1 Mart 2012 Perşembe

YÜRÜYELİM YÜRÜYELİM

Şehir planına baktım, bir daha baktım. Eğip bükerek tefrik ettim. (Oysa harita ne diyorsa o. Yorumlamamak gerekiyor.) Edindiğim izlenimleri izlenecek yollara tercüme ettirmek için ikide bir durup yol sorarken kısa sürede buranın bir yön aptalı için bulunabilecek en iyi şehir olduğunu fark ettim. Bilmeyen, ya gidip bir bilen bularak ya da bilecek birini göstererek yardımcı oluyor. Siyahı, beyazı. Sonunda sormama bile gerek kalmadı. Bir köşede dikilip elimdeki plana Rosetta Taşıymış gibi aval aval baktığımı gören beyaz bir kadın, kayıp mı oldunuz deyip hostelimin sokağını tarif etti.

Aradan bir hafta geçip yolları öğrendikten sonra çizdiğim tuhaf zigzaglara gülüyorum.

Cape Town ve Güney Afrika üzerine söyleyecek birkaç çift sözü olan yerleri gezeceğiz bugün ama önce trafiğe dikkat. Ters trafik, araba kullanmaktan geçtim, yaya olmayı bile yeniden öğrenmeyi gerektiriyor. Önce sağına, sonra.. Kurallara genellikle (bizdeki kadar) uyulmakla birlikte yayaların kendilerini kollamaları gerek. Yine bizdeki gibi şoförlerin gözünde, arabanın rüzgarıyla yolun kenarına savruluvermesi beklenen yuvarlanan çalılardan daha hatırlı bir yanları, öncelikleri yok.

Castle of Good Hope’tan, kaleden başlayalım, kentin 17. yüzyılda yapılma en eski yapısından. Suyla çevrili yayvan kalenin görüntüsü yetmiş, uzun tarihi boyunca tek bir saldırıya uğramamış. Yeşil bahçeleri, gölgesi pek taş duvarlar hâlâ süren iklim sersemliğime merhem gibi geldiyse de aynı şeyin tarihinden gelip geçenler için geçerli olmadığını “İşkence odası” levhası tokat gibi hatırlattı. Dokunmadan edemeyen ellerim, zindanın zamanla cilalanmış taş duvarlarında, zincirlerin geçirildiği demir halkalarında dolandı. Vali beyin havuzlu bahçesine çıkıp soluğumu koyverdim. Bir davet için yiyecek içecek taşınmaktaydı. Revak altında kahveyle sosisli börek başında otururken (özellikle yolculuklarda bir araya getirdiğim şeylerin tuhaflığıyla kendimi bile şaşırtıyorum) siyahlı beyazlı bir otobüs dolusu öğrenci gelip çimenlere yayılarak kaleyi resmetmeye başladı. Onlar kaleyi, ben onları gözlemlerken anahtar devir teslim saati de geldi. Hoştu. Hepsi siyah askerler her ne kadar üniformalı, tüfekli, olabildiğince kaz adımlı da olsa bunların giydirme olduğu çok belliydi. Üniformanın zapt edemediği başka bir şey spontanlık. Her şeyi, acı ve zoru da getirip şenliğe çeviren Afrikalı ruhu yüzeyin hemen altında kendini bir şekilde belli ediyor, bu askercilik oyunundan tatsız ciddiyetini, katı inandırıcılığını alıyordu.

Kaleden çıkarken güya nöbete durmuş, karşılıklı gülüşüp atışan iki asker arasından geçtim. Beyazların savaş oyunlarına elbette piyon edilmiş, İkinci Dünya Savaşı senin Kore benim, oraya buraya sürülmüşler, onurlarına şehrin göbeğine eh bir de heykeller dikilmiş ama şu üniforma, onların bedeninde bunu icat edenin ruhundan ne uzak.

Kalenin yanında Grand Parade meydanı yayılıyor. Önce denizcilerin devşirilme, sonra da kölelerin pazarlanma yeri olmuş. Meydan demek toplanma demek. 27 yıllık tutsaklığının ardından Mandela, burada bir araya gelen on binlere ilk kez belediye sarayının (City Hall) balkonundan seslenmiş. Grand Parade denizciler, köleler, yeni bir ulus derken bir de başka dünya milletine (belki de en sınıfsızına) mekan olmuş: 2010 Dünya Kupasını stada sığamayan dört bucak insan buradaki dev ekranlardan gayet de olaysız izlemiş. Onlar için bir tür hac olmalı.

Meydan artık sürekli bir pazar yeri. Yiyecek içecek, çul çaput ve turistler için Afrika işleri tezgahlarıyla cıvıl cıvıl.

Fonda mavi gök ve Table Mountain ile fotograf dolduran tarihi belediye sarayı bir kültür ve sanat merkezine dönüştürülüyor.

Dağ ile önündeki uzanmış aslan biçimli tepe arasındaki konumundan ötürü City Bowl denilen “çanakta” pek çok görülecek yer var. Bunlardan biri yeni ismiyle Slave Lodge, Kölehane. 17. yüzyılda, Asya’daki sömürge “işletmesini” yürüten The Dutch East Indian Company’nin köleleri için yapılmış, Cape Town’un en eski binalarından. Zulümden insan haklarına, yürünmüş uzun yolun nesneleri, belgeleri yazılı sözlü (odağı yerinde tutmaya hizmet eden etkili de bir ışıklandırmayla) izlenebiliyor. Yanı sıra “efendilerin” özel eşyalarının sergilendiği koleksiyonlar ve beklenmedik bir ejiptoloji bölümü var (bizim Schliemann’ın diğer bir çeşitlemesi olan, hiçbir formel eğitimi olmaksızın geliştirdiği sistematik yöntemlerle ejiptolojinin babası olmuş Sir Flinders Petrie’nin bulguları). Ben bir de ünlü Siliva Zulu filminde ekibin antropolgu Lidio Cipriani’nin fotografları sergisine denk geldim. Zuluların geleneksel yaşamından iyi bir fikir veren özlü fotograflar.

Karşıya, Company’s Garden’a geçtim. Adındaki “şirket”, yine Dutch East Indian Company. Bahçenin uzun geçmişi, gemi kazazedelerinin dağın eteklerindeki akarsu kıyılarında sebze yetiştirmesiyle başlamış. Zamanla sular biraz daha içlere kanalize edilmiş, iş büyümüş, çeşitlenerek serpilmiş. Ortaya bugünkü, botanik bahçe ayarındaki zengin, büyük park çıkmış.

Kütüphane ile planetaryumun önünden geçip Ulusal Sanat Galerisine girdim. Aynı zamanda yazar ve şair de olan ünlü ressamları Peter Clarke ile kapsamlı retrospektifinde tanıştım. Uzun sanat yaşamının birbirini tekrarlamayan dönemlerine hakkını vermiş. Bunlardan bazılarından adamakıllı hoşlandım. Ve bir İngiliz’in, Richard Long’un, işte böyle yapmak varmış dediğim işleri. Afrika’nın kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerini yürüyerek aşmış. Bulduğu malzeme ile (taşlar, kaya parçaları, dal budak) geçtiği yerlerin duygusunu yerinde yansıttığı “enstalasyonlar” yapmış, çok geçmeden karışıp silinecek bu parçaları yekten zamana terk etmeyi gönlü elvermeyerek fotograflarını çekmiş. Ziyaretçiler için, haydi, siz de izlenimlerinizi içinizden geldiği gibi dizin izniyle bir salona irili ufaklı taşlar, kabuklar koymuşlardı. Oynadım.

Bahçeden çıkıp St George Katedralinden yukarı, Bo Kaap’a vurdum. Katedral, adını aldığı azizin mızrağını, doğrulttuğu ejderden doruğunda olan Apartheid’a çevirerek kallavi taş yapısında siyah, beyaz, renkli herkese kucak açmış.

Güney Afrika’da Müslümanlar yüzde beş civarında bir azınlık olmakla birlikte varlıkları Cape Town’da burası için “Müslüman şehir” dedikleri kadar yaygın. Ama insan kazanı bu ülkede din, inançlar çatışma, sürtüşme konusu olmamış (ilginç, bunun tek istisnası “kurucu” beyazlar arasındaki mezhep çekişmeleri). Bu işi ırk yapmış.

Memleketiminkilerden utanç duyduğum düzgün, geniş kaldırımları (insanın başını adımlarından kaldırarak yürüyebilmesi ne güzellik!), cadde ve sokakları, iyi düzenlenmiş meydanlar ile nispeten düz bir alanda yayılan Cape Town, yürümesi kolay ve çok zevkli bir şehir. Yüksek, modern binalar arasında bırakılan geleneksel ve tarihi dokuyla halkı gibi bol renkli. Her yerde rastlanacak dünya mimarisinden Afrika’ya özgü karışımlar ve yorumlara (art deco misali) uzanan alımlı, bakımlı bir yapılaşma. Sıradan, çirkinliğin sınırında ya da ondan içre yapılar da var elbette ama tek tük ve şehrin kıyılarında. O gök ile fondaki Dağ, haddini bilip fazla da yükselmemiş binaların beton, çelik kütleselliğini dengeliyor. Gözler dolaşmanın tadını insanlarla yapılar arasında gide gele çıkarırken, ayaklar da bedeni saatler boyu uysalca oradan oraya taşıyor, sağ olsunlar.

Table Mountain’ın önünde, uzanmış, kapısını bekleyen aslan biçimli yükseltinin iki tepesi var: Yumuşak hatlı (aslanın aşağı yukarı kalçası) Signal Hill (ismini zamanında gemilerin gelişini buradan top atarak duyurmalarından alıyor. Bugün de öğlen 12’yi aynı şekilde duyuruyor. Patlamalı ve şaşmaz bir saat ayarı) ve Lion’s Head. Afrikaans dilinde aslanın pençesi dibinde anlamına gelen Bo Kaap, işte bu yükseltinin eteğinde, renkli evleriyle ünlü Müslüman mahallesi. Sarı, yeşil, pembe, mor bitişik evler, eski bir geleneği izleyerek böyle renklendirilmiş. Azat edilen köleler, onlara gösterilen bu yere geldiklerinde esaretleri boyunca sırtlarına (ve kölelikle ruhlarına) geçirilen boz renkli çulların acısını renkleri imanına kadar bağırtarak çıkarmış.



Ve renklerle bağırmak Afrika’da sadece Bo Kaap’a özgü değil.


(Arkası yarın)

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder