Kasım akşamının gönülsüz son ışıkları da çekildiğinde irili ufaklı mumları yaktım. Kesintinin birkaç saat sürmesi olmamış şey değil. Birazdan gelirdi herhalde. J.M. Coetzee’nin Utanç’ına daldım. Loşluğu, vasat çeviriyi geçip gittikçe daha derinlerine.
Velveleci, meraklı komşu merdivenleri iniyor, çıkıyor, kapıları güm güm vuruyor, sesi sinirlerim üzerinde reçinelenmemiş keman yayı gibi sekiyordu. Sıra bana geldiğinde fırladım. Alnımda, ışığı öfkeli bir tek boynuz gibi ileri atılan tepe lambası ve hışımla kapıyı açtım. (Bir adım geri sıçramasına, neye uğradığını, kapının hangi tarafında olduğunu şaşırıp “Buyrun?” demesine sonradan durup durup güldüm. Ezilip çiğnenerek dişlerimin arasından medeni bir tıslama olarak çıkan kendi orantısız tahammülsüzlüğüme de.) Kitabıma döndüm.
Bağıra çağıra binaya girip çıkan tamirciler işitmediğim soruyu “Artık yarına!..” diye yanıtlayıp giderken kafamı kaldırdığımda elektrikle birlikte eksilen diğer şeyleri ayrımsadım.
Sıcaklık. Kalktım, su ısıtıp termoforu doldurdum.
Sesler. Termostatı sarsıla titreye çalışıp duran buzdolabının mırıltısı. Kalorifer kazanının bütün seslere yumuşak bir astar çeken yaygın, düzenli, çıkıntısız uğultusu. Boruların takırtı, çıtırtıları. Halojen lambanın vızıltısı.. Elektriğin peşi sıra getirdiği, mekanları dolduran tüm o sesler. Onların alışılmış kozalıkları aradan çekildiğinde dış seslerin gelişi de farklılaşıyordu. Yokuşu inip çıkan arabalar, gelen geçenin konuşma parçaları, vapur düdükleri, ezan, sirenler. Dışarıda, aralarında olmadığın, dengeleyici kendi seslerinden boşalmış bir “içeriden” duyduğun sesler. (Bir ara biraz müzik dinledim. Kesinti daha birkaç saatlikken. Kulağım henüz öteki taraftaydı, çitin alışılmış yanıyla hala dolu. İkinci akşam da geçer, gece kendi sesleriyle sivrilirken müzik uygunsuz gelmeye başladı. Coetzee’nin Utanç’ı bitti; şimdi kulağım da zihnim ve içim gibi çitin beri yanında. Elektrikle birlikte türdeşlerimle bağım kesilmiş, karanlığın, sessizliğin gayri şahsi boşluğunun derinliklerine yabani bir zevkle gömülüyorum.)
Ve zaman. Elektriksiz, emziksiz, oyuncaksız, uyuşturucusuz çıplak zaman. Ne kadar farklı geliyor. Bereketli. Varlık hissinin alabildiğine yankılandığı derin, geniş bir mağara gibi. Sarıcı. Kuşatıcı. Arkaik.
Kesildiğinde aklım elektriğin getirdiklerindeydi. Kesinti uzadıkça götürdüklerine kayıyor.
Dışarıda kazma sesleri çoktan durdu.
En az bir gece daha bu unutulmuş mağaradayım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder