19 Aralık 2011 Pazartesi

ÇEKEN BİLİR: SİNESTEZİK BİR SOHBET

“Alarmına da isim taktın mı?”

“Hayır. Alarm işte.”

“Murtaza olabilir bence, bekçiden.”

“I-ıh! Yumurta kokulu değil ki.”

“Murtaza yumurta mı kokar?”

“Tabii. Kokmaz mı? İşittikçe burnum düşer. Olacaksa alarma kireç beyazı bir ad gerek.”

“Süheyl?”

“Simsiyahtır o, içinde kızıl diller olan. Röfle atılmış saç gibi.”

“Sebastian (şu senin hayali uşaktan)?”

“Beyaz diyorum ya! Sebastian da haşlanmakta olan lahana kokululardan. Ve sarı-bej. Daha çok ölgün sarı..”

“Tamam pes! Manyak kadın, benim ne alakam olur isimlerin renkleri ve kokularıyla!”

“Ne tuhafsınız!”

.

15 Aralık 2011 Perşembe

ALARM!



Yanım yöremde kapılar hızla çelikleşirken ben (bunlara biraz da gizli bir burun kıvırmayla) aldırmadım. Felsefem onların kapılarından daha sağlam görünüyordu: Bildiğin tahta kapı hırsıza açık bir mesajdır. “Bak! Hiç sakınılmadığına göre bu kapının ardında zahmetine değecek bir şey yok.”

Kaldı ki diyordum, bu da hayatta bir kez açtığın alanı hızla dolduran, durmadan da fazlasını isteyen şeylerden. Cep telefonu, bilgisayar, Facebook gibi. Güvenlik fikri! Elini verirsen kolunu kaptırırsın. Verdiğinden çoğunu alır. İyisi mi kafandan, böylece hayatından uzak tutmak.

Fena gitmiyordu. Sokağa, apartmana, komşulara dadanan hırsızlar kapı gibi sağlam “mesajımı” on beş yıldır doğru okumuş, bir bana ilişmemişlerdi -ta ki sembollerden pek anlamadığı anlaşılan bir tanesi bu yakınlarda kilidi kurcalayana dek.

Peki. Eşeği bağlayacak daha sağlam bir kazık bulalım bakalım.

Güvenlik sistemi şirketini aradım. Daha keşfe geldiklerinde yüreğim daralmaya başladı: Pencerelere sensorlar (çelik makasıyla kıtır kıtır kesilip sardalye kutusu gibi açılıveren pencere demiri hikayeleriyle desteklenmiş). Hareket detektörleri (“Gece tuvalete kalktığınızda odanın şu tarafına geçer misiniz? Açısını ona göre ayarlayalım”). Bakkalın çırağının caniye dönüşeceği tutar da arka cebinden çektiği bıçağı gırtlağınıza dayayarak sistemi devreden çıkarmanızı hırlarsa istediğini yapar gibi görünüp aslında doğrudan polisi harekete geçirecek acil durum şifresi. İtfaiye, polis ve ambulansla bağlantılı “panik düğmeleri” (“Arzu ederseniz bunlara bastıktan sonra önce sizi arayıp teyit alırlar, bu adımı atlayıp düğmelere bastığınız an kapınıza gelmelerini de programlayabilirsiniz.”)

Düğmeler, şifreler, kodlar, 160 desibel şiddetiyle bir hata yaptığınızda siz ya da hırsız kardeşe feleğini şaşırtacak siren, fıldır fıldır dönüşünü hayra mı şerre mi yormalı, kararsız kaldığınız mavi uyarı ışığı. (Masalların hazine mağarasını koruyan zümrüt gözlü, alev dilli ejderi yerine 20 x 30 cm. beyaz plastik kutuya gömülü bu ışık! Gittikçe çaptan düşüyoruz.)

“Sistem” (ay, bir sistem daha!) gelip hayatımın, mekanımın orta yerine çöküverdi.

İçimden gelen, adamları kibarca gönderdiğim gibi ne kadar pencere varsa kapıyla birlikte ardına kadar açıp yere sırtüstü uzanmaktı. Onun yerine sözleşmeyi imzaladım.

Ertesi gün gelip etrafıma sıkı bir ağ gibi ördükleri kabloları döşediler. Elektriğe, telefon hattına bağlayıp hayata geçirdiler. Sistem yataktan doğrulmaya hazır Frankenstein gibi yavaş yavaş dirilirken ben kendimi onun boşaltacağı yatağa yığılıyor hissediyordum.

Artık “güvendeyim” ama özgür değilim: Korkudan, aldırmaktan özgür. İçi içe yedirten kurt, fikrimden cismime yerleşti. Oradan da fikrime daha fazlasını yaptırtmak için (çelik kapı, çelik kapının önüne demir parmaklık) elinden geleni ardına koymayacak.

*

İşlerini tamamlayıp gitmeden önce bütün bu salatanın nasıl işleyeceğini “kısaca” anlattılar. Karayipli şeften mango soslu, romda marine edilmiş pasifik tavuğu tarifi alır gibi kafa salladım. “Bilmek istediğiniz diğer konuları el kitabınızda bulabilirsiniz” deyip beni bu gönülsüz varılmış kaba, haşin kocayla gerdeğe girmek üzere baş başa bıraktılar.

El kitabına tembellik ve disleksi karışımı bir uzaklıktan baktım. (Elime aldığım birkaç yapraklık her kağıt malzemede yaptığım gibi kokladım tabii ama okumaya yeltenmedim.) Sistemi kurmadım. Ama plastik muhafazada el kitabıyla verdikleri çıkartmalardan birini (“Bu mekan filanca tarafından korunmaktadır”) balkonun dışına yapıştırdım. Güzel durdu.

Sabah firmadan sisteme katıldığım için bir tebrik mesajı geldi ama ben onu şöyle okudum:

“Alıp taktırdığınız, kullanamayacak kadar kafasız olduğunuz bu sistemin sizi ezoterik güçleriyle korumasını temenni ederiz!”

14 Aralık 2011 Çarşamba

POLARİZE

Fotografa gönül verdiyseniz hakkını da vermeye meylediyorsunuz.

Gidip filtreler aldım. Işığı alışılmıştan farklı süzüp gözü kapıldığı rehavetten silkeleyerek çıkaracak renkli şeyler. Ama asıl, bir polarize filtre ki az tutmamış parasına döne döne değiyor (çevrilebilen halkasıyla koyuluğunun ayarlanabildiği düşünüldüğünde kelimenin tam anlamıyla!).

Düz yüzeylerdeki yansımaları, aşırı parlamaları emiyor bu filtre. Işığı sıkılaştırıp yoğunlaştırırken görüntüyü netleştiriyor. Güneş vurmuş deniz, ışık alan camlar, yaygın ışıkla doygun gökyüzü, şaşaasından, görsel laf kalabalığından ayıklanıyor. Bin bir yansımanın aradan çıkmasıyla özne nasılsa öylece ortaya çıkıyor. Konu temiz, fazlalıksız, doğrudan bir ifade buluyor.

*

Çevirmekte olduğum kitabın yansıtmalara ayrılan “göbeği” çağrıştırdı. Şu polarize filtrelerin insan ilişkilerindeki dengi de varlığına değer.

Gemi azıya alan parlamaların, yansıtmaların kesilen önü. Yansıtma dediğiniz, kendiniz için arzuladığınızı ya da kendinizden beklediğinizi karşınıza ilk çıkan uygun taşerona havale etmek olarak özetlenebileceği için de, bununla alevleniveren tutkunun (peşi sıra gelen kaçınılmaz düşüşlerle birlikte) oyun dışı bırakılması.

Evet.

Bir insanı kendinizi, yansıtmanızı aradan çekerek seçmek, görmek, sevmek.

Temiz. Fazlalıksız. Doğrudan.

12 Aralık 2011 Pazartesi

EH

İnsanlığın halinden yakınan birine Zen hocası, tavuğa dönüşemeyen yumurtayı dert edinir miydin, demiş.

5 Aralık 2011 Pazartesi

ORMANDA MÜZİK

Cumartesi gününü doğada geçirelim dedik. Dördümüz düştük yola. Levent teybe Alaska ritüel müzikleri koydu. Kanım kaynayıverdi birden. Arkadan onun yepyeni bendirini aldım, başladım vurmaya. Bendir el değiştirdiğinde başka sazlar buldum kendime; ince plastik bardak, arabanın sert plastik kısımları, hatta arabayı kullanan Levent’in kafası.. Birlikteyken her zaman nasıl olmuşsak öyleydik yine; estiği gibi davranıyorduk, özgür. Biri bendir çalıyor, biri uyuyor, öteki kendi yolculuğunda, biri de müziğin içine düşmüş..

Yolu kaybedince asıl niyetlendiğimiz yerden vazgeçmek zorunda kaldık, benzinimiz bitmek üzereydi. Onun yerine Tekke Dağ diye bir yere saptık. Kendimizi karlar içinde bir çam ormanında bulduk. Çıktık dışarı, müthiş bir soğuk! İnin cinin top oynadığı ormanda yürümeye başladığımızda göğün sabahtan beri süren bozluğu aydınlanıverdi birden. Aman ne hoş! Hoplaya zıplaya tepeye tırmandık, içimizde ritüel müziğinin titreşimleri. Her şey müzik aleti olabilir, dedim. Biri açılmış, diğeri kapalı iki kozalak aldım yerden, birbirine sürttüm. Güzeel! Aynı şeyi ikisi de açık ya da kapalı kozalaklarla denedim. Sonra dal parçaları vs bir sürü şey bulduk sazlaşan. Durduk, kendi müziğimizi yapmaya koyulduk. Biraz ilerde, bir kar adacığının içinden geçen Levent’in botlarından da müzikleşiverecek sesler geldi; şimdi işin içine ayaklarımızı da katmıştık. Kar üzerinde dairesel yerli dansları.. Melodi? Bunca ritmik çıkışa taban olacak uzunlu kesikli, birleştirici bir melodi fena olmazdı, evet. Ortak ruha uygun bir şey ıslıklamaya başladım, o an oluşan bir müzik. Yaşasın! Müthiştik. Ne sınır vardı doğayla aramızda, ne engeller. Yaşam, hissediş ve oluş. O kadar. Kahkahalar yükseldi içimizden. Tepeyi gerisin geriye indik. Mavileşen havadan incecik, kristalsi bir kar serpintisi, ışıyarak geldi geçti. Yerlerde pas rengi küçücük mantarlar, toprak yumuşacık. Arabada içimizden bir kez daha yükselen müziğe bendiri de kattığımızda güneş az ötemizde iyice çıktı bulutlardan ve yerde üzerimize doğru gelen ışıklı bir leke oluştu. Dokunduğu her şeyi canlandıran bir ışık parçası.. Enfesti. Sözcüklerin ötesinde dokunuyorduk birbirimize ve her şeye. Işığın parçası gibiydik.

*

(Eski yazılardan.)

4 Aralık 2011 Pazar

ÜÇ YIL ARADAN SONRA İSTANBUL

Üç yıl aradan sonra kalktım İstanbul’a gittim. Benim İstanbul duygularım kentin kendisi gibi yanar-döner, sevgi-sevmeme, ürküntü-çekim.. bir arada. Ama bu kez şehre girişte çarpıcı gelen çirkinliğe duyduğum tepki dışında ürküntü yoktu; kendimi hiç sakınmadan İstanbul’un içine düştüm. Büyülendim, sarhoş oldum.

İstanbul’da belediye otobüsüyle dolaşmayı seviyorum. Sırtüstü çimenlere uzanıp gündüz düşleri görmeye benziyor. İnsanı alıp götüren bir görüntü ırmağı. Bir seferinde Karaköy’de inip Galata’nın arka sokaklarından, bayıldığım hurdacı, hırdavatçıların arasından Beyoğlu’na çıktım. Cephelere, vitrinlere baka, tadını çıkara yürürken bir yakınımın çalıştığı yüksek binayla burun buruna geldim. 17. kattaki ofisinden Sarayburnu’na bakış soluk kesiciydi! Galata kulesine kadar daracık sokakların eğrileri, alçak yapıların aralarındaki enli ensiz yeşil şeritler, kiliselerin çatıları, damların dalgalanan kiremit ovası. Sonra Haliç’in ağzı, karşıda tanıdık siluetleriyle Sarayburnu, ötede (“Yapıların üzerinde deniz! Tıpkı gravürlerdeki gibi.”) Marmara, gemiler, tekneler, bulutlardan süzülen huzmeler.. Ah! Işık değişimlerini oturup saatlerce seyredebileceğim bir yer.

Ertesi gün atladım otobüse, Eminönü’nde inip Mısır Çarşısının içinden Cağaloğlu’na çıktım. Ne hareket! Bütün içim DAHA DAHA! diye bağırıyordu ve kırıntısını kaçırmadan içime çekiyordum insanlarınkine karışan baharat renklerini. Sonra buna dinselliğin, yakın ve uzak tarihin renkleri katıldı. Vurdum Sultanahmet’e. Ayasofya’ya daldım, oradan İbrahim Paşa Sarayı’na. Halk köftecisini atlamadım elbette. McDonalds’a inat her yerde pıtrak gibi biten aşırı hijyenik, modern “şubelerinin” tersine kendisi aslına sadık kalmış; kalınca bir birikmiş yağ tabakasıyla kaplı masalar, kışın talaşla örtülen eski zemin.. Sirkeci’ye inerken Arkeoloji Müzesine de girdim. Dikkatin yoğunlaştırıldığı bir gezi değildi benimki. İstediğim, önünden o anıma uygun bir ritimle geçtiğim insanların, mekanların, nesnelerin algıma giriş çıkışlarındaki akıştı. Sıra gözetilmeyen bir saydam gösterisindeki gibi. Öyle de oldu. 17. yy Uşak halı parçaları zenci turistlerin rengarenk takkelerine, Ayasofya’nın mermer sütunları lokanta çığırtkanlarına, Selçuklu çinileri alacalı çınarlara ve kanca Roma burunlarına karışarak aktı gürül gürül. Vapurla karşıya geçtim. Baharatlardan insanlara, etnografyadan turistlere, martılardan, teknelerden arkeolojiye.. şölen sofrasına oturtulmuş gibiydim! Benim için esaslı bir besin kaynağı bu cümbüş ve İstanbul, bunun dünyada en bol kepçeden sunulduğu noktalardan biri olmalı. Enfes! İnsanlarımı gördüm, aileyi. Sevgiyle kuşatıldım, bir güzel ağırlandım. Çocuk coşkuma taze acımın hüznü karıştı, allak bullak oldu içim, ağladım, güldüm, ellerimi çırptım.

*

(Eski yazılardan.)

3 Aralık 2011 Cumartesi

SES AVI

Güllük’te kaldığım Aralık haftası içinde kah dolu dolu yağmur yağdı (muz ağaçlarının geniş yaprakları üzerinde trampet sesleri), kah lekesiz bir güneşle neredeyse denize girilecek kadar ısındı hava. Işık bir boğuldu, bir açıldı, nabız gibi attı durdu. Mevsimlerden ilkbahar olan bir sabah dalyana yürüdüm. Kıyısında süren havaalanı inşaatıyla dalyanın son sakin zamanları..

Yanı başımda koruyuculuğumu üstleniveren oyuncu bir kangal yavrusu, cebimde de küçük ses kayıt aleti. Bu aletle dolaşmak, zihnimin yüzdüğü sularda balık avlamak gibi bir şey. Ses toplamak. Yağan yağmuru açan güneş izlediğinde otlar şişer, bereketlenirmiş bütün toprak örtüsü. Islak toprak yolun iki yanında bu canlandırıcı döngünün fırça darbeleri vardı işte. Rengarenk bir yaşam soluğu. Aşağıya, dalyana doğru tepeleri çıkıp inerken kulaklarım da hışırtılar, haykırışlar, çeşit çeşit ötüşteydi. Denizden balıkçıların, küçük teknelerinin sesleri geliyordu. Yamaçlardaysa ağaçların, makilerin ve daha yumuşak bitkilerin arasında dolanan rüzgarın sesine kuşlarınki karışıyordu. Beklenmedik bir anda çoğalarak yükselen bir ötüş bandosu. Zeytin ağaçlarının ötelerinde inip kalkan bir çift balta işitiliyordu. Estiğinde sesleri oraya buraya dağıtan rüzgar, kuşlar, balıkçılar, iri böceklerin vızıltısından oluşan bütün bu hareketli dokunun ardındaysa her birini tüm diğerlerine duyarlı kılan bir düzenin bağı vardı. Baltaları dinledim. İnip kalkan tok sesleri, onları kuşatan bütün bir ses dokusuna kendiliğinden uyuyor, bu doğal orkestrada vurmalı etkisi oluşturuyordu.

Cebim, geri dönüşlerle aralarındaki düzeni keşfetmekten kendine özgü bir zevk aldığım seslerle dolu, köye döndüm. Gök bulutlanıverdi, derken yağmur ve muz yapraklarındaki trampet başladı yeniden.

*

(Eski yazılardan.)

2 Aralık 2011 Cuma

PEKİ, İDEAL YOK MU?

Peki, İdeal yok mu, dedi Güler.

Var (öz, o) ama yaşam içinde kalıcı değil, dedim. Olamaz da. İdealin dışavurumu sadece belli bir an. Güneşin bir an belli bir açıdan bir yaprağa düşmesi gibi. Oysa her şey hareket halinde. Yaprak kımıldıyor, güneş bulutun ardına giriyor, ışığın açısı değişiyor. Değişiyor o belli vuruş. İyi ki de böyle. Çünkü kalıcılaşan İdeal, bu hareket dünyasının ölümü olurdu, zamanın sonu. Evrenin “la” sesini veren diyapazon gibi İdeal. Akortta kalmak için onu aralıklarla duymak gerek. Ona uyumlanarak yaşamak, hareket içinde la’dan kaymak ve iç kulağını yeniden ona açmak.. Tıpkı her parçanın sonunda sazlarını yeniden ayarlayan bir orkestra gibi. Bu böyle sürüp gidiyor işte.

*

(Eski yazılardan.)

1 Aralık 2011 Perşembe

GÜNEŞİ CÖMERT BİR GÜN

Güneşi cömert bir gün. Yüzüme yağan ışığa, güneşin saçtığı “beta taneciklerine” minnet duyarak parka yürüdüm. Suyun kenarında oturup yüzeyin ilgisiz bir bakışa durgunmuş gibi görünen mikro hareketine dalmayı seviyorum. Suya eğilen ağaçlardan düşen yapraklar, yaprakların çevresinde çoğalan, birbirine geçen dairesel dalgalanma, mevsimiyse kurbağa yavrularının yüzüşü, birbirini izleyen ışık-gölge oyunları, renkler.. Toprağın, ağaç gövdelerinin besleyici enerji alanında bütün bunlar beni varlık duygusunun derinliklerine götüren, dilersem tutunarak ilerleyeceğim, dilersem bırakıp kendi yoluma gidebileceğim kılavuz ip gibi.

Havuzu boşaltmışlardı. Yeşil kaymak tutmuş dibini kurutup temizlemişler, badanalamaktaydılar. Her zamanki yerime değil, vadinin karşı yakasında havuzu yukardan gören bir banka oturdum. Güneş sırtımdaydı. Göğün mavisini, ışığı seyrettim bir süre. Sonra dikkatimi havuzun içinde çalışanlar çekti. Üç kişiydiler. Şal deseni biçimli havuza turuncu bidonlar, beyaz tenekeler içinde boya malzemelerini koymuşlardı. Ellerindeki uzun fırçalarla bir kat boyadıkları havuza yeni bir kat geçiyor, böyle uzaktan görüldüklerinde bu sırada kendileri de hareketli bir resim oluyorlardı. Birisinin üzerinde, bidonlarla aynı canlı turuncudan bir gömlek vardı, diğerinin gömleği soluk mavi, gömleğin içine giydiği fanila da turuncuydu. Üçüncüsü ham bez renkli bir ceket giymişti.

Üç adam, sürdürdükleri sohbetin koyuluğuna göre birbirlerine yaklaşıp uzaklaşarak, değişen ikililer halinde gruplaşarak çalışıyordu. Fırçaların –sahibinin o anda susmakta ya da kiminle konuşmakta olduğuna bağlı olarak değişen- her hareketinde ıslak bir dil oluşuyor, güneşi üzerine çekerek alabildiğine canlı yansıtıyordu. Adamların birbirine göre hareketi ile tabanın kuru katmanları üzerine açılan bu dillerinki kusursuz bir uyum içindeydi ve hepsini ışık kuşatıyordu.

Havuzun bugünkü seyri, sözüm ona “durgun,” yeşil suyunun mikro hareketi kadar hoşuma gitti.

*

(İkimizin de unutup gittiği bu yazıyı arkadaşım Meral giriştiği derin temizlik sırasında bulmuş. Sudaki yansımaları tutkuyla fotograflayıp dururken bunun on beş on altı yıl öncesinden gelişiyle karşılaşmak tuhaf oldu.)

6 Kasım 2011 Pazar

MANDAL

Yan gözle beni süzdü. Ben de onu. Göğsünden yukarı doğru çizgili bir başlığa dönüşen tatlı mavi tüyleriyle pek alımlıydı. Muhabbet kuşlarına özgü, hoparlörü bozuk ufak bir transistorlu radyoyu andıran sesle Şampiyon Fenerbahçe diye öttüğünde rengi atmış eski kırmızı mandalı kafesine geçirdim. Çılgına döndü! Bir uçtan yarısına heyecanla tüneğinde gidip gelmeye başladı. Mürekkep püskürtmeli yazıcılar ya da örgü makineleri gibiydi böyle. Onlar kadar da hızlı. Biraz yatışınca yanında durdu, mandalı gagasıyla kafesin teli boyunca bir yukarı itmeye, hemen ardından aşağı indirmeye koyuldu. Kendisi gibi hareket ettirdiği mandala tutkunmuş. Ayıklayıp üzerine kustuğu kendi yemiyle besler, konuşurmuş da onunla. Belki eşi belki yavrusu, her durumda kendinden bir parça saymaktaymış.

Mandalı kafesten aldığımda huzursuzlanıyor, saldırganlaşıyor, uzattığım parmağımı gagalıyor, gerisin geriye taktığımda heyecanlı turunun ardından kavuşma sevincini yeniden yeniden yaşıyordu.

Başka bir mandal iliştirdiğimde hiç ilgilenmedi. İlle onun mandalı olacaktı; gagalana gagalana oyulmuş o eski püskü kırmızı mandal.

Farklı bir yere taktığımda da benimsemiş görünmüyor, aynı şeyi aynı yerde istiyordu.

Oncacık kafesin bile anca yarısına yayılan bir büyük tutku.

Kuş beyinli! diye gülecekken birden durdum.

Materyal, kalite ve ölçeği bir yana bırak, işin kendisinin insani tutkular, saplantılar, ideallerden var mı bir farkı deyip kendi kırmızı mandallarımı düşündüm.

Güldüm ama bu kez iki cinse birden.

26 Ekim 2011 Çarşamba

ÖNCE ATEŞ ET!

Depremi izleyen nefret mesajları şaşırtıcı değilse de sarsıcı. Ne oldu da bu hale geldik sorusunu yana çekip gözümü iletişime çeviriyorum. Nasıl iletişip neyi ilettiğimize.

Ölüm, ölümler, felaket, beraberinde getirdiği geri dönüşsüzlük, çaresizlik hissine ivedi bir egzoz istiyor. Ele ilk gelen de, verdiği güç yanılsamasıyla öfke.

Akıl da boş durmuyor. Olanları kendi çerçevesine sığdırıp kontrolün elinde olduğu algısını korumaya bakıyor. Nedenleri sonuçlara iliştire iliştire, çakılmaya doğru gittiği beton zeminle arasına bir ağ örmeğe çalışıyor. Anlamlı, kapsamlı, boşluksuz bir şemasını çizmeye.

Aklın hiç değilse şimdilik yetersiz kaldığını, olan bir kez olmuşken geçici çaresizliği kabul edip susmaya, acıyı sessizce yaşamaya sosyallik de izin vermiyor.

Kendi ellerimizle dört bir yanımıza ördüğümüz ağlar nereye, neye ait olunduğunu (belki hepsinden önce, Allah saklasın, evlerden ırak! duyarsız ve sessiz kalınmadığını) alev alev, bangır bangır duyurup, duyurmayanlara kuşkulu bakışlarını hissettirmenin havuç ve sopalığını ediyor.

Vakit kıt. Ölçüp biçmenin, tartıp sınamanın, geri çekilip perspektif kazanmanın zamanı değil. Saçmayı gerisine yiyenin çığlığı basması gibi tepkilere, tepkiselliğe anca yeterli.

Ölüm, karşısında tepkisel olunan bir hal iken, tanrı eksiğini göstermesin, zaten anlıksallık üzerine kurulu sosyal iletişim ortamlarımız tepkiselliği geçerli kılmakla kalmıyor, norm haline getiriyor.

Tüpünüz ne ile doluysa (nefret, hümanizma, kinizm) sıkıldığında içinden fışkıran da o.

Zenofobiyi kınayan bir aydın post’una takıldı dün gözüm. Biz ve onlar ayrımını gözetenlerin ötekileştirilmesinde zenofobi olmuyor mu şimdi, dedim.

Tavır alma, sessiz kalmama/çağının sorumlu birey kimliğinin gereğini yerine getirme dürtüsünde Türkü-Kürdü hedef alma “ilkelliğinin” zarif bir alternatifi zenofobları hedef almak mı olacak? “Irkçılık da Yahudiler gibidir; ikisinin de yok edilmesi gerekir” fıkrası misali.

Oramız buramızdaki sayısız düğmeye basıldıkça sıçramaktan geri dursak. Bir an. Gücümüzün sınırlı kaldığını kabul edip elimizden gelen somut yardımla yetinsek.

Sen hele ateş et, şartsa sonra bir ara nişan alırsın refleksine yenik düşmesek.

Susulacak zamanda kapasak çenemizi.

Ama hayır! Söyleyecek bir şeyimiz olmadığını bir an evvel söylememiz gerek.

Hiçbir şey yapmıyorsak da böyle yazılar yazmamız.

16 Ekim 2011 Pazar

USULCA

Çam iğnelerinde tozlaşan sarı-pembesiyle dört bir yanımda tazecik sabah. Işıkları, duruluğu. Issızlığı. Ayaklarımı uzatmış, içimi yıkanmaya bırakmıştım ki gayretkeş adımları, beyzbol kasketiyle her zamanki sabah yürüyüşçüsü köşeyi dönüverdi. “Helal olsun kadına. Bu saatte!.” düşüncesi aklımdan geçerken başka bir algıyla kesintiye uğradı. Bir.. yersizlik hissi. Sabahı, engin sessizliğini, insan ötesi demini katre katre içine almaktansa ağırlığı bastığı yere (yok hayır, ona da değil, adımlarını basmaya) veren bu yürüyüşü neden olduğunu önce bilemeden yadırgadım.

Ama yürümek iyi fikirdi. Sabahın fısıldadığını hareketi içinde bütün bedende hissetmek. Tonunu ayarlayarak. O pembe-sarısından daha koyu, baskın olmayacak bir tempo ile. Sıyrılıp kendini öne çıkarmaktansa yumuşaklığına karışıp giderek. Gördüğüme göz ucuyla dokunuvermek üzere kameramı boynuma asıp çıktım. Belki başarırdım gördüğüm gibi göstermeyi, belki başaramaz. Ama boynumdaki, bir röntgencinin sinsiliği ya da klişe avcısının arsızlığına bulanmamış bir niyetti.

Sabahkiyle bir olduğunu hissettiğim bir usullukla yürür, durur, dinler, dört bir yanına bakarken bir kestirmeden fırlayan kasketli yürüyüşçüyle burun buruna geldim.

Bir kez daha irkilterek kütür kütür bir sesle “Günaydın!” dedi. Sabahı daha fazla çiğnememesini dileyerek gülümsedim, başımla karşılık verdim. Ama yok, sadece kendisi, kararlı, basıp geçen dinçliği olacaktı. “Öyle eğilmiş, karınca yuvalarını mı çekiyordunuz? Ne harika şeyler, değil mi?”

Hayır, bu ışıkta saydamlaşan sarı güz çayırlığına bakıyordum. Tek tek otlara. Yansız ama ta özlerine işleyen uzun dokunuşuyla ışığın ruhlarını nasıl ortaya serdiğine. Ya evet, dedim silik bir sesle. Nereye saptığına bakıp ters tarafa döndüm.

Geniş bir kamışlığın ardından, kadının sabaha ve bana vuruşuyla reçinelenmemiş yayın dalayıp geçtiği keman teli gibi tınlayan içim yeniden duruldu.

Upuzun gövdelerinin ucunda berrak sonbahar göğüne karşı belli belirsiz salınan tüylü başlarıyla kamışlarda kulağımı verdiğim fısıltıyı yeniden yakaladım.

İnsan ötesinin dipsiz enginliğine doğru yoluma devam ettim.

2 Ekim 2011 Pazar

GÜZELLİK VAR DURUŞTA, GÜZELLİK VAR AKIŞTA

Güzün neredeyse ortası, kentten, kentlilikten uzak sakin günler. Elendikçe durulan zihin. Peşi sıra yalınlaşan duyuş. Yürür, yüzer, otururken şu düşünce, bu algı, o kavrayışa içimde pekişen bir ahenkle konup kalkıyorum.

İnsanın huni misali dolması güzel şey: Dört koldan, rengarenk girdiyle ama incelip birleşen bir yoldan beslenmek.

Güzel.. Nerede güzel dediğimiz? Ne hallerde açık ediyor kendini? Daha hangi hallerde saklı da işte orada durup biraz daha bakmayı, hazırlopun ötesine geçip diplere inmeyi istiyor?

Kabukla kalmayıp etine, özüne doğru biraz indiğimde ayırdına vardığım bir şey de Güzel’in tek bir an ile sınırlanmadığı oldu –oturmuş, kuş görene kadar gevşeyip yayılan kedi benzeri telaşsız, hedefsiz bir zihinle yıldızları seyrediyordum. Zevkle dinlediğim bir piyanistin durduğu yerde güzel denmeyecek yine de güzel bulduğum ellerini, nerede güzelleştiklerini düşünerek. Müziği kulağımda canlandı. Sesleri işleyişi. Arayıp bulduğu armoni.

Güzel’i bazen de takip etmek gerek diye doğruldum. Evet! Onunla birlikte devinmek. Durağan haliyle yetinirsen kaçırıp yazık edeceğin bir hali de kendini ancak harekette sunuşu çünkü. Elbette!

Hazır güzelin pasif alıcısını değil, arayan ve bulan aktif alıcıyı istiyor öylesi.

Önünden geçerken atlayıp kapıverdiği kuş ağzında, bıyıkları hazla titreyen kedinin hoşnutluğuyla gerisin geri kaykıldım yerimde. Yıldızları seyretmeye devam ettim.

28 Eylül 2011 Çarşamba

BİENAL


Curcunasıyla birlikte biçimlendirdiği algıyla da kentten çok uzaklarda bir yerde sabah yürüyüşümü yaparken iki hafta önce gezdiğim İstanbul Bienal’ini yeniden hatırladım. Yarımadanın boynunda yürüdüğüm toprak yoldan batı koyu, menekşeye çalan Akdeniz ve bir yanı makiler, çamlarla yemyeşil yamaçlarıyla göze hazır bir görüntü ziyafetini tabak içinde sunuyordu.

Neye nasıl “Güzel!” dediğimizi bununla bir kez daha düşündüm.

Doğal (hazır) güzel ile sanatın peşine koyulduğu, kurcalayıp yeniden kurduğu güzeli birbirinden neyin ayırdığını.

Farkın insan imbiği, müdahalesi, kurgusu olduğu sonucuna bir kez de, içinden yürüdüğüm doğa ile Bienal’i yan yana getirerek vardım.

Batı koyunu olduğu gibi temsil etmek, en hafifi gereksiz bir tekrar, herhalde en beteri de kitsch denecek bir üründen öteye gitmeyecekken onu aslından alıp “sanatın” mikserinden geçirmek, “iyiliğine” şu ya da bu ölçütle hükmedilecek eserlere gebe olurdu.

Peki.

Ya bu ölçütler? İş gözün kendi bildiğine, tanıdığına körün değneği gibi yapışmasından ibaret kaldığında gereksiz tekrarların meşrulaştırılmasına hizmetten başka şeye yararlar mıydı?

Göz “güzel” demeyi öğreniyor. Bu öğrendiği de pazar filesi gibi dört yana genişletilebiliyor. Sanatın iyice demokratikleştiği (ayağa düştüğü dememek için) bir zamanda bu filenin içine almadığı pek bir şey kalmıyor.

Bir yandan iyi bu. Yeteneğim ne kadarlık olursa olsun adına sanat diyebileceğim (öyle denilen) şeylerden benim de pekala üretebileceğimi örnekleyerek sıradanlığımı terfi ettiriyor.

Ama bir yandan da bu “her yön mubah!” özgürlüğünün hiyerarşiyi pratikte ortadan kaldırmasıyla “Güzelin” daha neler olabileceği öğretilebilen gözüm şöyle esaslı hocalardan yoksun kalıyor.

Madalyonun iki yüzü.

Böylece Bienal, amacı Güzel görmekten ziyade güzelin, sanat uğraşının şu gün ne olduğu üzerine bir düşünce egzersizi haline geliyor.

Yer yer eğlendirici, ilgiyi irkilterek çekici bir çağdaş jimnastik daha.


31 Ağustos 2011 Çarşamba

KOPUP GELEN BİR İMGE

Şişkin, açık renkli bir uçan balon. Tepe noktasından yerde dikilmiş. Havaya dümdüz uzanan uzunca ipini tek eliyle tutan bir insan. Gergin kolunun ucunda, göğe zafer işareti biçiminde açılmış bacaklarıyla boşluğa yükselen gövdesi.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

SAP İLE SAMAN

Birden bir eksiklik hissettim. Diş ağrısının, inşaat gürültüsünün, uzun sürmüş bir yasın kesildiğini fark etmek gibi. Güzel bir eksiklik!

Sağıma soluma baktım sevinçle, parmaklarımı saydım. Olması istenen her şey tamamdı. Olmaması yeğ bir taş düşürdüğümü anladım.

İçimdeki vırvırın sustuğunu. Nasıl olmuş, ne denk düşmüş yine, hiçbir fikrim yok ama susmuş o iç karartan isli ses. Dış alemin olduğu varsayılıp içselleştirilen, ruhumu ümüğünden yakaladığı gibi dünyaya (bundan onun anladığına, yakın-uzak çevresinin çizdiği bir robot resmine) alacalı bir göbek bağı gibi bağlayan ses. Ben-el ayırımı yapmadan kesen-biçen, yargılayan, bol bol senaryolar yazıp güya hakkında yazılan senaryolara tepki gösteren o iç makam.

Alem ne der paraziti.

Sesiyle birlikte dayattığı savunma da susunca kağıt üzerinde bildiğimi içimde bir kez daha anladım.

Alem ne der çekincesinin altında bunun aleme kendi dedikleriyle burun buruna gelme korkusu yattığını.

Kendisi için düşünülmesinden ödü koptuklarını haldır haldır kendisinin ürettiğini.

Salgısını ağı kendi etrafına kıskıvrak örmede kullanan bir tuhaf örümcek gibi çalıştığını.

Ah seni Truva atı! Dış alemin kendi kendini atamış elçisi. Gerisin geri surların dışını boyladığında içerisi ne huzurlu, sessiz, aydınlık.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

NEDEN İL(L)E ANLAM

İnsanın kendi eliyle kendi başına ördüğü çorap, neden ile anlamı birleştirme dürtüsü belki de biraz.

Anlam en baba yakıtımız, en sıcak limanımız. Buldu muyduk dayanıklılığımız, huzurumuz sınır tanımıyor.

Çorabın diğer teki de kendimiz dışında ne varsa insanlaştırma güdüsü. (Bir arkadaşım vardı, gayet hippi ruhlu bir tip. Hep yollarda. Gittiği yerlerde torbasını açar, kaldığı odalara mumlar, tütsüler, heykelcikler yerleştirir, lambaların üstünü renkli ince kumaşla kaplardı orada hepi topu bir gece bile geçirecek olsa. Böylece bulunduğu yeri "kendi evi" haline getiriyormuş, öyle derdi.)

Buradan evreni kafası bizimki gibi çalışan (sadece onun birkaç gömlek üstün haline idealleştirilmiş) bir şey olarak tahayyül etme kısa devresine geçiş an meselesi olmuyor mu o zaman? Sözgelimi “anlamını” sorgulayarak?

Hayata da aynı muameleyi yapıyoruz. Adil olmalı, anlaşılır olmalı, nedenleri birer anlamla çakışık olmalı..

Özgürlük bir açıdan da neden ile anlamı ayrı görebilmek diyebilir miyiz?

Evreni/var oluşu/hayatı bana benzeyen, elinde, dişiyse bir epilasyon aleti, erkekse tıraş makinesi tutan, insan sureti bir oluşum gibi "düşünmekten" vazgeçtiğimde, onu aklıma sığdırmaktan da vazgeçip kendi halinde daha.. fazla/farklı anlayabilir miyim?

Nedeni (ve nasılı) aramalı.
Anlamı ise bulmalı..
Çaba ilkinde makbul.
İkincisinde “anlamsız”.

5 Ağustos 2011 Cuma

GÖZ İTER - GÖNÜL ÇEKER

Hadi, dedim, şuraya bir uğrayayım. Şimdiye kadar güzelim döner merdiveni, sergilenenlerden daha çok ilgimi çekmiş Arter’e girdim. Avustralyalı hiperrealist heykeltıraş Patricia Piccinini’nin “Beni bağrına bas” sergisini görmeye.

Girişte, cömert vitrinde, sarmaş dolaş bir çift gibi algılanıveren cıvıl renkli iki motosiklet vardı. Gülümsedim. Bir iki ince dokunuş ve insanın olmadık şekilleri göz açıp kapayana dek olmadık başka şeylere benzetme, yorma özelliği ne iyi kullanılmış. Al sana iki motordan bir kadın, bir erkek, iki insan. Ve bir hal: Şefkat. Teslimiyet. Aşk.

İyi ya.

Fazla da bir şey beklemeden o bayıldığım mermer merdivenden yukarı çıktım.

Çalışmalara “dur ve bak!” dedirterek düşen gür, diri ışıkların dışında loş olan mekanın dibine gitti gözüm.

Gerçek boyutta yetişkin bir kadının geriye doğru irkilip kalmış balmumundan bedeniyle birlikte irkildim. Başına sıçramış kemirgeni o vakit gördüm. Yüzünü kapamış, pençe yerindeki yamuk insan elleriyle kafasını arkadan kavramış.

Haydi hayırlısı!

Bir loşluğu daha geçip sonraki sahneye yürüdüm. Küçük bir çocuk.. Yüzünde saf bir ilgiyle kolunu biraz uzaktan önündeki iskemleye yayılmış tuhaf bir mahlukun ağzına uzatmış; tüylü yaratığın ağzından parmak parmak sarkan ıslak dilimsi içine parmağının ucu dokunmakta.

Galiba kaşlarım da o zaman çatılmaya başladı. İlgim uyanmaya. Tema birden aydınlandı. Çeşitlemeleri bütün halinde yutarak devam ettim.

Yavrusunu biçim ayırt etmez ana sevgisiyle bağrına basmış hilkat garibi çıplak beden.

Oturduğu bankta başını kucağına aldığı bir başka tuhaf mahlukla sarmaş dolaş uyuyan oğlan.

Eski bir bebek arabasında tek başına, gözleri dört açık bir bebe-yaşlı.

Hayal gücünün burası için ürettiklerinin en irkilticisiyle yatağında kucak kucağa, mışıl mışıl uyuyan diğer bir çocuk..

Sahneden sahneye temayla birlikte kavrayışım da pekişti.

Görünümün ötesine geçen sevgi! Biçimden özgürleşmiş, özden öze akabilen sevgi. Girişteki sevimli motosiklet çiftinin sergilediğinden daha derin bir teslimiyet, yani güven içinde. (Uykudan öte kendini bırakış var mıdır?)

Gözün bir kenara çekilip hükmü gönle bırakmakla kalmadığı; bu hükmün ardından bir daha baktığında bu kez –neredeyse- gönül ile aynı şeyi gördüğü bir aşma hali.

Algılarım sıkı bir uyaranla bir güzel silkelenmiş, aklım -başıma değil, hayır- gönlüme gelmiş, aşık moto-çiftin önünde yine gülümsemeden edemeyerek çıktım:

“Sizin işiniz kolay, böyle cici bici şeyleri sevmek hoş ve o kadar! Hazır motorunuz ve tekerleriniz var, çıkın bir diğerlerine bakın. Gönül gözünden gözün perdesini kaldırmışlara. Sevginin hası belki de odur.”

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/BeniBagrNaBas?authkey=Gv1sRgCOCijrO6pq2u0gE

1 Ağustos 2011 Pazartesi

EKMEK ARASI SESSİZLİK

Kulak verildiğinde ne şekillerini ortaya seriyor insanlar arasındaki sessizlik!

Sığlığı ve derinlikleri.

Akımları ve akımsızlığı. İletkenlikle yalıtkanlığı.

Doluluğu ve boşluğu.

İlişkinin bol laf ve koşuşturmayla ancak ayakta durabildiği yerde pedalları çevrilmeyen bisiklet gibi devrilivereceği telaşıyla yüklü sessizlik.

Alıp verilen hiçbir şeyin kalmadığı bir ilişkisizliği kuşatanı, zamkı güneşte kuruyup yere düşmüş de öylece bırakılan silik soluk bir afişi andırıyor.

Gemlenen dillerle geleninde siyah değil de beyaz kalemle belki ama daha bile büyük harflerle yazılıyor sese vurulmamış yıkıcılık.

Sahneyi sadece bir tarafın gündemi doldurup taşırdığında diğerinin sessizliği tamamlanmayı özleyen acıklı bir yarım kalıyor.

Bazen de bir tarafın sessizliği diğerinin yoluna dikilen kalkana dönüşüyor.

Kimi zaman terlikler kadar rahat bir karşılıklılık.

En sıradanı, sesin yokluğundan ibaret olanı.

En yoğunuysa sözlerin bittiği yerde başlayıp akımı sürdüreni. Karşılıklı farkındalığın alabildiğine arttığı ama insanın “nasıl görünüyorum” diye orasına burasına çeki düzen de vermediği o yakınlık-yakınlaşma sessizliği.

Aynı anda sonuna kadar kendin olmak ama bir o kadar da karşındakini bilmek.

Sindirimi kafada çoktan bitmiş, yüreğe inmiş insani temasın sessizliği.

Ne çok şey söylüyor, sözcüklerin buraya inmede basamaklardan ibaret olduğunu hatırlatıyor sessizliğin ruhu besleyen o türü.

29 Temmuz 2011 Cuma

OTURABİLİR MİYİM?

İskeleye motor vaktinden bir çeyrek önce ulaştım. Çay bahçesinde bıkkın garsonların ayak sürüyerek aralarından dolandığı masalar silme doluydu. O sıcakta ailece ayçekirdeği çıtlatanlar, çoluk çocuğu şakıyanlar.. Bir kadının tek başına oturduğu masayı gördüm, sırt çantamla paketleri attığım gibi sorumun cevabıyla aynı anda iskemleye çöktüm.

“Yalova’ya mı?” dediğinde baktım yüzüne.

Kenarları kıvrılarak dikilmiş, başına tas gibi geçen hasır bir şapkanın altında, ellilerinin sonundan yetmişlerinin başına herhangi bir yaş verilebilecek bir yüz.

“Hayır. Adaya.”

Sohbet cankurtaranı hava durumuna geçtiğimizde söylediğim bir şeye gülüverdi. Takma olduğu saklanmamış dişlerinin bir yana (yapaylığa?), gözlerinin ifadesinin diğer yana (sokak bilgeliği?) çektiği bir gülüş.

Maden suyum geldiğinde sigara çıkardım, kirlenmeye başlamış filtreye geçirip yaktım.

“Şunlar” dedi, “Hiç işe yaramıyor, biliyor musunuz? Uzmanların görüşü. Asıl zarar veren kağıt ile katran. Gidip ciğerlerinize yapışıyorlar.”

İçim kararırken ekledi:

“Keşke içmeseniz.. Ben oğlumu akciğer kanserinden kaybettim.”

İş üzerinde yakalansa da aldığı hızla başladığına devam edenlerin tuhaf bölünmüşlüğüyle kaçak bir nefes çektim.

“Elli üç yaşındaydı. Söylemekle olmuyor tabii, biliyorum, yine de..”

Tepe tepe kullanılmış meşini andıran etsiz, kemikli, esmerce yüzü sert bir izlenim yaratacakken gözleri araya giriveriyor, hayatla dalgasını geçen oyuncu birinin yaşsız neşesini serpiştirip hükmünü alelusul vermek isteyen aklı karıştırıyordu.

Dramını anlatacağı kurban arayan biri değildi. (Ona kalsa yalnız başına oturmaktan da pekala memnun olurdu sanki.) Gözlerinin donuklaşır gibi olduğu tek bir an dışında başka birinin hikayesinden dem vurur gibi uzaktan bahsedip geçti. Hayatta ama uzaklarda olan oğlundan daha çok söz etti. Çocukluğunun geçtiği Boğaz’dan, sulardan çıkmayışından.

“Siz mi Yalova’ya gidiyorsunuz?”

Yo, oralarda oturuyordu. Ziraat Bankasının açılmasını beklerken.. Hem yolcuları seyretmek de eğlenceli oluyor, dedi.

“Bekar mısınız?”

“Evet.”

“Kısmet. Bana kalsa ben de evlenmezdim. Ama rahmetli ısrarla koştu peşimden. (Cilve yalayıp geçti gözlerini.) İki yıl! Robert Kolej’den çıkanlar o vakit..”

“Motorum yanaşıyor!” diye fırladım. Sigaram, hikayesi ve gözleriyle yüzünün geri kalanının ters yönlerden akıp birbirleriyle çelişe çelişe yarattığı izlenimi yarım kaldı.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

SERBEST DÜŞÜŞ

Edindiğim ve bunlar üzerinde irili ufaklı oynamalarla kişiselleştirdiğim, sonra da etim tırnağımmış gibi benim bilip savunduğum düşünceler, kanaat ve tasavvurlar bollaşıp üzerimden döküldükçe görüşsüzleşiyorum.

Geldiğim yer görüşü varoluşla bir tutmak olduğu için bu da hiçleşmek gibi geliyor. Çıplaklığımdan ürküyor, insan içindeyken utanıyorum.

Oysa ne rahattı kendini edindiklerinle bir bilmek, topluluğa öyle sunmak.

Özü sözü bir. Görüşleri sağlam, yürekli. Paraşütle atlayıp daha önce atlamışların havada oluşturduğu peteğe katılıverir gibi cemaatin parçası olmak, onu beslemek, onunla beslenmek.

Şu hayatta, şu dünyada cismin kadar su taşıracak yer tuttuğunun ispatı.

Vay canına, sahiden varolduğunun. Yüzer gezer, ipe sapa gelmez bir zihinle onun kaptanlığında bir taka değil, kaya gibi, çınar gibi bir öngörülürlük anıtı olduğunun.

Japonya’yı felaketler mi sarstı, doğuda yine tabutlar dolusu şehit mi verildi, Oslo’da manyağın biri onlarca insan mı katletti, ne hoş, ne kendi kendini doğrulayıcı şeydi meydanlara (bunlar artık kahve mi olur, Facebook, otobüs durakları, eş dost meclisleri mi) atılıp fikirleri sular gibi akıtmak, paylaşıldıkça pekişmek, paylaşılmadıkça da savunmayla güçlenmek.

Aynı kanıda olmayanlara kendinden bile saklayarak hafiften burun kıvırırken hemfikir olanlarla sırf görüş değil, bir tutulduğu mevcudiyet de bir kez daha onaylanınca iyi bir yemekten kalkar gibi doygunlaşmak, yatışmak.

Felaketler bahane, ortak sevinçler de. Aslolan o iç kemirici varoluş kaygısına merhem bulmak. Merhemin de görüşler, düşüncelerle sağlanan ortaklaşalıktan iyisi yok –muş. Görüşler bollaşan giysiler gibi üzerimden akarken beni çıplaklaştıranın sadece bu değil, asıl, ceplerini dolduran yanılsamalar olduğunu hissediyorum.

Amy Winehouse gencecik yaşında evinde ölü bulunmuş. Ve benim bu konuda Facebook’ta söyleyebileceğim hiçbir şey yok.

19 Temmuz 2011 Salı

BEYNİMDEKİ TAHTA RAF

Bir yakınımla konuşurken sözcüklere döküldü.

İkimizin de hayatında çok yer tutan bir göçüp gitmişimizi anıyorduk.

Bazen yaşadıklarıma onun ne diyeceğini öyle merak ediyorum ki, dedi. Böyle zamanlarda yokluğunu çok hissediyorum.

E, beynindeki rafa oturt o vakit, dedim.

Yüzündeki ifade açıklama istiyordu. Derin bir nefes alıp giriştim:

Bir sorum olduğunda –pratik, felsefi, estetik, iri ya da ufak- en iyi yanıtlayacağını düşündüğüm insanla ben öyle yaparım. Bizzat hayatımda olan veya eserinden tanıdığım biri olabilir bu. Rafa ona oturturum…

Bu raf ve içinde yer aldığı ortamı nasıl duyumsadığımı da görselleştireyim sana. (Kolay iş, çünkü zaten oldukça görsel bir tasavvur.)

Sol yanımda, yerden aşağı yukarı bir buçuk metre yükseklikte, bilemedin 30 santim derinliğinde, belki üç parmak kalınlığında, cilasız filan ham tahtadan, uzunca bir raf bu. Işıklı koridorlardaki koşuşturmadan kopuk, kendi başına duran ufak bir odada. Bir ardiye belki. Kendi ışığı açık değil, ışık belli belirsiz aralık kapıdan sızıyor. Özelliksiz, doluysa bile eşyası görünmeyen bir oda işte.

Düşüncesine, hissedişine, algısına, sezgisine gereksindiğim o anda her kim ise rafta o oturuyordur içeri girdiğimde.

Yüzümü değil, profilimi, sol kulağımı döner, yanıtı onun nasıl verdiğini dinlerim. Pratik bir soru söz konusuysa sözcük ağırlıklı olur, daha derinlerde bir şeydeyse blenderdan geçmiş bebek maması gibi bir püreyi andırır “konuşması." Kendi kendineyken zihin nasıl akarsa öyle: Cümle ve cümle parçaları hislerden, dürtülerden, çakan sezgilerden oluşma bir nehir yatağında akar.

Kulak veririm. Nasıl baktığına, verileri organize edip nasıl gördüğüne, çıkardığı sonuçlara, tutacağı ışığa.

Gerçekten yanı başımda olsa söyleyeceklerinin, benim onun söyleyeceğini tahayyül ettiklerimden ne kadar farklı olacağını sormak aklıma bile gelmez. Benim istediğim, aslına sadık bir replika değil, o insanın tanıdığım-bildiğim, benim anladığım kıvamıyla bir esin vermesidir.

Çok da işe yarar. “Kendi” aklımda içinden çıkamadığım ya da yeterince netlik kazandıramadıklarım araya onun dokunuşunun girmesiyle bana yabancı ama güvendiğim bir düzenlemeye kavuşur, yön ve ivme kazanır ve o odadan eli boş çıktığım olmaz pek.

Çok sık olmasa da bazen “insanlarım” beynimdeki tahta rafı bir yanıta değil de dürtüye, dürtülmeye ihtiyaç duyduğumda da doldururlar.

Üsluplarına göre eğitsel bir hoyratlıkla, kışkırtarak ya da usul, sevecen bir yüreklendirmeyle sunarlar gereksindiğimi. Odadan elim o zaman da boş çıkmam.

*

Beynimdeki tahta rafın marangozu belki de derin bir özümsemedir diye geçiyor aklımdan.

Derinden özümsediği bir varlığı da yakıcı bir özlemle özlemiyor insan.

Uzaklarda ya da artık “olmayan” bir sevdiğimi anarken gözlerimi dolduran da onun yokluğu değil, beynimdeki tahta raftan inmiş, yüreğime karışmış varlığını olanca yoğunlukla duyumsamam oluyor.

15 Temmuz 2011 Cuma

TEK Mİ ÇİFT Mİ?

Ben ve kendini oradan oraya atan çamaşır makinem.. Gerçekten de dramanın gözünü çıkaran dördüncü sınıf bir aktris gibi. Benim için saçını süpürge ettiğini, ah, bu yükle ömrünü tükettiğini ortalığı ayağa kaldırarak aleme ilan ediyor. Bitmek bilmeyen yıkama faslından sonra iş nihayet sıkmaya geldiğinde, doruğuna ulaşmış teatralliğiyle çarpılacak yeri kalmayan küçük banyodan mekanik bir mecnun misali titreye sarsılıp sallana odaya dayanıyor. Ara ara tutmasam (tüm gücümle üzerine abandığım an bedenime de geçen o kaotik hareketle bu güreşimiz görülmeye değer), oto-cinneti kablosunun uzandığı yere kadar sürdürecek.

Ama kafamı karıştıran, beni Samanyolu’nunki gibi nüfuz edilemez bir gizemle karşı karşıya bırakan asıl bu sırada içinde olup bitenler.

Neler nasıl oluyor da 7 çift kirli çorap, 6 ilâ 15 arası sayıda tertemiz tek çorap olarak çıkabiliyor?

Samanyolu’na kafayı takmayalı uzun zaman oldu. Çorapların gizemiyle yaşamaya da alıştım. Büyük gizlerle baş etmenin yolu, işin gelip pratiğe dayanan yanı ile yetinmek. Öyle yapıyor, menşelerini sual etmeden çorap çekmecesine attığım tekleri gerektikçe eşleştiriyorum. Böylece sonsuza kadar tek başına kalacakların varlığından habersiz olacağımdan makûs talihlerine dertlenmem de gerekmiyor.

*

Zaten belki Tanrı da öyle yapıyordur?

8 Temmuz 2011 Cuma

GÜNEY KALİFORNİYA

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/GuneyKaliforniya

FRANK LLOYD WRIGHT

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/FrankLloydWright?authkey=Gv1sRgCPvmx97OjfHD2wE

FRANK LLOYD WRIGHT

Evvelki yüzyıl geçirdiği efsanevi felaketin ardından bir daha böylesine yanmamaya ant içen Chicago, Amerika’nın sıfırdan planlanarak kurulan ilk kenti olmuş. Kamu alanlarına, cadde, sokak ve parklara bol yer tanınmasıyla taş, çelik ve betonu yeşille dengeli ferah bir şehir çıkmış ortaya.

Yeşilin çoğu bir iki katlı evler arasından fışkırdığı semtlerden biri Oak Park. Avrupa ve tarihten taklit buraya kadar: Gözümüzü yaşadığımız yerin doğasına, topografyasına çevirelim, ilhamı buradan alarak kendi zamanımızın mimarisini biz yaratalım diyen Frank Lloyd Wright’ın uzun zaman yaşayıp çalıştığı yer.

Orta-Batının dümdüzlüğünden, göze yalınlığın enginliğini sunan ufkundan hareketle Prairie adını verdiği tarzda pek çok ev tasarlamış burada.

Doğadan yola çıkan organik mimarisinin güzel örneklerini.

Oak Parklı arkadaşım Liz ile gezimizin sonunda Prairie Kahvesinde özel üretim (Frank Lloyd’a öylesi yaraşırdı) kahvelerin başında müzikten, mimariden sohbet ederken bağlantı birden kuruldu: Görünürdeki yalınlığının barındırdığı öngörülmezlikle Wright, Mozart’ınkine benzer bir zenginlik sunuyor.

Algı bombardımanı çağında Oak Park ve Wright’a dönmek, mimariyi giydirildiği katmanlardan sıyırarak onunla birlikte sıfırdan düşünmek, yaratıcı bir hafiflik getiriyor insanın gözüyle zihnine. Oradan da ruhuna.

7 Temmuz 2011 Perşembe

CHICAGO

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/Chicago2011

YOL İZLENİMLERİ

Amerikalılar ahbaplık kuruvermeyi seviyor. Uçağa bindikleri anda başlıyorlar. Hiç sakınmasız, çoğu pür neşe bol laf. Nereden gelip nereye gittikleriyle (mekanda olduğu kadar zamanda da) kalmıyor, ele aldıkları konuyu dallandırıp budaklandırıyorlar. Kahkahalar, bol ilgi. Öncesi varmış, sonrası da olacakmış gibi bir samimiyet. Uçak indiğinde vedalaşıp bazen onu bile yapmadan kendi yollarına gidiyorlar.

“Kemerleriniz gösterildiği gibi bağlanır-sıkılır-çözülür” türünden bir ilişki.

*

İletişime bu kadar rahat girmeleri yabancıya kendini iyi hissettiriyor. Size kapalı bir kulübe dışarıdan bakma duygusu olmadan aralarına karışmak. Etrafınıza, “Bununla yetin!” yollu bir sınır çekildiği hissi olmaksızın onların sere serpeliğinin parçası olmak.

*

Nereden gelip nereye gittiklerine kulak vermek hoşuma gidiyor. Kıtayı sekiz yönden kat edişlerinin öyküleri. İşin içine ana babalar, daha uzak kuşaklarla eşler girdiğinde haritada canlanan hayali çizgiler daha da dolanıyor. Anlatılan, her zaman müthiş bir hareketin hikayesi.

*

Klişe cevaplarda kullandıkları sıfatlar.. Awesome, gorgeous, great.. Televizyon dizilerinin Türkçe çevirisinde hepsi de “harika!” ile karşılanmak zorunda kalan büyüklükler. Harika ve üstünün bu kadar orantısızca kullanılması şaşırtıyor beni.

“Şaşırtıyor,” lafın gelişi. “Bugün yürüyüşe çıktım” gibi bir sıradanlığı “awesome!” gibi bambaşka bir hissiyattan doğmuş ağır bir kavramla karşılamak ile müptelası olunan kof beslenme arasında bir yakınlık buluyorum.

Şişirme üzerine ikisi de.

*

Sesleri de ayakları kadar büyük. Mekana bir an önce yayılıp doldurmak ister gibi.

Bunun koca kıtayı, ardından dünyayı ele geçirmelerinin nedeni ya da sonucuyla bir ilgisi var mıdır, bilemem.

İri seslerinin arkasında onunla orantılı bir özgüven hissediliyor. (Avrupalının kendini sadece denklerine açan loş özgüveninden ziyade bangır bangır ilanından zevk alındığı belli Amerikan özgüveni.)

Ya da belki karanlıktan, boşluktan korku? Bunu sesinle, gövdenle, tezahürünle bir an önce tıka basa doldurma dürtüsü?

Ayaklarının iriliğine gelince, bu iki varsayımla da uyumlu olurdu.

*

Amerikalı bir sanatçı, yol fotograflarımda kitsch ile görkemin karışımını gördüğünü yazdı. Amerika gerçekten de gözümde kitsch ile ihtişam arasında gidip geliyor.

Doğanın ve ona eklenen teknolojinin büyüklüğü ile bu ikisi arasında kendine yer bulmaya çalışan sıradan ölümlülerin rüküşlüğü.

.

1 Temmuz 2011 Cuma

SIFIR

Gitmek-kalmak.

İstememek - istemediğini dile getir(e)memek.

Sağa sapacakken sola sapanlarla birlikte sürüklenmek.

Katılmak istemezken katılmak..

Bir dürtü, onu sönümleyen diğeri.

Frenle gaza aynı anda basılması.

Rüzgarsız kalmış yelken hissi.

.

24 Haziran 2011 Cuma

JOSHUA TREE

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/JoshuaTree?authkey=Gv1sRgCN-wv_qepK31-QE

JOSHUA TREE

“Oraya gittiğinde ne kadar kalıyorsun?” diye sordum.

“Sugar,” ağda kıvamında hareketleriyle bana döndü:

“Beş gün, bir hafta..”

Üç  günlük sakalının, atlatamadığını söylediği soğuk algınlığının gölgelendiremediği aydınlık suratını sıvazladı:

“Etrafımızı kuşatan bütün o teknoloji, kalabalık, kafanı dolduran ne varsa işte, boşaltmak, sıyrılmak için. Tek başıma gidip çadırımı kuruyorum. Sessizlik, ıssızlık.. Sadece o büyük doğa. İçinde küçücük kalıyorsun. Yürüyorum, durup seyrediyorum. Başka hiçbir şey. Yazıyorum da. Kimseye göstermeyeceğim şeyler. İçimi görmek için.”

Arındırıcı demiştin, sözcük benim için de tam o” dedim.

Öyle.

*

O sabah erkenden yola koyulmuştuk. San Clemente ile birlikte iki gündür üstüne çökmüş basık hava da geride kaldı. Yeşeren dağlarda viraj üzerine viraj yükseldikçe güneş pustan iyice sıyrıldı. Düzlüğe çıktığımızda toprak örtüsü artık alıştığım anilikte değişip çoraklaştı. Palm Springs yakınlarında çırılçıplaktı. Uçsuz bucaksız rüzgar çiftliklerinin arasından geçerken dev türbinleri tıkır tıkır çeviren rüzgardan gayrısı çöldü.

Joshua Tree’ye girdiğimizde 35 dereceydi. Delici, kuru sıcak. Elementime geldiğimin işareti. Yüreğim hop etti.

Park girişinde yanımıza su almamızı hatırlattı ranger’lar. Talihimiz varsa iki saatlik yolun sonunda baraj dedikleri birikintide belki bulurduk ama ona bel bağlanamazdı tabii.

Hemen ötede Kaliforniya palmiyeleriyle ufak bir vaha vardı. Yeşilin yoğunlaşır gibi olduğu ilk ve son nokta. Bitkilerin önünde, orada burada aydınlatıcı bilgi levhaları, uyarılar, işaretlenmiş patikalar.. Ziyaretçileri için kolaylaştırılmış, parklaştırılmış irice bir dilim çöl. Ama ne kadar insancıllaştırılsa da Çöl elbette.

Çorak arazide cholla kaktüsleriyle kaplı alana dek epey yol gittik. Dokunmayın-tehlikeli! uyarısını geçip aralarında dolanan patikaya daldık. Kara gövdeli, boz yeşil dallı bu tuhaf bitki örtüsü çevreyi kuvvetle yabancılaştırıyordu. Yüreğimin bir perde daha yükseldiğini hissettim.

Karşıki tepelere doğru kaya öbekleri belirmeye başladı. İri, yuvarlak hatlı kayalıklar. Gruplaşmaları. Bir şeyi başkalarına benzetmeden edemeyen insan gözünün orasından burasından çerçeveleyerek anlamlandırdığı kompozisyonlar. Ya da soyut sahneler. Modern heykel işte. En azından bir süreliğine. Sonra bir şeylerin geri geldiğini hissettim içimde. Gelip yerine oturduğunu.

O huzur verici silinme, sıcak ekmeğe sürülen tereyağı gibi ortama karışma.

Buraya adını veren, Hayat Ağacı olarak da bilinen Joshua ağaçlarının sıklaştığı ucunda Çölü neden böyle sevdiğimi de “bildim.”

Çöl benim.

.

4 Haziran 2011 Cumartesi

ASLI ASTARI

Anlaşma, tümlüğün dansı. İçine aklı da alıyor ama galiba ne onunla başlıyor ne de orada kalıyor.

Çok daha etraflı bir.. kabul. Güven. Gönüllülük.

Bu zemin varsa insanlar arasındaki akış iyi reçinelenmiş keman yayı gibi, sıçratıcı sesler çıkarmadan gidip geliyor. Boşluklar doluyor, başka türlü hissedilebilecek sürtüşmeler hoşlukla göz ardı ediliyor. Orkestranın kaçıncı sınıf olduğu önemsizleşiyor; haz veren, adımların, hareketin uyumu oluyor.

Akıl da arka sıralardaki sandalyesinde efendi efendi oturuyor. Onun sahne sırası, anlaşmanın orası burasında beliren çatlaklarla geliyor. Günahı boynuna, çatlakların belirmesinde de. Ego ve onun borazanı akıl. Düğünün siyah giysili konukları.

Boşluklar o vakit açılıyor. Kuşkuyla doluyor. Kıldan kapılan nem, yoktan sürtüşmeler yaratıyor. Orkestranın kaçıncı sınıf olduğu tartılıyor. Kendiliğinden atılan adımlar sayılmaya, tempo da aksamaya başlıyor.

*

Taşıyıcısı her ne olursa olsun hiçbir mesaj, anlaşma-anlaşmazlık temelinden bağımsız değil. Zemin anlaşmazlıksa mesaj kendi içinde istediği kadar yetkin olsun, anlaşmazlığa yem oluyor. İnsanın kendini kendiyle sınırlama hali zamanla iyileşene dek de en iyi durumda işe yaramıyor, normaldeyse şiddetle geri tepiyor.

Ego-aklın kendini kapayıp mazgallarını bolca kullandığı karanlık delikten çıkmasını beklemek gerek o zaman.

Ben’in bütün diğerleriyle eşit bir parçası olduğu tümlüğün dansının geri gelmesi için.

.

2 Haziran 2011 Perşembe

KURU YÜK

Gemiler gibi insanlar.

Konu tekneyi sağı solu belirsiz sularda yüzdürmek, yani hayat olunca risk hepsinin pruvasında.

Bununla birlikte, bilincin altı, üstü, duygular, güdüler, hafıza.. taşıdıkları yük, aralarındaki trafiğe damgasını vuruyor.

Kuru yük gemisi ile canlı hayvan gemisi ya da tanker. Sular çok karışmadıkça düzenli bölmeler arasında sabitlenmiş yüküyle yol alanın kaptanı, içinde yüzdüğü şey kadar oynak, bazısı bir de patlayıcı yük taşıyandaki meslektaşını ne kadar anlayabiliyor ki?

.

29 Mayıs 2011 Pazar

BAĞLILIK

Taşıdığı ateş, pırıltı ifadeyi doldurduğunda insan bir adım geri çekilip öncesi, sonrasını düşünmeden ona kapılıyor.
Bundan böyle hep aynı güçle sürüp gideceği duygusuna.

Daha kaç tonluk tekneleri açığa sürüklenmekten alıkoyacağı vaadine şu okkalı halatın.

Oysa palamar işin yarısı. Ayağın ucuyla şöyle bir vuruşta kurtulacağı bir babaysa sarıp sarmaladığı, istediği kadar kalın olsun, ne çıkar?

.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

ÇANAK ÇÖMLEĞE RUHUNU GERİ VERMEK

Sakıp Sabancı Müzesinin yeni sergisi Karşıdan Karşıya ile basın toplantısında karşılaştım.
Suyun iki yakasından sergiyi gerçekleştiren bilim insanlarının bulaşıcı heyecanı, biraz da “bunca çaba, masraf ne için?” yollu dünyevi soruyu doyurucu bir biçimde karşılama kaygısı ile.

Tatlıydı. Hem heyecanları hem de söylediklerinden çok yaptıklarıyla son derece tatmin edici olmuş karşılıkları.

Ege adaları Kikladların, mekik dokumuş deniz trafiğiyle suyun iki yanında pekiştirdiği yakınlık, benzerlik üzerine bu sergi.

Beş bin yıl boyunca oradan oraya milyonlarca insan taşınmakla kalmamış, kimi fırsatçı, kimi vizyon sahibi, kimi sadece günü kurtarma derdinde onca insanla düşünceler, mitler, inanış ve zevkler de aktarılarak yayılmış.

Kikladlarla hemen karşılarındaki Batı Anadolu kıyısından gelen üç yüz küsur nesne, bu kendine özgülük içindeki benzeşimin hikayesi.

İyi anlatıldığında insana pek çok şeyi hatırlatacak, aktaracak bir hikaye.

Metro kazısı vb. için bir kalemde silinip atılan “çanak çömleğe” ruhunu geri veren bir öykü.

Çanak çömleğin, bugünümüzü biçimlendirmiş geçmişimiz olan ruhunu.

Ve ne iyi anlatılmış!

Bir kez daha sergi mimarlığını üstlenen Boris Micka, bu sergiyi de şevkle izlenen bir piyesin sahneye koyucusu gibi düzenlemiş. Işıklandırma (zeminde gidip gelen mavi Ege dalgalarıyla mesela), geçişler, duvar resmi tadında duvar resimleri.. Onun açtığı sahneler yine kusursuz bir belgelendirme ile de güçlendirilerek doldurulmuş.

Canlanmış çanak çömlek, konuşuyor.

Kimi gönül ister ki öyle olsun ama insanın keyfî açılmış bir sayfayla başlatılacak bir öyküsü olamayacağını, zincirin bir halkası olduğunu, öncesinden bihaberliğin onu kopuk bir halkaya indirgeyeceğini, geçmişi yok bilmenin, etkisini yok etmekle aynı olamayacağını anlatıyor şakır şakır.

Ne diyordu Kiklad Sanatı Müze müdürü Nicholas Stampolidis: “Hatırlamak yaşatmaktır. Hatırlayacak birileri oldukça hiçbir şey ölmez.”

O halde unutmak, unutturmak da öldürmek.

Vereceği çok şey olan bir yanımızı öldürmek.

Ama işte tam da buna hayır diyor Karşıdan Karşıya.

.

KARŞIDAN KARŞIYA

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/KarsDanKarsYa?authkey=Gv1sRgCLLCp7nq663fHw#

18 Mayıs 2011 Çarşamba

ÇORAP

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/Corap?authkey=Gv1sRgCO2O0dGv2LC65QE#

ÇORABI ÖRMEK

Denk düştü, uzun zamandır istediğimi yaptım. Fotograf makinemi aldım, başında bir arkadaşımın olduğu kadın çorapları fabrikasına gittim.

Sevdiğim bir şey: Herhangi bir yaşantının içinden öylece akarken birden durup bunun hikayesini fotografla nasıl anlatırsın şimdi diye kendimi apansız yakalamak.

Neresinden başlar, neleri seçip birbirine nasıl bağlar, neresinden çıkarsın?

Seçtiğin çerçeve ne olur, içi neyle dolar?

Böylece birden “konulaşan” şeyle daha önce karşılaşıp karşılaşmadığımın önemi kalmaz; iş, hikayesini anlatmaya geldiğinde pasif algı yerini aktif kavrayışa bırakır, anlatmak için öyle olması gerekir. Bu da her zaman yeni olur.

*

Şehir trafiğinden kurtulur kurtulmaz rahatlayan çevrede (alçak tepelerde şöyle bir dalgalanarak uzayıp giden yemyeşil ekili alanlar, usul deniz, rüzgar çiftliklerinin sakin sakin dönen beyaz dev pervaneleri) gözlerim yatıştıkça yatıştı.

İki buçuk saat sonra ben fabrikanın kapısına, ağzım da kulaklarıma varmıştık.

Arkadaşım neyin nerede olduğunu gösterdikten sonra beni dolanmaya bıraktı.

Yol boyu gevşemiş duyularım, şekerlemesinden dört ayak üzerinde sıçrayarak uyanan bir kedi gibi birden alarma geçti, sonra da kesintisiz bir bombardımana tutuldu.

Tekmili birden.

İçeri girmemle uğultu ve görüntü karmaşası birlikte patlak verdi.

Koca hangarlar dolusu sıra sıra makinenin gürültülü hummasına daldım. Akan, dönen şeritleriyle hareketine dağıldım. Borular, gövdeler, makaralar, düğmeler-düğmelerle hareketsiz kısımlarının görüntüsü de gördüğünü anlamlandırmaya çalışan gözlerime yüklendi.

Ve sıcak.

“Kaos!” dedim. Sonra kendi kendimi düzelttim. Henüz geldiğin kıyısından sana görünen o. Düzenini çözemediğin için..

Düzeninden paylarına düşeni çoktan çözmüş, kanıksamış, kurutucu bir rutine çevirmiş çalışanlarsa kelimenin tam anlamıyla tıkır tıkır işlerini yapmaktaydı.

Hadi bakalım, duyuların dört bir yana savrulurken hikayeni toparla sen!

Böylece dikkatim bir yandan görüp işittiklerimden seker, bir yandan çalışanları seyreder, dünyalarını orasından burasından canlandırmaya çalışırken bölümden bölüme geçtim. Kimya yasaları uyarınca serin olması gereken örgü kısmında sıcak, yerini iyice artan gürültüye bıraktı. Sonra, boyama bölümünde peşine alışılmadık, yoğun kokuları katarak geri geldi.

Gördüklerimi çiğnenebilir küçük lokmalara bölen kameramdan da destek alıp onu yönlendirerek bir oradan bir buradan cümle parçaları kuruyor; kaos gibi hissettiğim yorucu düzeni ortaya koymaya çalışıyordum:

Kaçtı mı yüzüne bile bakmadan çöpe yolladığımız var ama yok incelikteki bir nesnenin, teknoloji ile insanı kaynaştırarak akıntısına katıp götüren çok girdili karmaşık üretim sürecini –bu cümleye benzer alengirli bir akışla- anlatmaya.

*

Ateş harlandıran iyi bir gezi oldu.

Geride çektiğim onlarca fotograftan ayıklanan bir albüm bıraktı.

Ve kaçtıkça çöpe atacağım çorabın bir daha yabana atamayacağım fikrini.

.

13 Mayıs 2011 Cuma

KENDİNE ÖZGÜ BİR HARİTA

Yeni tanıştığım birileri üç ya da dördüncü cümlede “Burcun ne?” diye sorduğunda..

Merhabalaşalı gün dolmamışken buna neden itibar etmediğimi uzun uzadıya anlatmak olmayacak. Hem bakıyorum soru, “Neredensin?” ile eşdeğer. Nerede durduğunu, yola nereden devam etmenin uygun olacağını kestirmeye çalışıyor karşımdaki. Yön tayinine. Burç da yetmiyor, onu “İçinden mi?” karşılığı “Yükselenin ne peki?” izliyor.

Pekala.

Elimizde ne araç varsa etrafımıza onun göz deliğinden bakıyoruz madem (“Elinizde hepi topu bir çekiç varsa, karşınıza çıkana çivi muamelesi yaparsınız”), “lazım olabilir” çekmecemden bulup çıkardığım imge-simgelerle bir harita da ben işleyeyim kendime.

Burcum Kunduz. Bastığım yerin altından girip üstünden çıkmayı seviyorum. Deşmeyi. Çeşitli akışları burada kesip orada salmayı; barajlar kurmayı.

Dişlerim bu yüzden kuvvetli. Çenem.

İletişim evindeki ayarı şaşabilen laser ile birleştiğinde bu, olmadık bir delicilik, pervasız bir yıkıcılıkla sonlanabiliyor.

Bazen.

Yükselenim Bukalemun. Sümerbank basmalarının desenlerinden yağmur ormanlarının yaprak örtüsüne, neyin üzerinde, kenarındaysa onun dokusunu alır. Alırmış gibi yapmaz. Gerçekten alır. O olur. Bir süreliğine. Sonra yoluna devam eder.

İlişkiler evine Yemeni Dikici arketipi bakar. Sık dikişler, ardından uzun boşluklarla karakterizedir bu ev o yüzden. Enerjisi kesintisiz değildir. Yoğunluk dönemi cevapsızlık dönemleriyle kesintiye uğrar.

Bu evin alt yöneticisi iki yaşayışlı Yunus’tur. Ne hep suda ne hep havada. Onu böyle dalıp dalıp çıkmaya bırakmak, sadık bir köpek gibi davranmasını beklememek gerekir. Ama kalburun üstünde kalanlara hep döner.

Yürek Sincap’tan sorulur. Yardımcısı Ejderhadır. Böylece tezgahın başında duygular olduğunda alabildiğine yoğunluk (Ejder), alabildiğine oyunsulukla el ele gider. Zıpzıp, hafif, ağır. Ağaçların tepesinden baş aşağı bakış ile mağaraların diplerinde mayalanmaya bırakılış.

Enerji Evinin yol göstericisi bildiğimiz Beethoven’dur. Kontrastlarla beslenir. Süregiden örüntüler bir süreliğine yatıştırıcı gelse de besini uzun vadede çeşitlilik, zıtlıklardır. Ritmi kırmayı, sıçratmayı sever. Sevmek zorundadır; böyle işler.

Astarı böyledir kumaşının.

Yüzüyse.. inadına tek tip. Bir hafta boyunca sadece pazı yiyebilir. Gündelik rutine bir otistik kadar bağlı kalabilir. Sıkılmaz. Değişiklik aramaz.

Toprağını durmadan havalandırdığı, kazdığı, burnunu sokmadığı yer bırakmadığı iç alemidir.

Kunduz işte!

Bilmem açıklayıcı oldu mu böyle?

.

10 Mayıs 2011 Salı

YOL KENARINDA

Mayıs ama o irtifada hala serin, dağda öğle molası verdim.

Güneş çıkar umuduyla çekilmiş branda altına, açıkta oturdum. Yerken zevk, hemen ardından pişmanlık duyduğum bol baharatlı köfteden söyledim. Gelmesini beklerken gözlerim az uyaranlı çevrede şöyle bir dolandı, birkaç metre ötede, çapraz karşımdaki masada durdu sonra. Yirmilerinde iki adam yemek yiyordu. Daha doğrusu biri yiyor, diğeri yutuyordu. Ona önce bakışım takıldı, izledikçe aklım, derken hayal gücüm de gözüme katıldı.

İnce gömleğinin kollarını sıvamış, tabağına yumulmuştu. Birkaç günlük esmer tıraşı altında profilden gördüğüm avurdu vahşice, soluk soluğa çalışıyor, lokmaları rampa çıkan buharlı trene kömür küreler gibi sıralıyordu.

Ne ateş! Ne iştah!

Aldım bunu, hayatın çeşitli alanlarına yaydım.

Sonra da zaman içinde kaydırdım.

Ömrünü beşer onar yıl ilerlettim. Taş yese akşamına yeniden acıkacağı yaştan beden sularının çekilmeye başladığı, dişlerin gevrediği dönemlere ittim bir iki dokunuşta. Rampanın iyice dikleştiği, kürenecek kömürün azalıp küreyicinin neredeyse tükendiği vakte.

Gücüyle mutlak izlenimi veren iştahı, zamanın bir defalık büyük piyangosu haline getirdim.

Taş yesem akşamına yeniden acıkmaz olduğum kendi zamanımla böylece denkleştirdim.

İkimiz de farklı biçimlerde doymuş, aynı anlarda rahatlayarak arkamıza yaslandığımızda köftem geldi.

Ardından hiçbir pişmanlık da duymadım.

.

6 Mayıs 2011 Cuma

CAMLI KAPU

Camlı bir kapıyım ben.

Neyseniz kendimce onu yansıtırım.

Kimine trenin tekeri olurum, peronu kimine.

Kiminize ardı ayan beyan, kiminize kapı duvar.

Raylar da onda yankılanır, oturup kalmışı, çekip gideni de.

Göz göz bir cam kapı işte.

.

TARSUS

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/Tarsus?authkey=Gv1sRgCLCOudzL6sn0Kw#

29 Nisan 2011 Cuma

36°09′29″N 33°41′30″E

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/360929N334130E#

DİRİ DİRİ

Babam, Zen Eti Zen Kemiği’nden şu dizelerle uğurladı beni:


Yalınayak, bağrım açık,

insanlarla haşır neşir,

yırtık çulum, tozlu yolda ne mutluyum.

Büyü müyü değil beni böyle uzun yaşatan,

neye baksam diri diri,

ağaçlar da

taşlar da.

.

28 Nisan 2011 Perşembe

DÜNYANIN EN DEĞERLİ DİĞER ŞEYİ

Babamı yürüyüşten getirdiğini kirinden temizlerken buldum. Gözleri ışıldıyordu.

“Tam da dün okumuştum” dedi:

“Mürit sormuş:

‘Usta, dünyada en değerli şey nedir?’

‘Ölü bir kedi kafası’ demiş mürşit.

‘Nasıl olur?!’

‘E, ölü bir kedi kafasına nasıl paha biçebilirsin?’ “

Kesilip atılmış, ucu yanmış kaktüs dalıyla taşıdığı etli kısma hayranlıkla baktık. Yüzeyi soyulmuş, içindeki damarlar, su yolları olanca karmaşıklığıyla açığa çıkmıştı. Leonardo’nun anatomi çizimlerini hatırladım. Öznelerinin taşıdığı hayata dokunmak istercesine daha da derinlere uzanır görünen o esaslı sepya desenleri.

Belki de Leonardo ile benzer bir huşuyla seyrettik bu parçayı babamla.

Araya dini filan sokma dürtüsü duymadan.

Dosdoğru!


22 Nisan 2011 Cuma

YAĞMURDA MANGAL

Tabağımda süregiden dikkatli operasyondan başımı kaldırıp (kulaklığını takmamış olan) babama “leziz!” işareti yaptım.

Yüzünü fena halde ekşi bir şey yemekteymiş gibi buruşturdu. “Fiyasko oldu!” dedi. “Fazladan zeytinyağı koymakla hata ettim!”

Bense;

1- Hayatta kaldığımız için mutluydum. Izgarada yapalım dediğim tavuk pirzolalar için babam mangalın daha uygun olacağına karar vermişti. Yağmur yüzünden mangalı üç tarafı kapalı girintide hazırladı. Rüzgar da el mi yaman, bey mi, gör bakalım dercesine batıdan eserek olanca dumanı ona ve arada bir çıkıp hala soluk alıp almadığına bakan bana yutturdu durdu. Fazladan zeytinyağlanan pirzolaların kudurttuğu ateşin ışığına rağmen gece karanlığında pişen tavukların akıbeti o kızılca kıyamette anlaşılmıyordu pek. Kapıp getirdiğim ışıldak, kesif dumanı dil dil yararak tavukların atalar sözünü çoktan hak etmiş olduğunu gösterdi. Neyse ki makus kaderleri, ciğerlerimizin dayanma süresinden önce tamamına ermişti. Yaşamak güzel!

2- Tabağımda, ancak kıdemli bir itfaiye şefinin tanık olduktan sonra gündelik hayatına az çok sorunsuz devam edebileceği manzaralardan geri kalmayan bir görüntü, karnımı doyurmak istiyorsam gözümü susturmam gerekiyordu. Yaptığım da bu oldu. Kavrulmuş, simsiyah suları içinde yüzen talihsiz et parçalarını kömür tabakalarından sıyırırken görüşümü de donuklaştırdım. Tüm gücümle tada yoğunlaştım. Gerçekten de hiç fena değildi.

İnsan, ayağına bağ olan algılarını devreden çıkarabilmeli!

Şarabımı daha böyle nice mangal yapmasını canı gönülden dilediğim babamın sağlığına kaldırdım.

O ise gevşeyemeyen yüzünü tabağına indirip biraz daha buruşturarak,

“Fiyasko oldu!” dedi yine.

.

KOLTUK

Sevgili grubum, 35 yıl önce mezun olduğumuz okulun yeni binasında konser vd. etkinlikler salonunun bağışlara açılan yapımına kolları sıvadı. Belli bir miktar karşılığı koltukların arkasına siz ya da sınıfınızın adını taşıyan bir plaket konulacak, etkinliklerde de burası size ayrılacak.

Organizatör ve ateşleyici genleriyle doğmuş olan moderatörümüzün olayı fazla da davulunu çalmasına gerek olmadan duyurması yetti. “Kırk benzemez” olmakla birlikte farklılıkların sevgiyle kabulüne dayalı tatlı bir ahengimiz var. İstekler desteklenir, tek tek canımızı sıkanlar birlikte taşlanır.

Yerimden uzakta, güneyde bir yerlerden izliyorum grubumuzu ve onların bir kez daha bir şey etrafında bir araya gelişlerini. Uçaktan art arda atlayıp havada el ele tutuşarak petek oluşturan paraşütçülere benziyorlar.

Bağış için saptanmış, kimsenin kesesine fazla dokunmayacak miktar oradan buradan geldikçe geliyor. Bir koltuk, hatta ikincisi.. Ne ısrar var ne de katılmayanı dürtükleme. Grup içi dinamiği kendi akışını oluşturuyor. İnsanların “Anlamlı bir iş, üstelik bizim okulumuz. Elbette!” diye kolayca gerekçelendirebileceği katılım kendiliğinden oluşuyor.

Bulunduğum yerde, alışılmışın dışına kaymış algılayışımla seyirciyim. Doğanın, sükunetin ortasında, insanlardan uzak olmak, topluluk faaliyetleriyle aramda bir debriyaj etkisi yaratıyor. Kapılmanın yerini kıyıda kalıp izlemek alıyor.

Öyle yaptığımda, üzerine giydirilen (makul, anlamlı, düşünme filan gerektirmeyecek kadar da hafif, basit) kıyafet sıyrılıyor ve gördüğüm çıplak bir grup dinamiği oluyor.

Aidiyet hissi ve insana yaptırdıkları. Birlikte atılan her adımda harcı biraz daha pekişen topluluk ruhu. İnsani yardım, kültürel destek vb. ile ak ucundan linç ve din savaşlarına kara ucuna, geniş ve aynı yelpaze. Katılımın gönüllü ya da baskı, zorbalıkla olması da buradan bakışla aynı özün aldığı farklı biçimlerden ibaret. Akılcı ya da us, insanlık dışı olması da tanımını değil, ortaya konuşunu değiştiriyor yalnızca.

Arkadaşlarımı sevgiyle içimden geçirirken birbirlerine eklenerek oluşturdukları peteği izliyorum.

Arkasında ismim filan yazmayan basit bir beyaz plastik piknik koltuğu, daha oturaklısına hiçbir arzu duymayan, mevcut halinden fevkalade hoşnut gerime yetiyor da artıyor bile.

.

18 Nisan 2011 Pazartesi

SES SESSİZLİĞE KARŞI

Baharın silkindiği gibi kıştan sıyrılışı. Güney. Bağırtkan olmadan belirgin canlanış. Dalda dalga diz boyu otlar, rengarenk küçük çiçeklerle uyanan toprak, ısınmaya başlayan hava, su.

Seslerden de..

Programlarını açan cırcırböcekleri, Arap bülbülleri, guguk kuşuyla pür telaş serçeler (hayvanlar küçüldükçe sesleri cüsse niyetine cazgırlaşıyor olabilir mi?), “sonar kuşu” (düzenli uzun aralarla tek bir billur nota üflüyor, bir tür baykuş olmalı).. Çıktığında kayalıklara vuran denizi, palmiyeleri hışırdatıp ev aralarında ıslıklar çalan, güneşin batmasına yakın sütliman kesilen doğu rüzgarı. Biraz ilerideki yeni yazlık inşaatının arada bir çalışan, öğle üzeri onu da kesen işçilerini saymazsak insan sessiz.

Kulaklarımdan başlayıp içime uzanarak beni kendim dahil insan varlığından dinlendiren bu cennetsi sükunet 5 çayına dek böylece sürüp gidiyor.

Tavşan kanı çaylarımızı çayın iki-üç ton açığı ama aynı tatlılıkta akşam ışıklarına, verandaya getirdiğim an bu huzur dolu “boşluğu” kendi ellerim, daha doğrusu gırtlağımla paralıyor, kulaklığını bazen takan, pek de fark etmediğini söyleyerek çoğu zaman boş veren babamla avaz avaz bir sohbete girişiyorum. İnsanın bir yandan bağırır, haykırırken de yürek tatlılığını sürdürebileceğini öğreniyorum gerçi. Havan topu gibi patlamalı sesle bile bir insanla gönül birliği kurulabileceğini. Ama bu, elimde hançer, çepeçevre eşsiz bir tuvali parça parça ettiğim duygusundan yine de alıkoyamıyor beni.

Sesim, insan sessizliğini tuzla buz ederken o sessizliğin özündeki derin barışı babamla aramızdaki bağa bununla döşemek ne tuhaf çelişki!

.

13 Nisan 2011 Çarşamba

DUYDUK DUYMADIK DEYİN

Babam, koridorun 30 yıldır kapanmamış camlı kapısını kapanıp kilitlenebilir hale getirmeye karar vermiş.

Kapı şişmiş, badana sırasında astarı da çok kalın vurulmuş ama oluyor bak, dedi. Nasıl oldurduğunu gösterdi. Kapıyı gümbürtüyle yarı oturtuyor, sonra anahtara demir bir çubuk sokup tüm gücünüzle çeviriyordunuz. Kilitlenir gibi oluyordu.

İçine sinmemiş olmalı, bir sabah hışır-hışır hışır sesleriyle uyandığımda elinde avuç içi kadar bir zımpara parçası, kapının kenarıyla uğraşır buldum. Bu işlerden hiç anlamam ama uğraşın umutsuzluğu benim için bile ortadaydı. İşe yaramayacağını bildiğimden sesimi çıkarmadım. Hışırtı sürdü gitti.

İki gün sonra gittiğim yerden dönüşte “Gel!” dedi, yüzü bir kent daha fethetmiş muzaffer bir imparatorunki kadar aydınlık. “Çok güzel yaptım.” Kapıyı korkunç bir şangırtıyla çekti: “Şimdi çevir anahtarı!” Damağımı kaldırıp birkaç saniye boyunca camların dört bir yana dağılmasını bekledim. Sonra anahtarı çevirdim. Evet, artık demir çubuğun yardımına gerek yoktu. “Şimdi aç!” Normal bir kapıyı açar gibi yaptım. Bir şey olmadı. Kımıldamadı bile.

“Hayır” dedi, “Şöyle.” Ve aynı anda okkalı bir tekmeyle pekiştirilen omuz darbesiyle ortalığı ilkinin iki katı bir şiddetle ayağa kaldırdı.

Ben gözlerimi yumup bu sefer kesin dediğim dağılmayı beklerken, “Gördün mü, gayet iyi oldu!” dedi nurlu bir ifadeyle.

Algılardan işitmeyi silerseniz ortada hiçbir sorun kalmıyordu ama bu henüz sadece onun dünyası.

*
Onun sessiz sandığımız, gerçekte hiç öyle olmayan dünyası.

Sadece işittiğimiz sesler aynı değil.

Beyinde bir kez işitme merkezine yer açılmışsa burası dış uyaranla “doyurulmadığında” beyin uyaranlarını kendi üretir, olmayan sesler yaratır, bedenin iç seslerini çoğaltarak işitirmiş.

Yani dış alemde yönlenmenin görmek kadar önemli bir kanalını tümden devreden çıkarmak söz konusu değil. Ya olanı algılayacak ya da olmayanı uyduracak ama durmadan bir şeyler işiteceksiniz.

İkincisinin işe yaradığı durumlar da yok değil. Birçok tehlikeyi öngöremiyor (önduyamıyor) olabilirsiniz ama kim bilir belki böyle daha az diken üzerinde yaşıyorsunuz.

*

İşitmemek görmemekten daha ağır depresyona yol açabiliyormuş.

Babam için böyle değil. Olumlu yaradılışıyla işitmemenin çikolata yüzünün tadını çıkarır görünüyor.

Kapıya omuz vurup tekme savururken yüzüne yayılan mutluluk ifadesi başka türlü açıklanamaz herhalde..

.

8 Nisan 2011 Cuma

9 NİSAN

Yüzüme yayıldığını hissettiğim bir gülümsemeyle içindeki çoğulluğu seyrediyorum.

Bazen, saydam çizim kağıtlarına yapılıp üst üste konmuş portreleri andırıyor. Ya da aynı perdeye birlikte yansıtılan iki filmi.

Daha kolay bir benzetme, piyanoyu çalan sağ el ile sol el de olabilir tabii.

Her neyse, bir kez ayırdına vardıktan sonra onun bu iki ana yönünü haklarını vererek izlemek çok hoş.

Biri tam bir görev, sorumluluklar insanı. Hayatında birincil yeri tutan, verilmiş sözleri, seçilmiş bağlantıları, benimsenmiş gerekleri sonuna kadar yerine getirmek. Etkili bir organizatör olması, geniş, çeşitli sosyal ağı işini kolaylaştırırken bir yandan yapılacak işler listesine yeni yeni maddeler de ekliyor. Ama hepsinin üstesinden alnının akıyla geliyor.

İşledikçe yenilenen enerjisi, ustalıkla kullandığı bir keski gibi elinde.

Ya da nice hoşluk çıkardığı marangoz atölyesinden herhangi bir alet.

O enerjinin diğer ucunda hayatın başlangıç hazzını, heyecanını zerrece yitirmemiş gerçek bir Çocuk var! Beklenmedikliklerden, sürprizlerden hoşlanan, onlara çanak tutan, ortalıkta hiçbiri olmadığında gidip kendi yaratan.

Oynayan, dans eden, ellerini çırparak yaşayan.

Ve paylaşan. Yaşadığını paylaşarak çoğaltan. Yalnızlığı beceremediğinden, kendi kendine huzurla, tümlükle kalmayı bilmediğinden değil. Biliyor. Bağları güçlü tutmanın asıl neyi beslediğini daha da iyi bildiğinden.

İlişkilere onun gibi bir yer vermenin, kök salan bitkinin sığ toprağı çoğaltmasına benzediğini ben ondan öğrendim galiba.

Köklerin uzun, yaygınsa yaşama alanının kısıtlarını aşar, besleyici zeminini bunlarla oluşturursun. Alır verir, çoğaltır, zenginleştirir, beslenirken beslersin.

Çocuk yanıyla da, hayatı ölümüne ciddiye alan aşırı yetişkin yanıyla da yaptığı ortak bir şey varsa bu da o.

İster ödev olarak ister çocuğun has spontanlığıyla olsun, sunduğu.

Arkadaşlığının bu sağlam zemininde yaşarken yaşatmak.

Arkadaşlarına da “iyi ki doğmuş!” dedirtmek.

İçinde, dışında daha nice güzellik yaratıp yaşayacağın yıllara.

Günün kutlu olsun!

.

3 Nisan 2011 Pazar

72b GENİ

“Kendini hâlâ halsiz hissediyor olursan yarın yola çıkma!” dedi beni yaşıma denk zamandır bilen Süt Kardeşim bezgin bir endişeyle.

Okun yaydan çıktığının ikimiz de farkındaydık. Sahneyi şimdi kimin doldurduğunun.

Nasıl çalıştığını ona açıklamaya çalışırken bu yanıma isim niyetine bir gen sıra numarası vermek daha uygun göründü. Diz altı refleksi kadar doğrudan ve cevapsız bırakılması da imkansız oluşuyla insani hiçbir görünüme bürünemeyen salt elektro-kimyasal bir tepkiye benziyor çünkü.

İlle bir karaktere zorlayacaksam, elinde tırpanıyla zavallı ölümlülerin peşine düşen, siyah cübbesi içinde suratsız, ona karşılık her şeyi, bütün ışığı yutan gövdeli Ölüm Meleği’ninki olurdu bu.

Bir şeyi yapmayı kafama koyduğum an tetiklenen o. Dökülen benzinle üzerine düşen yanar çıranın ilişkisi sonrası. Araya ne akıl girebiliyor ne de daha gönül çelici bir vaat.

Telaş, sabırsızlık, diyor en yakınlarım bile. Bu kadarı onlara yetiyor. Oysa bu tür sıfatlar neden değil, sonuca işaret ediyor. Bir şey açıkladıkları da yok.

Sonunda merak eden ben oldum. “Biliyorum zaten!” yanılsaması uyandıran sıfatları bir yana bırakıp sıfırdan kulak verdim.

O müthiş zorlayıcılığı nereden geliyor?

Dediğini yapmasam ne olacağını hissediyorum?

Ölüm Meleği imgesi o zaman belirdi.

Hadi uçlardan hiç korkmayalım, ötesinde ölmeye eşdeğer dipsiz bir karanlık, hiçlik tehdidi algıladığımı fark ettim. Sadece bu zorbanın “Yap!” buyurduğunu edersem gelecek sefere kadar erteleyebileceğim bir yok oluş hissi.

Ne hoş!

Bunun dümdüz bir gen olduğunu düşündüren başka bir şey, babamın da tıpatıp aynı dürtüden mustarip olması. Bir kısım amcalarım gibi.

Davranış terapisi işe yarardı belki. Ama belki de 72b’nin koşullar denk düştüğünde gayet olumlu olabilen itici gücünü devre dışı bırakırlardı ki düşününce içim hilkat garibi yavrusunu bağrına basan bir ana şefkatiyle karşı çıkıyor.

Bu da demektir ki yarın yolcuyum!

.

30 Mart 2011 Çarşamba

ANLAM DEDİĞİN

"Şanslı sayınızı haykırın, düşen bir yaprak için ağlayın, görünmeyen bir jest yapın, başınızı at gibi sallayın, ayağa kalkıp kendi etrafınızda üç kez dönün, nedensiz gülün, burnunuzun ucuna bir şaplak atın, tırnağınızı kaşıyın, adınızın şarkısını söyleyin, ayakkabınızla oynayın, kendinizi bir sandalyeye tanıtın, bir kitabı öpün, meleğin tekine bir mektup yazın, kendinize kart yollayın, tek bir damla limonata için, hiç tırmanmadığınız bir merdiven arayın, ampulünüzü önceden denemediğiniz başka bir taneyle değiştirin, evinizin termostat ayarıyla oynayın, sevdiğinizi bir köpek kayışıyla şaşırtın, boş bir şişeye tıpa takın, arabanızın kaputu üzerine çöp dökün, derin dondurucuya çizgi roman koyun, bir müzisyenin doğum gününü kutlayın, ilginç bir hale gelene dek can sıkıntısı sözü üzerine düşünmeye çalışın, hiçbir zaman yapmayacağınız listelerin listesini yapın, gidip yalnızlık çekermiş gibi duran bir şey satın alın ve ona bir yuva verin, çim biçme makinesine dua edin, bir köpek için yerlerde yuvarlanın, görünmeyen bir periyle el sıkışın, parmaklarınızdan birine kanat takın, televizyon ekranınıza yara bandı yapıştırın, telefon rehberinizle konuşun, daha az açık olmak için ant için, bir çekmece açıp içinde başka bir şey olduğunu hayal edin, bir kapı açıp Tanrıyı buyur edin, fırınınızın kapağını açıp şeytanla vedalaşın, ateş yakıp su için yakarmasını isteyin, küçük ayak parmağınızı vaftiz edip günahlarınızı bağışlamasını dileyin, tesadüfi bir tesadüfi hareket yapın, yumuşamasına yardımcı olmak üzere nefret kelimesini sevme alıştırması yapın, bir kayayı ehlileştirin, kurşunkaleminizi yürüyüşe çıkarın, en sevdiğiniz kitabı sinemaya götürün, lokantaya girip dört yumurta ile dört de çatal isteyin, fotografınızın üzerine yumurta kırın, algılama amacıyla istekte bulunun, yarım portakal, yarım elma soyun, göğü gösteren bir işaret levhası yapın, bir mezar taşına teşekkür notu yazın, bara gidip bir bardak hava için, başınızı yukarı kaldırıp doğru yola indirilmeyi rica edin, aşağı bakıp yukarıdaki için teşekkür edin, iki sorudan birine evet karşılığı verin, her tuhaf soruyu kutlayın, evcil hayvanınızın her uyanışında ellerinizi çırpın, sokak kapısından içeri 'Ev gibisi yok' diyerek üç kez girin."
.

28 Mart 2011 Pazartesi

KUYUNUN DİBİNDEKİ

İki büklüm bedeni küçücük kalmış ihtiyar, cam kapıyı zorlanarak itti, içeri girdi, tereddütle sağına soluna bakıp yanlış mı geldim, fotoğrafçı arıyorum ben, dedi. Sahibin buyur etmesiyle tezgahta soluklandı. “Fotoğraf çektireceğim!” Sahibin fotografı çekilecek bir şey göremediğini hissettiren “Sen mi teyze?” sorusunu duymadı. Cebinden bir tomar yıpranmış kağıt, onlar arasından da üç fotograf bulup çıkardı. İki çocuğun kartpostal büyüklüğünde renkli boy resmiyle iki de yarım kibrit kutusu küçüklüğünde çok eski, biri siyah-beyaz, diğeri kahverengi vesikalık.

“Bunları çek bana!”

Sahip, işitmesi de görüşü kadar köreldiği belli teyzeye meramını nasıl anlatacağını pek de kestiremeden bu işin neden olamayacağını sıralamaya koyuldu. Bari çözünürlük lafını etmesen diye geçirdim içimden. Etmedi ama yine de iki dünya arasındaki geniş uçuruma yuvarlandı gitti açıklaması.

“Bunları istiyorum. Bak, şunlar torunlarım, şunlar da.. Güzel çıksın!”

Sahip benim işimi tamamlamak için arkasını döndüğünde ben de onun açıklamasını tamamlamaya çalıştım. Belki dışarıdan birinin teyidi daha anlaşılır, kabul edilir kılardı.

“Ne güzellermiş. Fotografları eskimiş ama, büyütüldü mü bulanık olur, çirkinleşir.”

Onca kırışık arasından bir gülümseme yayıldı yüzüne, onca yaş da silindi gitti.

Sonra, ona dönen karayağız genç sahibe, “Ama bak” dedi, ancak bisiklete binmek kadar unutulabilecek eski, çok eski bir beceriyle. “Her şey hazır, sandıklar yapıldı bile. Fotoğraf iyi olursa belki ben de giderim, belli mi olur?!”

Gözlerini görmedim ama pırıltısı gencecik flört ediveren sesindeydi.

*

Kurudu dediğin dalın bir yerinde patlayan tomurcuk.

Küllendi sandığın ateşin bir yerlerde kalmış kıvılcımla yeniden harlanması.

Beden ile zihin nasıl olursa olsun, boş bildiğin kuyunun diplerinden yüzeye terleyecek bir avuç su her daim mevcut.

Çıkmamış canın sönmemiş odu.

 
.