18 Nisan 2011 Pazartesi

SES SESSİZLİĞE KARŞI

Baharın silkindiği gibi kıştan sıyrılışı. Güney. Bağırtkan olmadan belirgin canlanış. Dalda dalga diz boyu otlar, rengarenk küçük çiçeklerle uyanan toprak, ısınmaya başlayan hava, su.

Seslerden de..

Programlarını açan cırcırböcekleri, Arap bülbülleri, guguk kuşuyla pür telaş serçeler (hayvanlar küçüldükçe sesleri cüsse niyetine cazgırlaşıyor olabilir mi?), “sonar kuşu” (düzenli uzun aralarla tek bir billur nota üflüyor, bir tür baykuş olmalı).. Çıktığında kayalıklara vuran denizi, palmiyeleri hışırdatıp ev aralarında ıslıklar çalan, güneşin batmasına yakın sütliman kesilen doğu rüzgarı. Biraz ilerideki yeni yazlık inşaatının arada bir çalışan, öğle üzeri onu da kesen işçilerini saymazsak insan sessiz.

Kulaklarımdan başlayıp içime uzanarak beni kendim dahil insan varlığından dinlendiren bu cennetsi sükunet 5 çayına dek böylece sürüp gidiyor.

Tavşan kanı çaylarımızı çayın iki-üç ton açığı ama aynı tatlılıkta akşam ışıklarına, verandaya getirdiğim an bu huzur dolu “boşluğu” kendi ellerim, daha doğrusu gırtlağımla paralıyor, kulaklığını bazen takan, pek de fark etmediğini söyleyerek çoğu zaman boş veren babamla avaz avaz bir sohbete girişiyorum. İnsanın bir yandan bağırır, haykırırken de yürek tatlılığını sürdürebileceğini öğreniyorum gerçi. Havan topu gibi patlamalı sesle bile bir insanla gönül birliği kurulabileceğini. Ama bu, elimde hançer, çepeçevre eşsiz bir tuvali parça parça ettiğim duygusundan yine de alıkoyamıyor beni.

Sesim, insan sessizliğini tuzla buz ederken o sessizliğin özündeki derin barışı babamla aramızdaki bağa bununla döşemek ne tuhaf çelişki!

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder