19 Temmuz 2011 Salı

BEYNİMDEKİ TAHTA RAF

Bir yakınımla konuşurken sözcüklere döküldü.

İkimizin de hayatında çok yer tutan bir göçüp gitmişimizi anıyorduk.

Bazen yaşadıklarıma onun ne diyeceğini öyle merak ediyorum ki, dedi. Böyle zamanlarda yokluğunu çok hissediyorum.

E, beynindeki rafa oturt o vakit, dedim.

Yüzündeki ifade açıklama istiyordu. Derin bir nefes alıp giriştim:

Bir sorum olduğunda –pratik, felsefi, estetik, iri ya da ufak- en iyi yanıtlayacağını düşündüğüm insanla ben öyle yaparım. Bizzat hayatımda olan veya eserinden tanıdığım biri olabilir bu. Rafa ona oturturum…

Bu raf ve içinde yer aldığı ortamı nasıl duyumsadığımı da görselleştireyim sana. (Kolay iş, çünkü zaten oldukça görsel bir tasavvur.)

Sol yanımda, yerden aşağı yukarı bir buçuk metre yükseklikte, bilemedin 30 santim derinliğinde, belki üç parmak kalınlığında, cilasız filan ham tahtadan, uzunca bir raf bu. Işıklı koridorlardaki koşuşturmadan kopuk, kendi başına duran ufak bir odada. Bir ardiye belki. Kendi ışığı açık değil, ışık belli belirsiz aralık kapıdan sızıyor. Özelliksiz, doluysa bile eşyası görünmeyen bir oda işte.

Düşüncesine, hissedişine, algısına, sezgisine gereksindiğim o anda her kim ise rafta o oturuyordur içeri girdiğimde.

Yüzümü değil, profilimi, sol kulağımı döner, yanıtı onun nasıl verdiğini dinlerim. Pratik bir soru söz konusuysa sözcük ağırlıklı olur, daha derinlerde bir şeydeyse blenderdan geçmiş bebek maması gibi bir püreyi andırır “konuşması." Kendi kendineyken zihin nasıl akarsa öyle: Cümle ve cümle parçaları hislerden, dürtülerden, çakan sezgilerden oluşma bir nehir yatağında akar.

Kulak veririm. Nasıl baktığına, verileri organize edip nasıl gördüğüne, çıkardığı sonuçlara, tutacağı ışığa.

Gerçekten yanı başımda olsa söyleyeceklerinin, benim onun söyleyeceğini tahayyül ettiklerimden ne kadar farklı olacağını sormak aklıma bile gelmez. Benim istediğim, aslına sadık bir replika değil, o insanın tanıdığım-bildiğim, benim anladığım kıvamıyla bir esin vermesidir.

Çok da işe yarar. “Kendi” aklımda içinden çıkamadığım ya da yeterince netlik kazandıramadıklarım araya onun dokunuşunun girmesiyle bana yabancı ama güvendiğim bir düzenlemeye kavuşur, yön ve ivme kazanır ve o odadan eli boş çıktığım olmaz pek.

Çok sık olmasa da bazen “insanlarım” beynimdeki tahta rafı bir yanıta değil de dürtüye, dürtülmeye ihtiyaç duyduğumda da doldururlar.

Üsluplarına göre eğitsel bir hoyratlıkla, kışkırtarak ya da usul, sevecen bir yüreklendirmeyle sunarlar gereksindiğimi. Odadan elim o zaman da boş çıkmam.

*

Beynimdeki tahta rafın marangozu belki de derin bir özümsemedir diye geçiyor aklımdan.

Derinden özümsediği bir varlığı da yakıcı bir özlemle özlemiyor insan.

Uzaklarda ya da artık “olmayan” bir sevdiğimi anarken gözlerimi dolduran da onun yokluğu değil, beynimdeki tahta raftan inmiş, yüreğime karışmış varlığını olanca yoğunlukla duyumsamam oluyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder