık, yetileri kaybetme, canlı canlı
gömülme duygusu usulca dağıldı. Yerini telleri kesilerek etkisiz hale
getirilmiş bomba sükuneti aldı. Aydınlık beyaz, yeknesak, opak. Fiyongu bu
halle çizdim.
Mutat kaçış dürtüm başını gösterdi: Arabayı şurada bir yerde
bırakıp taksiye atlasak? Kendine muhatap bulamayınca sustu, bir daha konuşmadı.
Sırtımı yasladım, başımı geriye attım. Akşama kadar
dünyanın vakti var, bir şekilde bulacağız. Sadece yolda olmak vardı. İten
çekeni olmayan bu sükunetten sakin bir tat almaya başladım.
İlk döndüğüm yeri geçtim, sabırla devam ettim. Doğru
sapak geldi. Hedefi gösteren de, bir arkadaşımın “yoksul renkleri” sınıfına
sokacağı çivit mavisi oldu. Koca binanın üzerinde avaz avaz bağırıyordu. Zevkini,
geriye dönüp horlayarak baktığı köylülük-taşralılıkta
bileyen şehirli elitin pis bir koku almış gibi burun kıvıracağı o mavi. İçimde
her şey gibi o elit de susmuş, ilk kez görür gibi baktığımda duygusu ne başka. Kimliklerden,
onlara atfedilen girift ilintilerden özgür. Renklerden bir renk işte. Ne bir
eksik ne bir fazla. Direksiyonu ona doğru kırdım. Öğle molasından az önce
içerisi neredeyse bomboştu. İçim kadar boş. Sıram hemen geldi. Tırnakları başka
bir maviye, eline beklenmedik bir para geçmiş bir delikanlının arabasında
görmekten sevinç duyacağı metalik bir tonuna boyalı genç bir kızın karşısına
oturdum.
Değişim ne zaman geldi? Bilemiyorum. Ufak ufak ilerleyip
ancak devrilme noktasında dikkat çeken değişimlerden işte. Ama yakın bir
geçmişe kadar dış görünümümü bile bu yaştakilerle bir hissederken artık öyle
gelmiyor. Rahatça anneleri olabileceğim farkındalığı ağır basıyor. Sırf genç
olmanın okkalı özgüveni yerini bunu kaybetmenin neredeyse mahcubiyetine
bırakmış. Kendinin fazlasıyla farkında.
Kızınsa karşısında bir gergedan, orta boy bir çınar
ağacı, bir kasa gazoz duruyor olabilirdi. Toplamamın haftalar sürdüğü
belgelere mutlak bir kayıtsızlıkla baktı, yeniden baktı. Doldurmam için bir
form uzattı. Eksik gedik olabilirdi. Devlet dairesi dediğin bir kara delik.
Birkaç kez daha gidip gelmem gerekebilir. Yapacağımı yapıp senaryolar yazmadım.
Batak bir çukura düştüğüm hissine de kapılmadım. Bir an sonrası yoktu. Sadece
bu an. Neyse de o. Kız ne kadar uzaksa ben o kadar geniş.
Sonunda başını kaldırıp siz burada yaşamıyor
görünüyorsunuz, dedi. An önce baktığı bilgisayar ekranı olmamış olsa “Nereden
anladınız?” diye sorardım.
İkametgah belgesi almam gerekiyormuş.
Peki deyip çıktım.
Fiyonk yerine ipi çözülmüş bir yay çizerek dönüş yoluna
koyuldum.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder