Bahçede beyaz bir kelebek misali neşeyle oynaştığımın gecesi sancılandım. Bağırsaklarıma beton bir perde indirilmiş gibi tuhaf bir ketlenme ve bunu delmeye çalışan etin bıçaklanırcasına kasılmaları. Ter içinde iki büklüm, Kazıklı Voyvoda’nın kurbanları hayalimde canlandı. Bana oturtuluyormuşum gibi gelen kazıklarla onlarınki arasında çap farkı vardı sanki, o kadar.
Kıyamet midenin altında
kopuyor, Allahtan onu da içine çekmiyordu. İki gün uyku ile uyanıklık arası,
bulanık geçti. Güneş yükseliyor, kavuruyor, gölgeler uzuyor, akşam oluyor, uyuklarken
kendine tutunacak bir dünya yaratma telaşındaki zihnin saplantılı tekrarlarında
bitap düşüyordum. (Kafamda durmadan flüt çaldım, beden hareketlerini, sancıyı
notalara döküyordum; dörtlük, sekizlik, on altılık notalar, uzatma işaretlerine
aman dikkat!) Ne zihni ne bedeni susturamasam da katıksız bir teslimiyette
biraz rahat vardı. Ne kadar iyiydim, bu da nerden çıktı şimdi değil, şimdi de
bu var.
Üçüncü gün biraz netleştim.
Ekmek-baldan başka yiyebileceklerime gözüm açıldı. Sıvı alımını artırıp
çeşitlendirdim. Biraz aşağıda da oturabiliyordum. Denize gidip dönenlerin
önümden geçen artık apayrı alemi. Yeşillikler, kediler. Kafamdaki flüt
kesiliyordu.
Rahatsızlık ne kadar
yerinde bir ifade. Çarklar arasına giriveren bir kum tanesinin düzen dışına
gürültülü bir savruluşa yol açışını ne güzel dile getiriyor.
Bana sadece yol
göstermeyen, perspektif de getiren doktor arkadaşımın önerisini uyguluyorum.
Ağrı kesicileri kes, bırak ateşin yükseleceği kadar yükselsin. Bedeni yiyip
içtiğinle yormadan destekle ve yolundan çekil, işini yapsın.
Bugün sekizinci gün.
Bağırsak florasını düzenleyen iyi bakteri saşeleri, arada hep uyku ve ine çıka
süren orta ateşte ine çıka bir yolculuk.
Hastalık değil, rahatsızlık.
Bir teslimiyet pratiği.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder