12 Kasım 2012 Pazartesi

ÖLÜMÜN SAKINCALARI VE YARARLARI


Umberto Eco’nun başlığı bu olan denemesini ağzım kulaklarımda okudum*. Eco dalgasını tatlı tatlı geçerek düşsel muhatabına (öğütlere gereksinen toy biri) ölme fikrinin neden can sıkıcı olduğunu açıklamakla başlıyor. Sen giderken partinin devam ettiğini, daha da edeceğini düşünmek hoş değil tabii. Görkemli gün doğumları, kutlamalar, savaşlar, aşk.. Sensiz sürecek bütün o hareket. Ve ölüme hazırlığın en kestirme uzun yolunu gösteriyor: Aslında herkesin aptal olduğuna uyanmak. Böylece gözün arkada gitmezsin. Ama öyle vaktinden evvel de uyanmamak ki hayatı yaşayabilecek kadar ciddiye alasın.


*

Ertesi sabah kitabın yanında, okusun diye verdiğim babamın notunu buldum: “Ölüme hazır olamayışın nedeni bence insanın kendi gerçek varlığının cahili olmasıdır.”

Babam sırtını bilim-teknolojiye dayamayan bir geçmişte büyümüş. İnsanların hayat bilgisini de bilgeliğini de ilk elden devşirdiği bir ortamda. Vakti gelenlerin “dibine varan mum gibi” söndüğü, emaneti debelenmeden gönüllü teslim ettiği. Ama vakitli-vakitsiz, ölümün yabacılaşıp kaçılan, öyle uzun boylu korkulan bir şey değil, sürecin iç içe yaşanılan doğal sonucu olduğunu göre göre.

*

Sakıncası şenliğin ortasında çıkmaksa ölümün yararlarını sadece bize bahşedilmiş bir ölümsüzlük hayal ederek ortaya çıkarabiliriz diye devam ediyor Eco. Sürüp giden bir yalnızlık. Sayısıyla birlikte verdiği zevk de seyrelen keşifler. Hayatın kıyısına itilmek..

Sonra biraz ciddileşerek, ömür boyu yığdığı birikimin kendisiyle birlikte yitip gidecek oluşunun uyandırdığı hüzünden dem vuruyor. Sadece kendi kafasında kurulmuş benzersiz bağlantılarla içinden geçip gitmiş onca izlenimin. Bunları artık kimseye iletemeyecek olmanın.

Kalemimi çıkarıp defterimi açtığım bu kır kahvesine gelirken önüme bir düğün arabası çıktı. Arka camına yapıştırılmış kalp biçimli kağıtta “Hasretime kavuştum” yazılıydı. Tatile pek az çıkan içimdeki editör, yüzünü bu kötü kurgu karşısında limon yalamış gibi buruşturdu, sonra da güldü. Ya biri ya öteki. Ama diğerinin yokluğundan doğan bu iki şey aynı anda var olamaz. Birine dokunduğun an öbürü artık yoktur.

“Bizden sonrasını” da hasretimize kavuşma mantığı ile tasavvur etmiyor muyuz? Ölümle birlikte yarım kalanların, ortasında çıkılan cümbüşün, artık paylaşmayacak olduklarımızın acısını çekecek bir özne olacakmış gibi.

*

Kaldı ki şu sonlu yaşama bile hakkını ne kadar verebiliyoruz ki gözümüz sonsuzlukta? Gönlümüzden ölümsüz olmasını geçirdiğimiz tatlı anları, kaçınılmazca bunlara karışıp sonsuza dek uzayıp gidecek bütün o verimsizlik, savurganlık, düş gücü yoksunluğu, can sıkıntısı, karın ağrısı, sürtüşme ve çelişkilerle birlikte düşünmek.. Ölümün yarar ve sakıncalarını bir bakışta görmek değil mi?

*

Bana gelince.. Hayat denen büyük ikramiyenin, iğne deliğinden geçirilen deve misali her nasılsa “ben” olarak hissettiğim varlığa vurması tek başına yeterli fevkalade bir armağan göründüğünden ve yapı olarak hiç arsız da sayılmayacağımdan üzerinde durduğum bir kez elime geçmiş olması. Konuk edildiğim bir evde misafirliğimi ev sahiplerinin arzusu hilafına pervasızca uzatır mıydım? Hayır tabii. Yeterince hoşnut olmadığımdan mı? İlgisi yok. Gittikçe kıvamlanan bir tutkuyla yaşayabiliyorum ama yaşam/zaman teflon, ben teflon, yapışıp kalmadan.



*Yengeç Adımlarıyla kitabında.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder