29 Şubat 2016 Pazartesi

TRANS -2

Gevezeliğin içe patlayanına kapılmak da trans. Vırvır eden irili ufaklı seslerle muhatap tanımadan sürüp giden o gürültüye esir olmak. İtilip kakılmak. Gevişini getirmek. Gölge boksuna dünya enerji kaptırmak.


Bir yandan sürekli uyarılırken uyuşup gitmek.


28 Şubat 2016 Pazar

TRANS

İnsanın kendisiyle transa girip çıkamamasının sonuçlarından biri çok konuşmak.

Dışına, etrafına, karşısındakine kapalı kalmak.

Duyarsızlaşmak.

Duyarsızlaştırmak.

27 Şubat 2016 Cumartesi

UFALA BENİ

Ne çok konuşuyor. Çok da sevdiğim biri. Renkli, zeki.

Yine de, durmadan konuşan kim olursa olsun, bir süre sonra konu arka plana kayarken miktar ve karşısındakini hiçe sayan dayatılma biçimi öne çıkıyor ve ben aşama aşama dönüşüyorum.

Uyuşmaya başlayan zihnim kaynar suya atılan bir marul yaprağı gibi pörsüyor. Canlılığını kaybediyor. Oradan ayrılma dürtüsü bile yok oluyor. Donuklaşmanın ileri bir safhasında moleküllerine ayrıldığını, bir esintiyle dağılıp gitmenin eşiğinde olduğunu bedenim de hissediyor. Ne oradayım ne kendi içimde. Sahneden siliniyor, buharlaşıyorum.

Nihayet bittiğinde tükenmişliği üstümden atmam zaman alıyor.

Belki üç dakikadan uzun süre kesintisiz anlatacak şeyi olmayan biri oluşum da dengeyi aleyhime bozuyor, bu tahterevallide hep havada kalıyorum.

Ama nasıl bir şey durmadan konuşmak? Saatlerce konuşmaya değecek bunca şey bulmak? Bunun karşıdaki için de dinlemeye değer olduğunu varsaymak?

Karşıdaki?

Çok konuşan için muhatap, başkalarıyla değiştirilebilir bir şey. Yerime herhangi biri, bir ayna, duvar, şişme bebek de olabilir. Bir alışveriş, karşılıklı akış olmayışıyla ben doldurulacak bir kaptan ibaretim, bu da maruz kaldığım gevezeliği burnum kapatılmış da ağzımdan içeri zorla akıtılır gibi hissetmeme yol açıyor.


Arkadaşça bir tecavüz.

24 Şubat 2016 Çarşamba

KULAĞIMA KÜPE

Taktığımdan hoşlanmış, doğum gününe benden kendine bir küpe al, dedi babam.

Girdiğim dükkanda taşlı, işli, formu kendi içinde başlayıp bitenlerin önünden hızla geçtim. Rafların ucunda, ufak bir köşedekiler önünde durdum.

Bunlar elişi, Anadolu Medeniyetlerinden esinlenme dedi sahibe.

Evet, o da kil tabletler dolusu hikaye demek ama asıl.. Birkaç çift arasından biri mıknatıs gibi çekti. Açıklamasının sonradan geldiği, bazen de hiç gelmediği o dolaysız çekimlerden.

Bu! dedim, aldım, taktım, çıktım.



İnsanın dilin, kelimelerin ötesine geçen doğrudan, etraflı, derinlemesine algısına kulakta en yakını müzikse gözde de soyut anlatım. Al, bakışının, hissedişinin zaman içinde değişen, farklılaşan, dönüşen, öncekilerle bazen taban tabana zıtlaşan içeriğini yansıt yansıtabildiğine. Dün kışı senin için dile getiren bugün sıcacığın anlatımı olsun. Bugün çatışmanın resmi gibi gördüğün nasıl dün mesela fırtınalı bir bütünleyiciliğin tasviri idiyse.

Kulağımdaki hissini, tam kıvamındaki ağırlığını, taşımayı da sevdim. Vitrinlerde, kaldırımlara park etmiş arabaların camlarında yansımasına gülümseyerek yürüdüm.

Yüzeyinde gezinen parmaklarımın ucunda babamla ilişkimizin evrimi açıldı, dalgalanma ile kıvrımlanma arası iniş çıkışlarına serildi.

Büyük bir arkadaşlıkla başlayan (babamın kızıydım) ilişkinin mesafelenişi, çalkantılar, tepkisellik, itiş, ılık bir barıştan geçip anlayarak tanımaya, birbirini olmaya bırakmaya, derinleşen bir karşılıklı hoşnutluğa vardığı bugüne gelişi.

Yeniden akabilen saf sevgiye.


Kulağa iyi bir küpe, evet.

18 Şubat 2016 Perşembe

EKİLENLER VE BİÇİLENLER

Kasiyer bir taraftan da yan kasadakiyle konuşuyordu.

“Böyle giderse burada da yakında evden çıkmayı yasaklarlar.”

“Sen dün benim yerimde olacaktın! Resmen burnumuzun dibinde patladı.”

“Hadi ya?!” Sonra bana döndü. “Şifrenizi girin lütfen.”

Patlamanın üzerinden 24 saat geçmemiş.

Dün, olaydan birkaç saat sonra meclisteki partilerden birer milletvekiliyle birkaç gazeteci ve “uzmanın” katıldığı açık oturumda AKP’linin “Ama Batıda da oluyor” teranesine gazeteci İsmail Saymaz dayanamadı. “Bırakın Allah aşkına! 11 Eylül de oldu diyor, başka şey demiyorsunuz. Kaç kere oldu 11 Eylül? Bizde Haziran’dan beri bu yedi, hayır, sekizinci, doğudakileri saymıyorum bile.”

Facebook gibi bir egzoz, kül bırakılmayan mangal bile boştu bugün. Ne esip yağıp gürlemeler ne bayrak karartmalar. Şunlar şunlar yüzünden böyle oldu! kanaatleri. Kendi tarafı hariç herhangi bir yerde, her yerde suçlu bulmalar.

Kopmakta gecikmeyen “Siz yaptınız!” ya da “Onlar yaptı!” çığlığının şimdi işitilmemesi ilginç.

Şiddet bile yalama olduğu, paçalardan aktığı, söylenecek şey kalmadığı için mi?

Bunun şapkaların öne konup sen-ben, senden yana-benden yana ayrımının ötesinde topyekun bir muhasebe olduğunu hayal edebilmek isterdim.

Yaptıklarımız yapmadıklarımız, yelpazenin bir ucunda düşüncede-lafta kalan, görünürde etliye sütlüye karışmayan ama birer ilmek, birer kürek toprakla gelip dayandığımız zihniyet dokusuna, hasadın bu olduğu tarlaya katkıda bulunanlar, diğer ucunda gücü eline geçirmiş, cinnete doğru kontrolünü kaybedenler.

Zorbayı dışında teşhis etmek kolay. Hele şiddetliyse. Kabak gibi ortada. Ya ona yer açan, ortam yaratan, izin veren, meşrulaştıranlar? Geçtiği yerlerde ezilmiş tek karınca bırakmadan zorbalığı çok daha zararsız bir düzlemde, nasıl sızdığını fark bile etmeden o çok masum, haklı, doğru bildiği zihniyette sürdüren sıradan kalabalığın parçası olarak ben sen o?

Dehşetli bir yansımalar, yansıtmalar dünyasında şiddetin bin yüzünü dönüp kendi içimizde görüp şiddetsizleşmedikçe, mağduriyetleri kalkan ve kılıç eden bu sefil oyun, güçler dengesinin kırılgan değişimleri arasında tadımlık barış molalarıyla böylece sürüp gidecek görünüyor.

Derken Facebook’ta bir paylaşım:


“ARTIK SAĞCI SOLCU KALMADI ELİMİZDE BİR VATAN KALDI BİR DE VATAN HAİNLERİ VATANIMIZA SAHİP ÇIKALIM”

15 Şubat 2016 Pazartesi

BİR BARBUNYA YORUMU

Piştikten hemen sonra cam tencereye aktarılmış barbunya pilakiye baktım. Kapaktaki buğu, damlalar, sebzelerin sarı, turuncu, kahverengi beneklerini kırıp bulandırarak hareketli bir resme dönüştürüyordu.

İşi gücü bırakıp kamerayı kaptım, çektim.


Makinenin gördüğü gözümünkiyle çakışmıyordu. Picasa’da üzerinde oynadım. Renkleri abartıp çözünürlüğü yükselterek farkı azaltmaya çalıştım. Gösterdiğini yapamasam da parmağı güçlendirerek Bir de böyle bakın! demeye.

Göz, kamera, bilgisayar programı. Üç aparat, üç sonuç.

Hangisi gerçek diye şöyle bir sorulacak olduğunda cevap pat diye gelmeye meyilli. Gözünki tabii!

Neden tabii? O gözün ardındaki akıl almaz karmaşıklıktaki fizyolojik koşulun psikolojik, kültürel, döneme bağlı olanlarla bir araya gelerek bireysel, benzersiz bir kokteyl oluşturması ve başka kokteyllerle etkileşimi düşünüldüğünde ortada –başka türlü olamaz anlamında- “tabii” diye bir şey kalıyor mu? (12 yaşında da böyle mi görürdüm? Bu görüntü bana çok kötü ya da fevkalade bir deneyim çağrıştırıyor olsa? Daha sonra nasıl göreceğim? Katarakt yavaş yavaş ilerlerken, alındıktan sonra? Modern resim öncesi böyle görebilir miydim? Gözüm düz bir yemek görüntüsünün ötesine geçebilir miydi? Bana farklı bakmayı öğreten mesela bir Paul Klee olmasa? Ya da fotografla bu kadar zaman geçirmemiş olsam? Kameranın, foto editing programlarının teknik dili, olanakları, maruz kaldığım sayısız diğer fotograf bakışımı biçimlendirmemiş olsa?)

Ama hayır! Çok derinlere kök salmış bir inançla hangisi gerçek sorusunun cevabı ısrarla benim gözümün gördüğünden yana kayıyor. Kişisel olarak değilse de benim topluluğumun, kültürümün, ideolojiminki.

İnsani her şey gibi onu da kat kat sosa buluyoruz elbette. Gerçeği temsil etme iddiası olmadan girişilemeyecek güç savaşları, bağlı kalmak üzere burnumuza dayatılan gerçeklerin toplumsal tutkallık/gardiyanlık işlevi.. Çok amaçlı bir şey bu Gerçek. Ne kadar da ağır, ezici, kasıntı, kasıcı.


Çiz gerçeğin üstünü, yerine izlenim ve yorumları de. Huzur, barış, neşe gelsin. Barbunyanı da afiyetle kaşıkla!

14 Şubat 2016 Pazar

DÜŞSEL BİR ÜFLEMELİ

Gece. Açık havada ne olduğu belirsiz bir etkinlik. Bir kürsü, sahne yok. Tezgahlar, pankartlar filan da. Tek başına dolanan ya da grup halinde dikilmiş insanların arasından geçiyorum. En uçta bilmiş havalı bir genç adamın önünde duruyorum. Elinde orta boy, enli bir kaval var. Kendi başına çalıyor. Silik, pastoral bir melodi. Bir daha baktığımda kavalın uzantısı beliriyor; mat gümüş rengi metalden, spor arabaların egzozu gibi yassı. Tuşları –beş ya da altı tane- iki-iki buçuğa sekiz santim gibi dikdörtgenler. Uzantı müzisyenin sağ tarafında ufak bir konsola bağlı. Kavaldan ilk metal tuşa geçtiği her seferinde uzanıp konsolun bir düğmesiyle oynuyor –kırmızı bir ışık yanıyor o vakit.


Ses bu geçişle nasıl da değişiyor! Toprak yoldan otobana çıkmış gibi. Yanıklığı kaybolup billurlaşıyor, sonsuza dek sürebilecek bir dolgunluk kazanıyor, pürüzsüzlük.

13 Şubat 2016 Cumartesi

BONUS

Otomatik tepki vermekten geri durduğum (seçim imkanı vermeyen sıkışık refleksler alanından hareket etmediğim) her seferinde biraz daha genişliyorum.


Hedefim daha özgür olmak ama seçimli davranış, bonusuyla geliyor; kalıplardan her çıkışta biraz daha esnediğimi, güçlendiğimi, sevecenleştiğimi hissediyorum.

12 Şubat 2016 Cuma

AĞIR ÇEKİM

Dur dur, dedim kendime, aksiliğin üzerinde. Ağır ol. Damağında zehir gibi bir tat, diken üstündesin. Çek kenara, çık dışına, otur. Önüne kattığını seninle birlikte sürükleyen ters esen rüzgarını dinmeye bırak. Bir yandan da seyret, bu rüzgar çıktığında neler oluyor.

İyi şeyler olmuyor. Sinirlerini oynatıyor. Kendin başta, elinin altında, karşısına çıkan ne varsa karartıyor, kötü mü kötü gösteriyor. Tepenin atmasını da bunlardan biliyor. Negatif ne kadar kayıt varsa “Zaten..” diye başlayarak çekip çıkarıyor. Çerçöpün eklenmesiyle yuvarlandıkça büyüyen bir çalıyı oradan oraya, bir olumsuz hükümden diğerine sürüyor.

Sonra?

Alt tarafı gelip geçici, nahoş bir ruh halini onun körüklediği “akıl yürütmeler,” haklı çıkarmalar vb zihinsel reflekslerle katılaştırıp uzatıyorsun. Rüzgarın bir sonraki esişine biraz daha “tutucu” bir zemin hazırlıyorsun.

Oynak zeminlere döşenen milli kaldırım taşlarımız gibi. Taşı, aklının işleyişini bırak, zemine, dalgalanışına bak. Analiz etme. Gör, doğasını gözlemle. İnsanın bazen tersliği üzerinde oluyor. Strese girdiği durumlar ardı ardına geldiğinde, otomatik tepkilerini harekete geçiren şeyler tetiklendiğinde, belki yediklerinden belki hava koşullarından, ülkenin halinden.. her nedense. Sana, bedenine, algıladıklarına ne yapıyor, iyice bir hisset.

Bu oynak zeminler misali ruh halleri üzerine hiçbir şey bina etme. Hiçbir kanı, yargı, hüküm. Bırak, gelsin geçsinler.

Eğlenceli, hafife alan bir ad, etiket takabilirsin (slogan da iş görür). Bir daha sefere aynı tuzağa kim bilir kaçıncı kez düşmeye karşı bir uyarıcı olur.

Poyrazım üstümde! Düşmancalık. Sağa sola, içe dışa itinayla bok atılır!

Sessizleş. Düşünce üretmeyi bırak. Gözlerini dört aç, kulak kesil. Psikoatmosferik bir fenomenin seyri televizyonda, internette filan bulabileceklerinden ne kadar daha sürükleyici, gör.

*
Müzikle uğraşmak dört koldan ilham veriyor. Yavaşlamanın değerini, olmadık ufuklar açışını bir de onunla keşfediyorum. Belirtilen tempoda bir türlü içinden çıkamadığıma, beceremediğime tempoyu iyice düşürerek ağır, çok ağır giriştiğimde üzerinde çalışılabilir bir alan açılıyor. Beynim mesajı alıyor.

Koşmak, koştururken hep aynı hataları yapmak zorunda değilim. Zamanı sınırlanmamış bir es halinde uzatarak önce neler olduğunu, nerede nasıl takıldığımı görebilirim.


Öğrenebilir, ustalaşabilir, sonra ana tempoya dönebilir, kim bilir, belki onun bile üzerine çıkabilirim.

11 Şubat 2016 Perşembe

TERBİYE

Bugün kardeşime son kayboluş hikayemi anlatıyordum. Bunalmadın mı, dedi. Yok, dedim gülerek, yolcu koltuğunda seyreden yanım oturuyordu. Yansız, telaşsız, duru, olup biteni, içimde fışkırıverenleri izleyen ferah bir tanık. İkinci bir ses. Öylece zihinsel girdaba hiç kapılmadan sonunda aradığım yeri buldum.

Şu el değmemiş hali kaprisli, yol açtıkları acı verici, eziyet çektirici zihnin terbiyesi yatırım yapmaya değer bir konu.

Önemli bir parçası da tanıklığı geliştirmek. Değişime zorla, irade gücüyle vs girişmek yerine apaçık görmekten gelmesine kapı açmak.

*
Bir Alman kanalında denk düştükçe seyrettiğim bir program vardı: Süper Dadı. Dört çocuk annesi pedagog, çocuklarıyla kördüğüm olmuş ilişkileriyle çıkmaza saplanmış ana babaların yardımına geliyordu.

Konu, sorun, şiddeti ne olursa olsun, izlediği seyir değişmiyordu. Evlerinde kalıyor, dinamikler görünür olana dek aile bireylerini sessizce, hiç müdahale etmeden gölge gibi takip ediyor, yaşanan sahneleri videoya alıyordu.

Örüntüler –yumağın nerede dolandığı- yeterince belirginleştiğinde, kaydedilen sahnelerin başına anne (çoğunlukla) ve baba ile geçiyorlar, Süper Dadı onlara davranışlarını işte böyleyken böyle oluyor diye açıklarken yaşadıklarını içindeyken hiç göremedikleri bir berraklıkta seyrettiriyordu.

Yol açtığı da hiç şaşmadan sarsıcı bir katarsis oluyordu. Kıramadıkları kalıpların cenderesinden kurtuluş. Mağdur olmayla etmenin birbirine karıştığı psikolojik iltihap haline, durduramadıkları, değiştiremedikleri kör döğüşe dışarıdan bakabilmenin getirdiği aşma olanağı.

*
Kendisinden başka her yere bakan, şeyleri, hele de kusurları şıp diye yakaladığını sanan, gözleri velfecir okuyan terbiye edilmemiş zihnin kendi haline bırakıldığında yol açtıklarını büyük ölçekte yaşadığımız şu dönem içe bakış abesle iştigal görülebilir.

Ben öyle görmüyorum. Zihnin ettikleri iyi ya da kötü, fevkalade bulaşıcı. Neden olduğu sancıya toplumsal çözümler, açıklamalar öneren yeterince var.


Süper Dadı’yı kaynağa, kendi zihnime davet ediyor ve doğrusu çok yararını görüyorum.

8 Şubat 2016 Pazartesi

HERKES DÜŞLEMEKTE

Elimdeki çeviriden:

Herkes düşlemekte. Herkesin düşü kendi gerçeklik algısına dayanıyor. Bu bireysel düş içinde birçok karakter –aile bireyleri, arkadaşlar, sevgililer- ve bunların her birimize göre kendine özgü özellikleri var. Bizde duygusal bir etki oluşturuyorlar, biz de her birine farklı bir şekilde tepki veriyoruz. Fakat onları nasıl algılamayı diliyorsak o şekilde tepki veriyoruz, tepkimiz kendileri nasıl ise ona değil. Kendi filmimizde kurgulaştırılmış karakterler olmaları dışında kim olduklarını nasıl bilebiliriz? Hayat, film, düş; tüm bunların yapım ve yönetimi düşçü tarafından gerçekleştiriliyor. Sevdiğiniz bir arkadaşınızın filmine girin bakın. Kendi filminizde de yer alan birçok karakter göreceksiniz ama farklı görünecek, farklı da bir duygusal tepki yaratacaklar. Diyalog başka olacak ve önemli dramatik sahneler de beklediğiniz gibi gelişmeyecek. Babanızın filmine girin, kız kardeşinizin, eşinizin; her birinde değişik bir öykü bulacaksınız. Onların filminde canlandırdığınız karakter istediğiniz gibi cana yakın ya da sandığınız gibi sönük olmayabilecek. Rolünüzün öykü akışında çok önemli olmadığını ya da tersine, abartılı bir önem atfedildiğini göreceksiniz. Başka bir deyişle, etrafınızdakilerin düşlerinde kendinizi tanıyamayabileceksiniz.

Herkes yaşamını benzersiz bir biçimde düşler. Başkalarının düşlerinin tıpkı kendimizinki gibi olduğunu varsayarız ama değildir. Önemli olan, gerçekliği yorumlama biçimlerini onaylamasak bile başkalarının düşleme biçimine saygı göstermektir. Başka birini yaşamı bizim gördüğümüz gibi görmeye zorlayamayız. Bütün yorumların aynı olmasını bekleyemezdik, bunu dilememeliyiz de. Her sabah yastıkta başımızı çevirip sevdiğimiz kişiyi ilk kez görür gibi görme şansımız var. Tıpkı varsayımların, önyargıların ötesinde algılanmak istediğimiz gibi, başkalarının da eşsiz niteliklerini bizi yeni baştan etkilemeye bırakabiliriz… hiçbir şey beklemeden ve onları oldukları gibi kabul ederek.


Karşılaştığım herkes, kendini düşleme biçimine bağlı olarak beni farklı bir şekilde görür. Başkalarının bana ilişkin görüşleri kim olduğumla pek az ilgilidir. Onlarınki gibi benim hakikatim de tanımlanması olanaksız bir şeydir. Küçük bir çocukken ağabeyimin cenaze töreni gösterisini izler, kendilerinden beklenen rolleri canlandıranları dinlerken tüm o konuşmaların, tavırların mükemmel hakikatlerini sakladığını fark etmiştim. Başka birine ilişkin imgemiz genelde bir bakışta oluşur ve nadiren değişir. Aynını kendimizle de yapar, kendimizi bir yere oturtur, sonra da buna uygun yaşamak için çabalarız. Her gün, maskeli baloya gider gibi giyinir kuşanır, kurusıkı atışımızı boynumuza dolar, inançlarımızı kolumuza takarız. Rol yaptığımızı gördüğümüzde değişebiliriz. Sözlerin altında olup biteni görmeye başlayabilir, kendimizi otomatik tepkilerden kurtararak hakiki bir biçimde karşılık verebiliriz.

2 Şubat 2016 Salı

pH

İnce seslere geçiş çaba istiyor, çalışma. Parmak kullanımı ve üflemenin birden değişmesinde kıvraklaşmak uzunca bir yol. Koyuldum, gidiyorum.

Her yeni şeydeki acemilik, sarsaklık, hantallık, konu bir müzik aleti olduğunda hayli gürültü, nahoş ses demek. Kemirgenler üzerinde kimyasal aşındırıcı deneyleri yapar gibiyim. Notalar çığlık çığlığa. Birden boğuluyor, gıcırtılarla yükseliyor, çatlıyor, çatallaşıyor, iniltiye, homurtuya dönüşüyor, adını koyamadığım daha birçok ara hale girip çıkıyorlar.

Aklıma geldiğinde komşular için üzülüyorum ama aklım çoğunlukla sadece yaptığım işte.

Dikkatim bölünmediğinde hiçbir sabırsızlık duymuyorum. Ne ki sabırsızlık? Olduğun yeri şiddetle reddederken henüz olmadığın yere can atmak. Yaşadığını yok bilip yaşamayı umduğuna atlama dürtüsü.

Bir kez daha, bir kez daha ince fa diyez’den sol’e geçerken ise sadece oradayım. Aklım ve dikkatim, arka ayakları üzerinde oturan kedinin etrafına doladığı kuyruğu gibi benimle.  Kurgusal geleceklere, geçmişe savruluş yok. An var. Tabağımdaki ne ise o.

Odaklanma müthiş bir derleyip toplayıcı.

Tepkiselliğin sonu, itidalin başı.

*
İtidal.

Tepkiye tepkilerle cevap vermenin vardığı can yakıcı-can alıcı körleşmeden, avaz avaz sağırlaşmadan çıkış yolu.

Bir durup sakinleşmek. Silahları kuşanmadan an’a açılmak.

Flüte çalışırken hayata çalışıyorum gibi geliyor.

Tepkiyi bir yana koyup onun yerine algıyı bilemek, içimdeki ve dışımdaki karmaşaya havlayıp ulumadan bakmak derinlerden sabırla, anlayışla, şefkatle besleniyor.

Yavaş yavaş. Adım adım. Geri tepmeleri, reflekslerin öne çıkıvermesiyle de birlikte, usul usul. Her seferinde biraz daha kolay, biraz daha akıcı, biraz daha uzun.


Ruhumun pH değeri asitten alkaliye doğru ilerlerken evet ya, diyorum, yaşama tadını, barışı geri veren itidal gerçekten.