18 Haziran 2017 Pazar

TERK

Seher vakti aşağı indiğimde kediyi ürkmüş, telaşlı buldum. Algıladığı tehdit ne ise ona odaklanmış, okşamamla pek yatışmadı. Bir süre sonra kulağıma ince miyavlamalar geldi, yukarı çıkıp baktım ki yavrusunu bize getirmiş. Yavrularından birini. Diğeri komşunun boş çiçekliğinde kıvrılmış kalmış.

Merdiven altına bir havlu yaydım. Bahçeden de toprak getirip terasın köşesine döktüm. İşte yatak, işte hela. Hoş geldin! Ama içim ötekinden, bırakılandan yana fena halde buruldu. Kendime takılarak hafife almaya çalıştım: “Çocuğun olmamış, isabet. İlk aksilikte ölürdün herhalde.” Dalga geçilen yanım gevşemek bir yana, gerildikçe gerildi ve birkaç saat içinde kendimi el işi bir cehennemde buldum.
*

Kediyi kucaklayıp deli gibi debelenmesine aldırmadan, yavrularının yanına tırmandığı pergolenin saçağına bıraktım. Hadi, git, ötekini de getir! Saçma, umutsuz bir hamleydi tabii, dehşet içinde yere atlayıp kaçtı.

Müdüriyete gidip merdiven ve adam istedim. Hayvanat bahçesi adı altında yaptıkları tel kafese çığlık çığlığa ötüşüp çırpınan yerel kuşlar dolduran yönetimin müdürlüğü. Talebim müdür beye iletilmiş, işçiler müsait olduğunda gönderilecekmiş.

Döndüğümde bize taşınan yavru duvarın kenarındaki açıklıktan balta girmemiş orman sıklığındaki hanımeline dalmaktaydı. Anası boynundan tutup çekti. Ben açıklığı kapayacak bir şeyler aranırken o bir daha, bu sefer bitkinin iyice derinlerine giriverdi. Direşken sarmaşığı zorla yana ittiğimde çiçekliği altından çevreleyen girintiye saklandığını gördüm. Uzandım, dış tarafa kaçtı. Ön patileriyle tutunmuş, geri kalanı aşağı sarkıyordu. Canlarının 9 olmasına sığınıp sopanın ucuyla dürttüm, düşürdüm. Sabrım taşmış, kızgın, inip yakaladığım gibi çıkardım, aptal aptal dolanan anasını çağırdım. Koşup yalamaya, yatıştırıp emzirmeye koyuldu.

Daha düne kadar içimden oluk oluk sevginin aktığı bu varlığa soğumuş, uzaktan baktım.

Ortalık yatıştığında her zamanki gibi bacaklarıma sürünmeye, onunla yaptığım gibi benimle konuşmaya, kendi yere atıp bağrını açmaya başladı. Ama buz gibiydi içim.

Duygularımız ne çok varsayıma dayalı. Aynı dili konuştuğumuz, aynı öncelikler / “değerler” aleminde olduğumuz, aynı şeylere aynı ağırlıkları verdiğimiz, bunların benzer dürtüler oluşturduğu varsayımına..

Bambaşka nirengilere, işletim sistemlerine sahip varlıklara (aslında hepimiz, her şey öyle değil mi?) sevgi, şefkat, merhamet duyabiliyor musun? Bir kediye mesela? Yaptığı doğal elemenin hiç değişime uğramamış süzgecine göre hareket etmekten ibaretken davranışını insanlaştırmadan izleyebiliyor musun, duyguların değişmeden kalabiliyor musun?

Ter içindeydim, gidip denize girdim. Kafamdaki basınç azaldı biraz.

Bir kalıp buzu çiğnemeden yutmuşum gibi bir mideyle uzandım.

Aşırı bir tepki hiçbir zaman o anki nesnesiyle sınırlı değildir. Ruhun zangırdadığında nerelere geri gittiğine bak!

Yarı uykuda imgeler üşüştü. Boş çiçekliğin köşesinde kalan yavru.. Ve Nuriye Gülman! Biçimden biçime girip girdaplarına kendi terk ve terk ediliş, ilişkilenmeme öykülerimden fragmanlar da katarak dalga dalga saldırdılar.

Perişan uyandım. Her daim yardıma gelen Ali ustayı işi gücü arasında aradım. Kısa bir merdivenle gelip çiçekliğe uzandı. “Daha alır annesi. Biz çıkarıp yanlış bir iş yapmayalım. Keyfi yerinde görünüyor.” Doğa adamı olan oydu. Hem alsak ve ana reddetse nasıl bakacağız? Ölü ya da diri oradan indirmemiz gerekecek. Ama belki iyisi ölüme bırakmak. Neden güvenemiyorum ki doğaya? Neden güvenemiyoruz? İlle de yaşatma inadını sevgiyle, sevgiyi terk etmemekle bir tutuyoruz? Gereğini haliyle yerine getiremedikçe canımıza okuyan –hayatı, bağlılığı, sevgiyi- bütün o idealleştirme nereden geliyor?

Tepkin nesnesiyle değil, senin kendi fizyolojik halinle belirlenir diyordu bir usta. İçim fokur fokur fokur. Sancım nereden geliyor farkındayım.

Salamamaktan, olanı olmaya bırakamamak ama hiçbir şey de yapmamaktan. Senin o hale getirdiğin beden kendini er geç toparlıyor, daha sakin bir uykudan ertesi gün yatışmış kalktım.

Tut ki yavru kurtuldu. Ne için? Nice avınkine mal olacak birkaç yıllık zorlu kedi hayatı mı? Olmasa ne olur? Ama bu, hayat olmasa ne olur sağır duvarına varmıyor mu? Hanımeli sıklığında dokunması gereken (yoksa hakikaten, ha var ha yok, fark ne ki?) yaşama tartışmasız bağlılığı kemirecek bir lağım faresi atağına?

Neyse ne, yapabileceğini yap, oradan yavrunun dirisini çıkart, sonrası Allah kerim olduğu gibi diğer seçenek de pek iç kaldırıcı dedim. Markete gidip tırmanıcı bir çırak göndermelerini istedim. Merdiven hazırdı. Çırak geldi, yavruyu elime verdi. Anası yana yakıla, onu orada terk eden kendisi değilmiş gibi yanına koştu. Şimdi üçü sarmaş dolaş.
*

Sabah Facebook geçmişte paylaştıklarımdan şu alıntıyı hatırlatıyordu:


“Antropolog Clifford Geertz şöyle yazıyor: ‘İnsan, kendi eliyle dokuduğu anlam ağlarına dolanmış bir hayvandır.’ Yani, yaşadığımız dünya pek öyle kayalar, ağaçlar ve fiziksel nesnelerden oluşmuyor. Bizimki bir hakaretler, fırsatlar, statü sembolleri, ihanetler, aziz ve günahkarlar alemi.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder