12 Nisan 2024 Cuma

KONUŞAN BAĞIRSAKLAR

 Ben kanser teşhisi konduğunda bile dağılmadım, dedi, bakışı masmavi, dimdik.

“Hatta adını ilk ben koydum. Doktor onu da nerden çıkarıyorsun, dedi. E burda bir yumru var ve ağrıyor. Başka şey de çıkmadı! Sonunda adı konduğunda ağlamadığıma şaşırdı. Ağlayayım mı istiyorsunuz dedim. Bir şey değiştirecekse, beni iyileştirecekse hayhay! Hastaları payladığım da çok olmuştur. Ne bu halin derim, bak bana, iki kere nüksetti, iki büyük ameliyat geçirdim. Bir çaresi bulunuyor ya ilaç ya ameliyat -gerçi hiçbiri işe yaramasa eh, bu da kaderimmiş derdim” diye omuzlarını silkti.

“Ağlamak şöyle dursun, kahkahayı patlattığım, hala hatırladıkça güldüğüm şeyler oldu. Kızım ameliyat videosunu almış. Bana da göster dedim. Tereddüt etti. Göster göster! dedim. İşte karnımı açıyorlar filan. Sonra bağırsakları dışarı alıyorlar, işte böyle kıvıl kıvıl, askılara asıyorlar.” Güldü. “Gülünmeyecek gibi değil! O bağırsaklar asıldıkları yerde kımıl kımıl ve bir geveze! Cikcik, gacır gucur, ötüp duruyorlar. Soluk almadan birbirleriyle konuşuyorlar! Kim bilir neler anlatıyorlar?”

1 Nisan 2024 Pazartesi

KAYDIRAKTA

Bir çocuk bahçesi kaydırağı. Ucuna birer karış arayla bir karış yüksekliğinde 4 demir çubuk çakılmış. Kaydırakta çocuk bedenli bir adam, kayması çubuklarla engellenmiş. Yanında oturuyorum. Belediye hoparlörlerinden adamın alkolik olduğu etraftaki dağınık kalabalığa, kayma sırasını bekleyenlere bildirilmiş. Ona bakıyorum. Kafatası.. saydam! Anlat bana, diyor, öyle tepeden değil, kafam nasıl çalışıyor, onu anlat! Beynini görmek için yaklaşıyorum ama saçları bu saydam kürenin içinde, hiçbir şey anlaşılmıyor.

31 Mart 2024 Pazar

YAVAŞ BAKIŞ

Get the Picture’da (önceki yazı) Bianca Bosker sanatın ne anlama geldiği sorusuna yanıtı bir de Guggenheim müzesinde arıyor. Orada galeri bekçisi olarak işe giriyor. 45’er dakikalık dönüşümlü vardiyalarında en zoru, kendisine soru sorulmadıkça ağzını açmadan ayakta dikilmek değil. İşin iç kurutucu sıkıcılığı! Zaman, bilek ağırlığı gibi dibe çöktürüyor, geçmek bilmiyor.

Çok geçmeden kurtuluşu hareket edemiyorsa zihnini hareket ettirmede buluyor.

Daha önce bir galericiden aldığı değerli bir tüyo var:

Hiçbir açıklama okumadan esere kendi gözünle bak ve ona çarpan, yakalayan 5 şey söyle. Bunların sofistike filan olmasına gerek yok. Senin baktığın nesne ile dolaysız ilişkinde öne çıkan 5 şey. Doku, bir rengin/biçimin baskınlığı, bir ayrıntı, his..

Dikildiği yerden (galerinin boş olduğu aralıklarda yanına da giderek, yaklaşa-uzaklaşa, 3 boyutluysa etrafında döne) seçtiği tek bir objeye odaklanıyor. Saatler, günler boyu algısını onda derinleşmeye bırakıyor.

Aslında bakışı demliyor.

Zamanla ilişkisi, onu kaçılacak, öldürülecek bir şey olmaktan çıkardığı an değişiyor; zaman bir sabır konusu olmaktan çıkıp insanı usul usul pişiren, olgunlaştıran maltız ateşine dönüşüyor.

Ona bir kapı açmasıyla gözünün at oynatmaya başladığı alanlar çok heyecan verici, sürükleyici. Doyurucu.

Zaman bırak geçmek bilmemeyi, yetmez oluyor.

Seçtiği obje benim de çok sevdiğim Brancusi’nin bir heykeli. Aman allah! Guggenheim’ın bir anı diğerini tutmayan doğal aydınlatması ve değişkenlikte ondan geri kalmayan kendi fiziksel, ruhsal ve zihinsel halleri içinde biçimden biçime giren heykel anlattıkça anlatıyor, anlattıkça açılıyor.

İşte böyle bir bakışın daha önce verilmiş adı Yavaş Bakış (slow gaze) imiş.

Instagram ve benzerlerinin şebeleğe çevirdiği bakışı kendine getirecek şey.

Saatler, günler sürmesine de gerek yok, hakkı verilen bir 5 dakika yeter diyor.

*

Bakış engin konu. Bazen şimşek hızında komprime oluyor. Bir an, nasıl çerçeveleneceğiyle filan hazır yemek gibi önünde belirip seni müthiş bir aciliyet duygusu ve cazibeyle içine çektiğinde olduğu gibi: “Beni çek!” Bu tuhaf cezboluşun nereden geldiğini hayal meyal sezebiliyorsun.

İçinden yükselen buyruğun gereği olan fotoğrafı ne zaman önüne koyuyorsun, o vakit, ecza banyosundaki analog bir atası gibi usul usul netleşmeye başlıyor.

Kendi Brancusi’n oluyor, içinde kim bilir neler neleri önüne katmış, sivri bir istek olup seni dürten avını baka baka çözmeye koyuluyorsun.



Biçimsel ve anlatı olarak neler görüyorsunuz?


27 Mart 2024 Çarşamba

KİRİ KÜLLE TEMİZLEMEK

Hâlâ kanıksayamadığım bir hoşluk: Yoruldukça mutedil bir egzersiz insanı nasıl dinlendirir?! Ama dinlendiriyor işte. Yorgunluğu kiri pasından temizliyor, söküğü, yırtığını onarıyor, mis gibi edip rafına kaldırıyor.

25 Mart 2024 Pazartesi

SANATIN PEŞİNDEN

Günlerdir kavrayışımın gözenekleri ardına kadar açık, New York sanat aleminin altını üstüne getiriyorum. Rehberim, elimden bırakamadığım kitabı Get the Picture ile Bianca Bosker. Mesleğinin ateşleyici gücü olan merakı bu kez sanat nedir sorusuna odaklamış, bu soruyla göbeği hoplayan bir gazeteci. Sabır, sebat ve elektriğini okura geçiren heyecanın cin fikirli bir bileşimi.

Bianca’nın meselesi günümüz sanatıyla. Kim içindir, nasıl yenir, neyle içilir, neye yakıt, neye yanıt olur, hizmet eder? İlerledikçe değişen, genişleyen, derinleşen soruları kurcalamasıyla koyulduğu yol onu (ve kendisiyle birlikte beni) sanatın aşkıyla beslenen sanatçılardan şehrin en züppe, elitist galerilerine, hırslarını maddiyatın renklendirdiği koleksiyonculara, sanatçılar aşklarıyla karın doyurmaya çalışa dursun, onların eserleriyle bire bin katan sanat tacirlerine, kendini dünya ile eşanlamlı kılmış New York’un en tepedeki müzelerine götürüyor. Biz de sorusunun peşindeki Bianca ile çıraklık ettiği galericinin zulmüne uğruyor, başka bir galeriyle Art Basel Miami festivaline (çünkü bu birileri için varlık-yokluk mücadelesiyken diğerleri için gösterişli orjilerin mevsimi) katılıyor, bir sanatçının (Julie Curtiss) asistanlığını yapıyor (kitabın beni en çok ateşleyen bölümü), Guggenheim’da bekçi oluyoruz.

Gözlerinden kıvılcımlar saçan mizahıyla Bianca, gözlemledikçe (bazen kahkahalarla) güldürüyor, keşiflerini keşiflerine ekliyor.

Uzun zamandır enerjisi içimde böylesine karşılık bulan bir yazarla yarenlik etmemiştim.

*

Bu bir giriş olsun, devam ederim.

9 Mart 2024 Cumartesi

BİR TERS BİR DÜZ

Ne tuhaf!

Bedensel, zihinsel, ruhsal, güçsüzleştikçe katılaşıyoruz.

Neyse ki tersi de geçerli:

Güçlendikçe de esnekleşiyor.

8 Mart 2024 Cuma

HUNİNİN BOYNUNDA

Seni seviyorum. Takdir ediyorum. Aramızda iki taraflı akan bir iletişim istiyorum. Dinlemeyi biliyorsun. Ama bir kez anlatmaya başladığında..

Kendi ettiğim telefonun 26 dakikası sonunda kendimi yine tıkanmış, boğulmuş, kızgın, çok kızgın buldum.

Biliyorum, yapmak etmek ve bunları tek bir ayrıntı atlamadan tekrar tekrar sayıp dökmek kontrol duygusu ve tatmin veriyor. Beni kızdıran, bunca yıllık arkadaşız, bir de benim işletim sistemime bakmamış olman.

Huniden yoğun bir sıvı boşaltırken gözün boynundadır, değil mi? Çok mu hızlı, çok mu fazla? Boşaltmayı kesip aralar verir, havalandırırsın ki hazne taşmasın.

Bir plastik huni kadar dikkat etmiyorsun neyi ne kadar, nasıl alıyorum.

Sonsuz raporlaman senin için canlılığın ta kendisi olabilir. Benim için oksijensizlik. Boğuntu.

Eski Adana’nın çırçır fabrikalarında pamuk, “haşa” denilen çuvallara tıka basa basılır, bu işin işçisi babayiğitler olur, her birine yüz yirmi, yüz otuz kilo tepiştirip sığdırırlarmış. Bu çuvallardan biri gibiydim telefonun kapaat! düğmesine nihayet basabildiğimde.

Yeraltındaki adliye arşivinde bir kutu tozlu dosya başına oturtulmuş, bitirmeden demir kapının açılmayacağı söylenmiş gibi.

Üzerime açılan bir damperin yükü altında kalmış gibi.

Bir dans için sahnenin ortasından başlamış, kendimi tek yönlü tango adımlarıyla sahnenin dibine sıkışmış bulmuşcasına.

Ayrıntılar ve ben. Hala farkında değil misin?

An be an akmak, karşısındakinin hunisini gözetmek. Hala orada mı, alıyor mu, benimle mi? Asıl ben, onunla mıyım? Yoksa olanca şehvetle kendi içeriğimle mi hemhalim? Bunu onunkiyle karşılıklı mı akıtıyorum, yoksa pamuk edip çuval muamelesi yaptığım haznesine mi tıkıştırıyorum?

Durmak bir, soluk almak, soluk verdirmek.

6 Mart 2024 Çarşamba

KÖY VE SANAT

Köye emekli olduğunda yerleşmiş bir arkadaşım, monoton hayatından bunalmış, yandım allah dercesine uzun bir aradan sonra kendini İstanbul’a attı. Birkaç hafta sonra gözleri parlayarak döndüğünde gittiği restoranları, gezdiği sergiler, gördüğü filmler, izlediği oyunlar ve operayı soluksuz anlattı. Belirli aralarla demir takviyesi yaptıran bir anemik gibiydi, son iğnesiyle dirilmiş, canlanmış.

Kurumsal sanatın şehrin bir fonksiyonu olduğuna ben, yaşadığım ihtiyaç değişimi (öncelikler sıralaması) ile uyanmaya başlamıştım. (Kurumsaldan kastim kültürel ve maddi sanat piyasasına arz edilenler.) Doğada geçirdiğim zamanlar ne eksiğini ne de dolayısıyla ihtiyacını duyduğum bir şeydi. Şehirdeyken algımı incelten, dağarını genişleten, derinleştiren, şehrin dışında yerini sanatın dolaysız özüne açılmaya bırakıyordu. Benim “gezdiğim” sergiler, gözüme görünenler. Müziğimi elementler yapıyor. (Operaya ise hiçbir zaman ilgim uyanmadı.)

Şehirde sanat, sıkışmış açıklığımın ikamesi. Ve belki şehir hayatı için de çam reçinesi gibi. Çam yaralandığı, hastalandığı, dalı kırıldığında reçine çıkarır. Özsuyunu kaybetmemek için, kendini onarmak için.

Yerimde iyi olduğumu, kolumun kanadımın kırılmadığını, güzelce serpildiğimi gösteren bir şey, tekdüzeliğin yabancım olması. Hayatın görünürdeki renklerin, hareketin, bereketin, ışıltının ötesine dal budak salması.

Ve sanatı özlememek.

2 Mart 2024 Cumartesi

BİLGİ Mİ BİLMEK Mİ?

İlgiyle okuduğum bir kitabı hatırlamaya çalışırken geriye pek bir şey kalmadığını fark ettim. Vereceğini verip uçucu bir mürekkeple yazılan mektup gibi silinip gitmiş. (Yine de kanadından tutmak, hızlı bir tazeleme için bir yöntemim var. Tabletten okuduğum kitaplarda altını çizdiklerimi kendime postalıyor, bunu yazar ve kitap adıyla bir “Alıntılar” dosyasına kaldırıyorum.)

Şu şöyle, bu böyle olmalı yollu dış referanslara göre yaşamadığın yerde kendi patikanı açıyor, başkalarının haritasında yer almayan güzergahlardan ziyaretçisi pek seyrek noktalara yöneliyorsun. Kendini onunla bununla kıyaslamadan, geçerliğini mesele etmeden.

Okumak, araştırmak, ilgi ve merak nice zamandır ansiklopedik/metodik bir birikim (ve yığıldıkça katılaşan hükümler) değil benim için. Işıltılı vitrinlere yerleştirilecek, ahkamı kesilecek şeyler değil bilgi nesneleri. Falanca demiş ki, vaka filancanın da buyurduğu gibi.. Düşünce silsileleri böyle başlamıyor.

Kitaplar, fikirler, çalıştırmayı aşkla sevdiğim intellekt’e idman yaptırmada kullandığım dambıllar, direnç bantları daha çok. Kaslarımı gürbüz tutacak kaya tırmanışları, kafamın içine hoşluk yayacak düz ova yürüyüşleri, dere kenarı piknikleri.

Nasıl dambıllarla dolaşmıyorsam kitapları da kafamda taşımaya gerek yok. Fırça suya batırılarak yapılan kaligrafi misali silinip gidebilirler -ve gitsinler de zaten!

Hayatla doğrudan temasta hiç susmayan, sesi kısılmayan bir radyo gibi işlemesin intellektim.

Ama ben onu alayım, kasap bıçağı gibi, flüt gibi işleyeyim. Açılsın, esnesin, kıvraklaşsın. Bana cevaplar değil sorular sunsun. İşini görüp görüp geri çekilsin.

Öylesini seviyorum.

21 Şubat 2024 Çarşamba

KAUNOS POSTASI

Bu yıl nereye dedim, epey bir süre bilemedim. Derken geldi: Kaunos. Bulup çıkarmayı başardığım tuhaf oteller silsilesinin devamı olmamasını umarak Dalyan’da bir yer bulup yola koyuldum.

Yolun bu kısmı kafamda üçe ayrılıyor: Milas’a kadar-Muğla’ya tırmanış-Sakar Geçidinden aşağısı. Sfenksin üç gövde parçası gibi birlikte ve bambaşkalar. Sfenksin ileri uzanan pençelerinde Akyaka’ya saptım. Yıllardır buralardayım, hiç uğramamıştım. Arabayı tepelerde bırakıp yamaçtan aşağı, sahile yürüdüm. Geniş yolun iki yanı ağaçlı birer tünel, üzerinde bahçe içinde eski Milas evlerini andıran geleneksel mimarili evler. Palmiyeli, turunçgilli, çamlı, muz ağaçlı yeşil de yeşil. Sahil, kamış kıyılı kanal ağzından ötelere uzanıyor. Sıra sıra tur teknesi (müziklisi-müziksizi, adam başı 100 liralığı, balık-ekmekli 150 liralığı). Derken upuzun kumsal. Halk Plajı. Üzerinde kafeler, bistrolar, lokantalar. Hepsi dolu. Plaj dopdolu. Civardan akmış Pazar kalabalığı. Kış güneşinin ışıltısı, sıcağı altında sandalyelerini açanlar, yaygısını yayan, yiyen-içen, yüzlerce belki, insan. Ama ne tuhaf! Dağdan inişle ağırlaşmış kulaklarımın da mı etkisi, bu gürültüsüz kalabalık, kalabalığın normalde verdiği hafif gerilimden, tetikte oluştan çok farklı bir his uyandırdı: Gevşeme, rahatlık, dinginlik. Derinlemesine bir neşe.

Tabii içimin kıvamını bütün bu insanların üzerine ben boca etmiş de olabilirim.

Çocukların dalıp gittiği kumdan kaleler yapma oyununa ben de onların tepelerinden bakarak dalıp gittim. Ne farkı var bunların şimdi Kaunos’un kaya mezarlarından? Nice geçmişlerden bugüne kalanlardan? Listeye başka oyuncakları, oyuncak edilen toprakları da eklesek? Bunların başına dikilen F’li S’li silahları? Çocuklar yaşarken sadece onun olduğu oyunlarından pat diye kalkabiliyor da biz büyüdükçe ne demeye küçülüyoruz? Bütün bu düşünce kalabalığı, rüya anlarındaki gibi tekmili birden çaktı söndü kafamda.

Mutluydu veletler. Ben de onlarla birlikte.

Bir de antik kent mi varmış (Idyma), gidip bakayım deyip takip ettiğim işaretler, Akyaka’yı çıkıp içinden geçtiğim köyün çatallanan yollarında yok oldu. Toprak kaplı bir yokuş başında sırtında tepeleme çalı çırpı bir kadın, köy evinin yanında belirdi.

“Affedersiniz, antik kente acaba..”

Başını iki yana sallayıp çıtır bir İngiliz şivesiyle “English please” dedi. (Onun tarifiyle başına vardığım yolu gözüm tutmadı, Really beautiful, though demesine rağmen burayı pas geçtim.)

Gerisin geri Köyceğiz yoluna çıkıp iki yanında ikindi güneşi altında tarla-bahçelerle uzanan yolun rengine, tadına vara vara Dalyan ayrımına geldim. Sapmamla birlikte kendimi iki düzlük arası bir kanal boyunda buldum. Kamyonla karşılaşmama duası ederek ama gözüm derin hendeklerden ötesinde, bitek topraktan fışkıranlarda, alüvyon bölgesini geçip sığla (imiş) ormanları kaplı tepeliğe geldim. Çok geçmedi, Dalyan’daydım. Hayret ama gayet hoş bir otel bulmuşum. Çantamı odama, kendimi dışarı attım.

Dalyan da 80’lerde yollarda olduğum zamanlardan bu yana çok değişmiş tabii. Ama büyümesi kudurmamış. Arazinin düzlüğünden mi, üstüne üstüne gelen bir yığılma yok. Kendini tutmuş, dizginlemiş de mi tarım arazisini har vurup harman savurmamış, yoksa inşaat kondurmayacak yer bırakmayan hırsı burada zeminin düpedüz sulak olması mı durdurmuş? Her ne ise on yıllar sonra yeniden gördüğüm yerler arasında insan-arazi dengesinin en iyi kaldığı yer burası.

Kanal boyu. Akşamüzeri. Burada da günübirlikçilerin Pazar kalabalığı. Akyaka’dakiyle aynı kıvamlı huzur, aydınlık neşe. Kanalın Dalyan yakası, piyade deniyormuş, gezinti tekneleriyle dolu. Karşısı sazlık, yamaçlarda kaya mezarları. Önümde kiremitte ırmak kefali, yarın doğum günüm.

*

Semada dervişlerin çemberi tamamlayan ayak vuruşu-diğeri üzerinde yenisine doğru yükseliş anı misali doğum günlerim benim için. Bir neredeyse esrik yükseliş. Bugün de öyle. Mutlak sessizlikte bir gece ve kahvaltının ardından kış güneşi sırtımı sıvazlarken çıktım. Kanal boyundan yukarı vurdum. Tekneler seyreldi, alıp başını gitmiş sazlıklar çoğaldı. Çay bahçeleri yerlerini geniş bahçeler içindeki villalı bungalovlu konaklama yerlerine bıraktı. Tek tük çekiç sesi dışında insan sessiz, kuş, kurbağa ötüşlü. Kışın asıl burada yaşamalı! İçlere doğru birkaç kilometre yürüyüp döndüm. Arabayı alıp rehberlik zamanı piyadelerle gittiğimiz İztuzu kumsalının dağ yoluna koyuldum. Nefis! Dümdüzlükten ormanlık yamaca, oradan kuşbakışı, sonra kuş inişi delta ve caretta’ların uzanıp giden kumsalına. Bir uçtan diğerine, sevincimi körükleyen doğum günü telefonlarıyla, aralarda ıssızlığa, suyun seslerine, nefesine dalarak yürüdüm. Kumun sıkılığı, basış ne kadar farklı burada! Carettalar boşuna seçmemiş, parmak kadar bebelerine tam doğru traksiyonu sağlıyor olmalı.

Bana da. Kim bilir kaç saat geçirdim. İçim tıka basa burası dolu, geri döndüm. Bataklık alanı çevreleyen ötelerdeki tepelerin bir boydan diğerine siluetleri insandan, ilk canlılardan beriye kayan bir zaman duygusu veriyor. 65 yaşımın kum zerresi etmeyeceği bir muazzamlığın esintsi. Hayali dişlerimi kamaştırdı.

Gün, yazlık yerlerin kışına duyduğum sevginin depreştiği Pazartesi gecesinin kervan geçmezliğiyle kapandı.

*

Kaunos sadece başlıkta var. Haritada bitişik göründüğü Dalyan’dan ulaşım için sulak alan etrafından genişçe bir yay çizmek gerekiyor. Yokladım kendimi, belki başka zaman dedim. Yola Kaunos diye çıktığımdan ona da hakkını başlıkta vererek. Bir kez daha boşalmış dolmuş, eve döndüm.


Fotolar için: https://photos.app.goo.gl/5NPKAz4ATyUdvBZ29

16 Şubat 2024 Cuma

KORE DİZİLERİ VE ÖĞRENMENİN TADI

Neymiş bu ünü alıp yürümüş Kore dizileri deyip konusunu gözümün tuttuğu birini açtım. Çok sürmedi, karşısında kendimi sınırlı ölçüde eğitilebilir bir budala gibi hissetmeye başladım. Ancak kadınlarla erkekleri, çocuklarla yetişkinleri birbirinden ayırabiliyordum. İsimlere tutunacak olsam hiçbirine aşina olmadığım bu sonsuz tek heceli bileşimleri elimde kalıyordu. Seo Jin, Su Him, Ye Bin, Woo Joo.. Ekranın önünde değil de aralarında olsam demin selamlaştığımla şimdi karşılaştığım birbirine karışırdı. Hırlıyla hırsız bile çünkü sadece fizyonomileri değil, mimikleri de yabancımdı. Çekik gözlerinin açılabildiği kadar açılması şaşkınlık mıydı şimdi, öfke mi? Bari çıkardıkları sesler yardımcı olsa.. Ama yok! Ha-hoo gibi patlamalı ünlemeler dolu dillerinin kulağıma gelişi de hiç alışılmadık. Sonlarını uzata uzata söylediklerinde ağızlarından dökülen protesto kelimeleri mi nazlanma mı? Aşk mı ilan ediyorlar, küfür mü ediyorlar?

Ama bırakmadım. Fransızca (sonra da başka dillerde) kitap okumayı öğrenirken yaptığımı yaptım. Sen devam et, sözlüğe bile bakma (elimizin altında Google olmayan, bu açıdan iyi bir çağdı). Bir parça şuradan, yarın bir parça oradan, yavaş yavaş bağlam belirir, içerik de onun raflarına yerleştirilen tabak çanak gibi yerine oturur. Hiç zorlama kendini. Bırak, dil sana gelsin.

Bilmeden insanın (aslında herhangi bir canlının) temel özelliğine dayanmışım: doğal öğrenme eğilimi ve yetisine. Dizinin 3. bölümünde Lee’leri Park’lardan, Kim’leri Kang’lardan ayırt edebildiğim rahatlıkla suratları, güzelliklerini seçmeye başladım. Mimiklerin netleşmesi biraz daha maruz kalma istiyor. Anne, baba, ne, neden gibi tek tük sözcüğü yaklaşık sesleriyle seçebilir olmak çok hoş.

Aslında bütün bu öğrenme süreci derin bir tat veriyor. Bazen içeriğin negatifliğine boğulsa da dikkati içerikten öğrenmenin kendisine çevirdiğim her zaman neredeyse huşu duyuyorum. Hayatı sürdürebilmemizin başlı başına bağlı olduğu olağanüstü bir yeti bu. Onu bütün gücü, heyecanı, tazeliği, ödüllerinden sıyırıp gevişi getirilen otlara, içinde debelenilen ezberlere çevirmeye ne yazık!

*

Diziler (üçüncüsündeyim) ilginç. Kaçınılmaz görünen klişelerle herhangi bir yerdeki dizilere, bu arada bizimkilere benziyorlar. Karakterlerin sığ, ham, işlenmemiş gelen yanlarıyla da. Gerçi burada kapıyı açık bırakıyorum. Sadece dizilerden tanıyacağım bir kültürde neyin nasıl ifade edildiğini, dolayısıyla ne kadar karikatür olduğunu bilemem. Böylece komedi fazla komedi, melodram fazla melodram geliyor -bu ikisi de hep iç içe.

Fakat olay örgülerinde bir anda karmaşıklıkta Yunan trajedileriyle aşık atar bir yoğunlaşmanın eşiğine gelmek afallatıcı. Bunu deus ex machina da izlese.

Sonra Seul’da dolaşmak (seyrettiğim üç dizi de orada geçiyor). Ne derli toplu, modern bir kent. Amcamdan savaş sonlarını dinlediğim harabeden ne kadar uzak. Ve refahta döne döne solladıkları bizim derme çatma, parça bölük, gözdeşen şehirlerimize.

Evlerine girip çıkmak. Onların da nasibini aldıkları sidik yarışları, yeni zenginlikler kadar incelmiş zevklerin ve geleneklerinin de biçimlendirdiği mekanlarına. Bir kasaba fotografçısının vitrinine çevirerek salonlarının, yatak odalarının duvarlarına astıkları çerçeveli devasa renkli aile fotoğraflarını her görüşte kıkır kıkır gülüyorum. Yemek çubuğu kullanımlarındaki kıvraklığa, yere oturup kalkma, çömelme kolaylıklarına, dillerinin resimsi karakterlerini kağıda dökmedeki akıcılıklarına imreniyorum.

Seyrettikçe kanım ısınıyor keratalara.

12 Şubat 2024 Pazartesi

APRIL, AIKO VE KEDİ MOÇİ

Üvey babasının ölümüyle 79 yaşındaki annesi tek başına kaldığında Filipin-Japon kökenli, 55 yaşındaki April, New York’taki hareketli yaşamının içinde bir durup düşünmüş. Ben Uzakdoğu terbiyesiyle büyüdüm, diyor. Bizde ebeveyn ileri yaşlarda öylece bırakılmaz. Annemin kendi annesi, onun annesinin de kendininki için yaptığını yapacaktım.

İşini bırakmış, çıkınını topladığı gibi iklimi her anlamda bambaşka Las Vegas’a, annesi Aiko'nun yanına taşınmış. Ne yapsa diye düşünmüş. 19 yaşından beri yoga yapıyormuş. Sporla da hep iç içe olmuş. Yaşlıların kalbimde oldum olası ayrı bir yeri vardır diyor. Hareket de özellikle onlar için çok önemli.  Orta ve üst yaş grubu çalıştırıcısı olarak belge alıp kolları sıvamış. Tam o sırada patlayan pandemide işe yarayacağı düşüncesi ve annesinin de katılımıyla bu yaş grubu için egzersiz videoları yayınlamaya başlamış. Başlangıç o başlangıç! Videolar beklediğinin çok üzerinde ilgi görüp yayıldıkça izleyicileri arttıkça artmış.

Onlardan biriyim. April’in Youtube’daki yes2next kanalı, sağlık konusunda kafama bir tuğla düşeli yaşadığım en isabetli karşılaşmalardan biri oldu. Pek çok kanala baktım ama kanımın bu kadar kaynadığı olmadı. Evet, April çok iyi bir hoca. Güvenlik ve sınırları zorlama arasındaki dengeyi çok iyi kuruyor, bedenini dinlemeyi öğreterek sana da kurduruyor. Egzersizlerin niteliği ortada. Ve öğretme işinin içeriği aşan kısmında, teşvikte de çok hoş. (Koordinasyonsuzluğu, sarsaklığı ile sıkça hayal kırıklığının kıyısına gelen annesini -onunla birlikte aynı şeyi yaşaması muhtemel seyirciyi- oradan çekip çıkarışındaki gösterişsiz şefkat kayda değer. Neredeysen oradan yola çık, başlangıç için en iyi basamaktasın. Makbulsün!) Ama bu üçünün sunduğu pastada asıl konu gibi görünen egzersiz neredeyse ikincil hale geliyor.

Ön plana çıkan, aralarındaki etkileşim. En ufak bir gerilim, sabırsızlık hissedilmiyor. Tıkır tıkır işleyen egzersizleri kuşatan zaman algısı ferah, canlı. Aiko’nun katılımı, sarsakça olabilen hareketleriyle birlikte (bunlara rağmen değil!) April için çok değerli, belli. Önemli önemsizden modern zamanlarınki yerine kadim bir kalburdan geçirilip ayıklanmış da annesiyle geçireceği kısıtlı vakit, önünde iki eliyle uzanıp yakaladığı bir fırsat olarak berraklaşmış sanki. Derin bir sevgi, kabul ve keyif akıyor bir aradalıklarından. Geveze ve talepkâr kedi Moçi de bundan nasibini alıyor. Egzersizlere girip çıkan, kimi zaman şikayetlerini yüksek sesle bildiren sarman, başlı başına bir figür. Bu tuhaf 2 ayaklılara, belli bir isteği olmadığında kayıtsız, onlar haldır haldır hareketleri yaparken gidip pencerenin önüne yayılıyor, dışarıyı seyrediyor, uyukluyor, kabarık tüylerinin bakımını yapıyor, sonra da çekip çıkıyor çerçeveden. Bazen denk geliyor, tam da bir gerinme hareketi sırasında ayaklarının dibinde bitip, napsanız nafile sizi gafiller! diyerek hareketin nasıl olması gerektiğini gösterircesine sonsuz kedi esnekliğiyle sıcak peynir gibi sünerek geriniyor!

April’in odağı hep işinde. Ama ritim duygusu o kadar gelişmiş ki onu hiç aksatmadan etrafına da açılabiliyor. Aiko’nun tatlı mizahı onu çok eğlendiriyor, ikisi arasında gidip gelen şakalaşma da beni. Eğilip Moçi’yi okşamaya da saniyeler buluyor.

Kanalı açtığımda onlar mı buraya geliyor, ben mi Las Vegas’tayım, pek de fark etmeden bir aradayız. Adına hakkını veren April, evladı böyle olan Aiko ve kedi gibi kedi Moçi, kaslarımla birlikte her seferinde içimi açıyorlar.

https://yes2next.com/

8 Şubat 2024 Perşembe

PİM

Eski Hindistan’da baştan çıkarıcılığın piri olmuş, zenginlere, soylulara hünerlerini sunan fahişeler vardı. Bütün vücutları ince işli süslemeler, takılarla kaplı olurdu. Bunları öyle bir anda çıkarmak olmuyordu. Teker teker girişmeniz ise çok zaman alırdı. Arzudan başı dönmüş erkek kadını soymak ister ama onca kalabalığı çıkaramazdı. Kadın onu azar azar içkiyle, şarapla yüreklendirmeye devam eder, görüşü bulandıkça erkeğin işi daha da güçleşir, çok geçmez, sızar kalır, horlamaya başlardı. Oysa tek bir pim vardı; bütün yapacağınız bu pimi çekmekti. O zaman her şey sıyrılır, yere düşerdi. Bunu da sadece kadın bilirdi.

Hayat da öyle. Bir karmaşık ağ bütünü. Ama basit bir pimi var. Onu çekerseniz her şey iner. Bu pim sizsiniz. Kendinizi çekip çıkarmayı bilirseniz birden her şey yerine oturur. Her şey billur berraklığındadır. Beş elementin etkileşimi çok karmaşıktır. Ama bir yandan da anahtar sizsiniz. Tıpayı çekerseniz hepsi göçer, siz serbest kalırsınız.

 

(Three Truths of Well Being, Sadhguru’dan çevirdim)

7 Şubat 2024 Çarşamba

ÇERÇEVEMDE

Pencerede koyun karşı tepeleri, deniz, ön plandaki palmiye. Hepsi bu ama bu her şey.

Bu sabah karşıları doğu aydınlığı altında sütlü bir pus kaplı. Konturlar seçiliyor-seçilemiyor, neredeyse yekpare. Deniz de patlayan ve sakin beyaz yamalar halinde uzanıyor. Rengi beliren tek şey, yeşili iyice koyulaşmış, vuran güneş altında tepe yelpazeleri sarıya çalan ışıltılı palmiye. Gökyüzüyle birlikte bu dördü arasındaki git-geller aklımı başımdan alıyor. Öğle güneşi altında acemi fotoğraflarındaki yavan eşitliğe bürünürlerken ışığın dramatik yoğunlaşma anlarında, gündoğumu-batımları, bulutlu, yağmurlu, sisli puslu havalarda, alacakaranlıkta tüyleri diken diken eden ön plan-arka plan geçişimleriyle gözümü kulaklaştırarak, kavrayışımı doğrudanlaştırarak ne müzikler dinlemiş, ne romanlar okumuş, piyesler seyretmişim gibi yapıyorlar beni.

Ama hep gözümden vuruluyor, zamanın dışına çıkmış, suskun, gördüğümü araya zihin girmeden içiyorum.

Şimdi pusa bürünmüş karşı tepeler, havanın nemi çekildiğinde kat kat yeşil. Siyah-beyaz fırtınalarda tehditkar, dingin gün sonlarında yumuşacık. Palmiye desen (çok dedim onu)..

Seyrediyorum.

Seyrin demledikleri bir vakit sonra demliğimi dolduruyor.

Sadece ışık ve değişimi var. Geri kalan her şey (tepeler yeşil, hayır beyaz; yumuşacık, hayır tehditkar; ışık içinde, hayır kapkaranlık!) gerçek bellediğimiz anlardan ve yorumlarından ibaret derken buldum kendimi bu sabah.

6 Şubat 2024 Salı

KAYBETTİĞİNİ GERİ KAZANIRKEN

En büyük gücümüz dikkat ama mirasyediler gibi nasıl da çarçur ediyoruz. Onca vakit harcadığımız sosyal medya, koskoca Manhattan adası karşılığında yerlilerin eline sayılan incik boncuk gibi.

Dikkatin bölünmesi (belki güç/otonomi kaybı olduğundan) stres yaratıcı. Stres ise dikkatin sağa sola saçılmasını daha da hızlandırırmış. Gerçek hayat memat meselelerinde böyle olması isabet deniyor; gözlerin fıldır fıldır, daldan dala hızla etrafını taraman gerek ki nereden ne geleceğini kestirebil. Bizim aynı kalan fizyolojik işleyişlerimizle yaşadığımız çılgın tempolu günümüz koşullarındaysa bu, kaybolup gidiş oluyor.

Neye odaklanacaksan odaklan ama bunun için önce dikkatini geri al. Öyle kuru kuruya değil, iş gören yeni davranışları alışkanlık haline getirerek. Ama bunun için iradeye dayanma.

Alışkanlık oluşturmada stres konusunda uzmanlaşmış iki tıp doktorunun ipuçlarından çok yararlanıyorum:

Rangan Chatterjee (Feel Better in 5) ile Aditi Nerurkar (The 5 Resets).

Değişimin hayli enerji istediğini, beynin ise enerji ekonomisinde olabildiğince kolaya kaçıp değişimden pek haz etmediğini söylüyorlar. Sıkıya gelmeyeceği, binicisini ilk fırsatta sırtından atacağı için, binicinin elindeki kırbacın (irade) işe yaramayacağını, onun suyuna gitmek gerektiğini.

Bu nasıl olacak?

En önemlisi, yüklenmeden. Aditi Nerurkar, tek seferde sindirebileceğimiz değişiklik sayısının iki olduğunu söylüyor. 2 Kuralı diyor buna.

İkincisi, ufaktan, bulunduğumuz yerden başlamak, kat edilen görünür mesafeye değil, birikime odaklanmak. Egzersizde olduğu gibi, küçük adımlar uzun zaman görünür bir sonuç yaratmıyor ama bu hiçbir şekilde sonuçsuz kaldıkları anlamına da gelmiyor. Birikiyorlar. Tıpkı olumsuz alışkanlıklarımızın da biriktiği gibi. Ve günü geldiğinde olumsuzlar faturalarını, olumlular da ödüllerini önümüze koyuveriyor.

Ufak başlamak, değişikliğin büyüklüğü kadar buna yönelik eylemin süresiyle de ilgili. Günde sadece 5 dakika, diyor Rangan Chatterjee.

Buna şeytanın bacağını kırmak da diyebiliriz. Bizi hiçbir yere vardırmayan ya hep ya hiç yaklaşımı (bahanesi) yerine küçük bir tadımlık. 5 dakikanızı başka neye vermiyorsunuz ki? X’in, Instagram’ın başında harcananlar yanında metelik sayılmaz.

Sonra iki hekim de stresinizin ne etrafında yoğunlaştığına ve kendi koşullarınıza göre hayatınızın çeşitli alanlarında (beslenme, hareket, davranış) girişebileceğiniz birçok yeni davranış örneği sıralıyor. Bunların biri sizin için değilse diğerleri hep kolay lokmalar ve sürdürülebilir.

5 dakikayı hiç yabana atmayın diyor Chatterjee. Size iki ay boyunca her gün sadece 5 dakika boyunca yiyebildiğiniz kadar abur cubur, tatlı, içebileceğiniz kadar gazozlu içecek yiyip içmenizi söylesem (bunlara tıka basa doldurulan alışkanlık yapıcı maddeler sayesinde kolay da olurdu), bir iki haftada sağlık sorunları belirmeye, birkaç haftada kan tablonuz değişmeye, bir yıla kalmadan da problemleriniz ciddiye binmeye başlardı. Aynını olumlu alışkanlıkların tersinden yapmayacağını söyleyebilir misiniz? Alışkanlık yerleşik hale gelirken olumlu-olumsuz, aynı fizyolojik ve psikolojik işleyişe dayanır. Birinde kolaylaştırıcı katkı maddeleriyken diğerinde gözünüzle görmeye hemen başlamasanız da çok çabuk hissedilir olan ödülleri.

Az ve öz tutulan değişiklikler, sandık ile sıkışmış kapağı arasında yerleştirilen manivela gibi çalışıyor. Verdikleri tat ile yansımaları momentum yaratıyor ve bunu ilk heyecan geçtikten sonra sürdürüyor. Bir kez yerleşen artık cepte sayılır; çoğaltılabilir, yoğunlaştırılabilir. İkişerli yeni ufak adımlara geçilebilir.

Memleketi ya da dünyayı değiştiremeyebilirsiniz ama değiştirmenin size canlılığınızı geri vereceği çok şey yok mu?

Dikkatinizi geri almaktan, bunun için yapılabilecekleri yapmaktan başlayarak?


5 Şubat 2024 Pazartesi

ERİME

Yakınma, şikayet, stres tepkisini idare eden amigdalayı harekete geçiriyormuş. Gayet anlaşılır: Eylem yerine geçen pasif şikayet, güçsüzlük hissinin sonucu ve dönüp tekrar onu doğuruyor. Bundan âlâ stres olur mu? Foşur foşur salınan stres hormonları bedeni-ruhu için için kemiriyor.

Şikayet edilmeyecek gibi mi ki?!

Olabilir, olmayabilir. Benim baktığım haklılığı değil, bu halde yaşamanın bize ne yaptığı ne hale getirdiği.

Amigdalanın ateşini alan suhuletin beynin muhakeme katından geldiğini biliyoruz.

Refleks tepkiler, müthiş bir güç erimesi anlamına geliyor. Durduğun yerde ufalandığın. Bunun da acizlik kardeşlikleri gibi fukara tesellilerinden başka yararı var mı?

-

Kaslar hakkında öğrendikçe şaşıyorum. Hareketi sağlamak tek bir işiymiş bu başlı başına organ olan harikaların. Glikozun yağ olup iç organları sarmak yerine enerji kaynağı olarak yedeklendiği yerler olarak gördükleri iş gibi pek çok metabolik işlevleri varmış. Yaşla gelen azalmadan paylarını da 30’lu yıllarımızdan itibaren almaya başlıyorlar, bu erime 50 yaşından başlayarak 3’er 5’er artıyormuş.

Ne yapmalı?

Güç kaybeden her şey gibi gücü geri kazanmanın yollarına bakmalı. Kasların durumunda bu, egzersiz. Özellikle kuvvet egzersizleri ama genel olarak hareket bütün organizmaya, hele de bu iş için biçimlenmiş görünen beyne iyi.

Bundan sonra -miş’li zaman kullanmama gerek yok; çarpıcı değişimi sadece 10-11 hafta içinde bizzat yaşıyorum. Ölgünlük, yılgınlık, tıkanmışlık, yerini güçlenmeye bırakıyor. Uzun bir hastalıktan sonra yataktan kalkmak gibi bir dirilmeye.

Memleket bununla kurtuluyor mu? Hayır.

Ya dünya? Hayır. (Bu soru pekala dizlerini dövmeye de yöneltilebilir.)

Ama ben onca güç kaybından sonra güç kazanıyorum.

Durduğun yerde çökmek yerine kalktığın gibi devinmek. Kaslar bu işe çok seviniyor, topladıkları güçle muhakeme ve hayatiyeti de besliyorlar.


4 Şubat 2024 Pazar

DİSİPLİN İRADENİN NESİ OLUR?

Çok disiplinli olduğumu (hafıza kaydıma geçen) ilk kez (50’lerimin sonuna doğru ve amcamdan) duyduğumda irkilmiştim. İnsanın kendine konduramadığı bir sıfatla irkildiği gibi. Oysa önceden belirlenen bir programın aksatmadan uygulanması olarak tanımlanırsa, evet, öyleyim. Disiplinli.

Beni aynı canlılıkla irkilten bitişik kavram, irade. Disiplinin gözü kendinden başkasına kapalı, kendine de alabildiğine ödünsüz, acımasız, saplantılı sopası!

Kaba-katı-zorba. Kendime konduramamakta haksız mıyım?!

Bu, (içe ya da dışa yönelik) iradenin dayatıcı, olumsuz yüzü. Onun ötesinde irade yaşamın belkemiği. Hayatı ayakta tutan. Olumlu-olumsuzdan çok daha fazlası.

Bir de çağrışımları var tabii. İstikrarın, kararlılığın, odaklanmanın pek para etmediği bir kültürel atmosferde erişilemiyorsa aşağı çekilerek denge sağlanan özellikler bunlar.

Salak mıdır nedir?!

Takmış (konu her ne ise) şuna!

Kendine Alman mezalimi ediyorsun, haha!

*

Yeni Yıl (hafta/ay başı) kararları, hamleler oldum olası abes gelir. Abandıkları irade (kendine yaptırma gücü) ile çökmeye mahkum.

Düşünüyorum da, talihli olduğum iki şey, çok nadir iç çatışma yaşamak ve dolayısıyla içimdeki karşıt taraflardan biri lehine diğerlerini bastırarak hareket etme (irade kullanımı) gereği. Sigara mı içiyoruz, hep birlikte. Sigarayı pat diye bırakıyor muyuz, hep birlikte. İlginin, merakın, isteğin yekpare hareketi seçim ve dikkati kendiliğinden yekpare yapıyor. Hort zorta, zulme gerek yok. Ortaya bunun çabasızca çıkan sonucu disiplin. İrade denilen de arkasındaki odaklanmış enerji.

Bir şey aklıma (bir bütün olarak içime) yattığı an kaldırıp koymadan kalkıp ona yöneliyorum.

Bu tek parçalı, bölünmemiş odaklanma benim güç kaynağım.

Disiplin dayatılan bir düzen değil, doğal bir sonuç. İrade de bunun sopası değil, damarlarında dolaşan kan.

*

TDK sözlüğünde disiplinin dışsal yönüyle ve sınırlı bir tanımı var.

İrade de şu imiş:



31 Ocak 2024 Çarşamba

YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR

Hareketsizlik, bilim insanlarının oturmayı sigaraya denk tutacağı kadar ciddi bir sağlık tehdidiymiş. Öyle haftada 1-2 ter döktüren egzersiz ile savuşturulacak gibi de değil. Sandalyelere, koltuk kanepeye çöktürüp kaldırmayan bugünkü hayatın iliğimize işlemesiyle her anımıza yayılan bir doğamızdan kopuş bu.

Paleoantropolog Daniel Lieberman (son kitabı Exercised: Why Something We Never Evolved to do is Healthy and Rewarding) bir kabileyi gözlemlerken ne zaman “egzersiz “dese çevirmenin zorlandığını fark edip sormuş. Sürekli hareket halinde olan bu “primitif” insanlarda böyle bir kavramın karşılığı yokmuş. Lieberman’ın egzersiz için koşu yapan insanlarını da anlamamışlar pek.

“Niye ki?”

“E, öylemesine, eğlenmek için.”

“Ha ha! Eğlenmek için de koşulur muymuş?!”

Bize ve onlara “doğal” gelen! Fazladan bir faaliyet olarak koşmaları gerekmiyormuş. Gündelik yaşamlarının hareketi bedenin temel yapısıyla uyumluymuş. Bunun sonucunda metabolik sağlıkları da yerinde; bizi pençesine alan ölümcül kronik hastalıklardan, akıl sağlıksızlığından uzak. (Onların derdi de enfeksiyonlar, zehirlenme, bakteri, virüs hastalıkları. Bizim aşıp ardından derede boğulduğumuz bütün o deniz.) İki iş arası dinlenmeleri bile dinamik, diyor Lieberman. Çömeldikleri yerde şöyle bir soluklanırken bile kasları çalışmaya devam ediyor. (Bizim unutup gittiğimiz çömelme, epey bir para sayacağınız spor hocasının size belletmeye çalışacağı “izometrik” hareketlerden.)

Bizimse hareketi hayatlarımızdan daha da uzaklaştırmak için kaç paraysa veriverelim deyip yer açtığımız bir sürü ıvır zıvır ve icat (Siri’ler, robot süpürgeler, bizi zihinsel hareketten de kurtardı kurtaracak Yapay Zeka :) (Michael Easter’ın kitabı The Comfort Crisis, ölçüsüz rahatına düşkünlüğün vardığı uçları, gelip tosladığı duvarı konu ediyor.)

Her neyse. Sacayağının iki ayağı beslenme ile hareketi önüme çekeli (kalın, uzun, bol rüyalı uykununsa ilgime ihtiyacı yok) kendimi bir yapbozun parçalarını kutudan çıkarmış, yüzlerini çevirmiş, orası burasından girişip ilerleyerek resmi açığa çıkarmaya koyulmuş gibi hissediyorum. Aradığım, karşıma çıkan her bilgi, beliren şablonun bir yerine oturuyor, kişisel deneyimle doğrulanan pekişiyor, daha da gitmek için önümde uzanan havuç oluyor.

“Atıştırmalık hareket” fikri de hareketliliği gün içine serpiştirerek özgün tasarımımıza hizmet eden böyle bir yapboz parçası olarak avcuma düştü. Bir süre oturduktan sonra kalk, bir şeyler atıştırmak yerine kısa egzersizler yap. Oturdukça oturuyorsak tersi de geçerli; kımıldadıkça kımıldayası geliyor insanın. Abur cubur nasıl kendi iştahını açıyorsa hareket de öyle. İmiş meğer.

30-50 dakikalık günlük egzersizin ardından aralarda kalkıp duvar oturuşuydu, el-bilek çalışması vb’ydi birer beşer dakikalık hareket ediyorum. Akşamüzeri kısa bir yürüyüş ve kanım hızlanmış, taşıdığı oksijen beynimi-ruhumu havalandırmış, dönüp günü derin bir nefesle kapatmaya hazırlanıyorum.

Oturup dururken gözümüzden kaçan belki de en önemli şey, hareketsizliğin, dört bir yanda artan baskı ve çaresizlik hissiyle birlikte elimizden aldığı eyleme-değiştirme gücü (agency).

Hareket bunu geri veriyor. Karalar bağlayıp oturduğu yere çöken insan, kalkıp bilinçli-niyetli üç adım attığı an bir şeyler temelden kımıldanmaya başlıyor. Ben hala buradayım, dünyanın değişiminde söz hakkım hiç olup gitse de hayat, şu kolu bacağını oynatabildiğim bedendeki hayat için hala yapabileceğim şeyler var. Sağlık için, var olma gücü için. Bir psikoterapistten aktarma söz doğru görünüyor: Hareketi işin içe katmadan  depresyonu iyileştiremezsiniz. Çepeçevre yılgınlığı, yitirilmiş eyleme gücünün karanlığını aynalayıp çoğaltmaktansa lambanın yağını değiştirip fitilini uzatmak daha iyi değil mi?

29 Ocak 2024 Pazartesi

NAMI DİĞER LENDUHA

Arkadaşım pencerenin yanına oturdu, başını dışarı çevirdi ve ayy! dedi, ne çirkin olmuş!

Bitişik çatıdaki, İskender Lahdi adını taktığım talihsiz masa/oturma adası teşebbüsünü diyordu.



Kolaya kaçıp ben onu artık görmüyorum bile dedim. (Bir söz, düşünce tamamen dışımda olduğunda öyle yapıyorum; bir yere varacağından kuşku duyarak uzun uzadıya kendi tavrımı, konumumu açıklamaya girişmek yerine basmakalıp bir cevapla ya da hiç katılmadığım şeyi onaylayarak geçiştiriyorum.)

Oysa tam tersine, onu görüyor, seyrediyor, zevk duyuyorum.

Çünkü arşivindeki nice eser, akım, görüntünün bıraktığı izleri harmanlayan gözüm, bu lenduhayı ince ince işliyor.

Demir iskeletini kaplayan yekpare taş değil, sıkıştırılmış tozu imiş ki bel verdi. Ortasında oluşan çukura su doluyor. Bu gölcük, yağmurlarda genişleyip kenarlara kadar yayılan bir içdenize dönüşüyor. (Damlaların hafif yağışta sakin, sağanaklar ve rüzgarlarda yüzeyi döven vuruşları!.) Buranın eksik olmayan toz toprağı gölcüğün etrafına evvelki yüzyıl sonlarının bungun yağlıboya tablolarına seçilen yaldızlı oval çerçeveler misali kenarlar oluşturacak şekilde kat kat birikip ıslanıyor. Gökyüzü, ufalıp genişleyen bu birikintideki yansımasıyla bütüne katılıyor. Şafağın kızıldan dönen renkleri, renk renk bulut, duru mavi, derin lacivert yatağında çeşitli halleriyle ay, içinden geçen kargalar, martılar, turuncu-sarı gün sonları..

Tam taş bile olmayan bu ölü doğmuş ve hayat da verilmemiş (hemen hiç kullanılmadı) lenduha, benim kaçırmak bir yana, yapıştırdığım gözümde makbul bir obje olup çıktı!

Güzel değil. Ama ifade ve algıyı genişletme, derinleştirme gücü ile tanımlarsak bir sanat nesnesi artık.

Bakışımı an’a, onun tekrarlanmazlığına, dinamizmine sonuna kadar açmasıyla önüme konan hazır bir sanat eserinin olduğundan çok daha zenginleştirici.

27 Ocak 2024 Cumartesi

GELİN KAYAĞA GİDELİM

“Üstelik düşmek riskli benim için ama ne bileyim işte, arkadaşa peki dedim.”

Bir kayak kaçamağıydı. Orada da fiyatlar alıp yürümüş, dedim, öyle mi?

“5-6 gün aşağı yukarı bin dolara geliyor” deyince gözlerim açık kalmış, ayda 100-150 bin harcıyorsan oranlı ama yoksa zenginlere bırakılacak işmiş dedim.

Seçimini (buna ne kadar “seçim” denebilirse) doğrulama ihtiyacıyla “Kar da çok güzel oluyor orada, ağaçlarla filan” dedi, ardından usulca isyan etti: “Hem zaten onu yapma bunu yapma, nereye kadar!”

Örneğini adım başı gördüğüm bu sürüklenişe karşı hafif bir tiksinti duyarak “E o vakit afiyet olsun” dedim. “İyi paketmiş işte, düşme riski de dahil.”

*

Zevk var zevk var, diyor bilim insanları: Hedonik zevk ile ödomonik haz/iyilik hali (eudaimonic well-being). Beyin bu ikisinde farklı işliyor; uyarılan bölgeleri, salgılanan çeşitli hormon farklı, dolayısıyla sonuçları psikolojik, zihinsel ve bedensel olarak neredeyse taban tabana zıt.

İlki, dizginleri salmakla gelen. Yorucu bir günün ardından tv’nin karşısına geçip art arda dizi bölümleri izlemek, sosyal medya ormanında yitip gitmek, avutucu-onarıcı olarak abur cubura, tüketime uzanmak vb ile kendini şımartmaktan devşirilen zevk. Anlık bir seçenek olarak başvurulduğunda iyi. Değişiklik, kafa dağıtma, tekdüzeliğe bir kontrast, renk sunuyor. Bunda can alıcı olan, doğasını, sınırlarını bilmek, tadında bırakabilmek. Tıka basa çikolatalı o pastadan bir çatal ile alacağını alıp orada kalmak. O vakit hedonik haz yüksek oktanlı bir yakıt olabiliyor.

Sorun, yüklendikçe buna yüklenmede. Hedonik zevk, insanı bütünlüğünde görmeyip kalanın aleyhine bir parçasını kayırmakla geliyor. Metabolik sağlık pahasına şekerin tadı, zaten zorlanan bütçelerin artan borca kayması pahasına tüketimde kuyruğu dik tutarak korunan benlik imgesi. Tekrarlandıkça baştaki vurucu etkisi monotonlaşıyor, dozu artırılarak sürdürülmeye çalışılıyor. Kalıplardan, stresten kaçış olarak başlayan davranışın kendisi dar bir kalıba, strese dönüyor.

Ödomonik iyilik halinde insan aradığı kabulü, anlamı, doyumu kendi içinde bulmaya başlıyor. 

Bu halde her şeyin yolunda, sorunsuz, ışıklı, ışıltılı, daimi bir gül bahçesi filan olması gerekmiyor. Dış alemin sana dayattıklarını, içselleştirdiğin sesini bırakıp belki de ilk kez ahkamlar kesmeden varoluşuna, İnsana kulak kesilmen yeterli. Çelişik, defolu, tutkulu, güçlü, zayıf.. Etiketler ve sınırlayıcılıkları ötesinde varoluşu iman tahtanda duyman. Kendini bütününde ve dolaysızca kavraman. Olmanın hazzı. Bunun da ucu bucağı yok. Hep oracıkta. Sürdürülebilir -çünkü kendisi zaten süregidişin ürünü bir his. Tadını kaçırmak ya da tadında bırakmak gibi doz ayarları gerektirmiyor. Ve bedava!

*

Hayattan aldığın zevk, tüketmeni, yapmanı etmeni şart koştuğunda bunları yapabilme gücünle sınırlanıyorsun. Psikolojik gücün, suyun kaynağını açıp kapama erkini elinde tutanlara havale oluyor. Ağır bir dışa bağımlılık.

Hayattan duyduğun haz oldurmaya değil, olmaya dayandığında temel ihtiyaçların karşılandıktan sonrası keyfe keder. Gücün, dolayısıyla özgürlük (istediğini yapabilme) hissin cebinde daha şu kadar para olmasına bağlı değil. Tersine, bundan bağımsızlaştıkça daha dik durur oluyorsun.

İlkinde asabi bir tepkisellik ve kısır isyanlarla (“Onu yapma bunu yapma, nereye kadar!”) için içini yerken ikincisinde tepkiselliğin yerini muhakeme alıyor. Kanın serin, dingin.

Bin dolara kar görmesen de olur.

15 Ocak 2024 Pazartesi

UZUN YAŞAYACAKSAM

Burada (ABD), diyor, sürdüğünüz değil, geride bıraktığınız yaşta sayılıyorsunuz, dünyaya geldiğim Şangay’daysa bastığınız yaş sayılır. Buna göre 100 yaşındayım! Ve gevrek gevrek gülüyor. Yaşla incelmiş, çatlak bir gülüş ama ta içlerden geliyor, canlı bakışlarından belli ve neden söz ederse etsin (bilimden, bugünden, feci bir anısından), oracıkta.

İçi gülüyor!

Nereden geliyor bu yaşam gücü? Sağlıklı beslenen bedeninden mi, diri kalmış zihninden, kırmızı yanaklı canlandırdığım ruhundan mı? İnancı mı olmuş dayanağı? İyi yaşam koşulları, varlıklı bir ülkede olanakları yerinde bir hayat mı? Hangisinden ne kadarını bir havana atıp döversek hepimiz için tekrarlanan bir sonuca varabiliriz? Sağlık ve kuvvet bunların nedeni mi, sonucu mu?

Bu seyirden reçeteleştirilecek bir sonuç çıkmıyor.

Ben dönüp dolaşıp geldiğim o içsel ateşe yine vardım. Yakıtı (kötücül olmadıkça) önem taşımayan (sen çocuğun, başkası yardım kuruluşları, ben derede tepede fosil toplayarak ulaşabiliriz), bir kez parladı mı geri kalanı peşine takan o güce. Reçetesi yazılamasa da işin fiziksel yanında dikkate alınsa daha iyi olacak etmenler (ve elbette bunların da istisnaları) var.

Dr John Scharffenberg de bunları anlatıyor ama benim gözüm onun anlatmadığı (belki anlatılamaz) bu şeyde.

https://www.youtube.com/watch?v=iddFlIcxQi4

14 Ocak 2024 Pazar

TIP 3.0

Dr Peter Attia ve kitabı Outlive ile bir podcast’ta karşılaştım. Şu sıralar ilgimi çok çeken (ve hekimlerin de yönlendirmesiyle bazı şeyleri hayatıma geçirdikçe semeresini aldığım) sağlıklı yaşam konusunda aklıma yatan, şevkimi artıracak şeyler söylüyordu.

Sağlıklı yaşam her tarafa çekiştirilebilecek, sihirli formül arayışında olanlardan uzun soluklu koşulara hazır olanlara, ezberlerine sakız arayanlardan karşısındaki malzemeye temiz bir sayfa açana bazen zıt kutupları bir araya getirebilen çok genel bir kavram. Çoğunlukla medyada köşe tutan ünlü/adı sanı duyulmamış kişilerin sunduğu bilgi parçalarına, zaman içinde kulak doldurmuş ilkelere, varsayımlara dayanan bir alıcıyı da akla getiriyor. Tıp ve hayatın kendisi gibi devasa bir karmaşıklıkta alanlarda veya bilimsel/bilgesel bir dayanağı olmadığında insanın mantar toplamak için daldığı ormanda yolunu kaybedip birileri tarafından bulunana kadar hayatta kalmak için yediği mantarlardan zehirlenmesi işten değil. Ben bütün bu donanımdan uzaklığımla sezgisel bir yol tuttuğumu fark ediyorum: Belli bir disiplindeki bilgiyi çürütebilecek kadar konuya hakim olmadığıma göre odağımı bilgiden önce bilgi edinmeye çeviriyorum. Temel bir okuryazarlığa ulaşmada beni bekleyen tuzakları ayırt etmeye. Bir şey aklına çok mu yattı, hemen hükme varma. Sen yapamayacağına göre buna eleştirel bir bakış getirenlere de kulak ver ve üzerindeki etkiyi dengele. Kafanı nelerle besleyeceğine dikkat et. Podcast’ler derya gibi bir girdi kaynağı. Seçici ol. Konuklarının nitelikleri önemli bir nokta. Bir süre sonra kalburum baştakine göre incelirken ben de bir yandan şevkimi koruyup bir yandan akıntıya kapılıp gitmeme arasındaki dengeyi kendimce tutturmaya başladım.

Peter Attia ile yolun işte bu noktasında karşılaştım. Uzun söyleşisini dinledim, kitabını okudum. Kafamda pek çok ampul yandı. Outlive New York Times çoksatarı olup çıktığında göre söylediklerinin göbeğimi hoplatmasında yalnız değilim. (Türkçe’ye çevrilmesinin de çok sürmeyeceğini tahmin ediyorum.)

*

Attia, uzun, dolambaçlı bir yoldan geçmiş. Uygulamalı matematik ve mühendislik okuduktan sonra tıpta karar kılmış. Kanser operasyonlarında uzman bir cerrah olmuş. Spor, hayatının leitmotifi. Önce boks, sonra açık denizde uzun mesafe yüzücülüğü, bisiklet, derken araba yarışları. Ve her zaman egzersiz. Başladığının dibine kadar giden bir mükemmeliyetçi. Bunun ve hırsının (sözcüğün en olumludan en olumsuza bütün anlamlarıyla) altındaki ruhsal şeytanlarıyla uzun ve sancılı bir zamanın ardından yüzleşmesi kitabının tepe noktası olan son bölümünü (Duygusal Sağlık) beslemiş.

Yani karşımızda (insani zaaflardan elbette tümüyle arındıramayacağımız) geniş bir ufuk ve tezlerinde hassasiyet peşinde titiz bir profesyonel var. Söyledikleri spesifik hususlarda eleştirilebilir, çürütülebilir ama genel olarak işaret ettiği vizyonu hafife almak herhalde haksızlık olur.

*

Outlive, öngördüğü üçüncü bir tıp anlayışını zemin alıyor: Tıp 3.0. İlk versiyon, Hipokrat’la başlayan ve modern öncesi tıbba kadar uzanan dönem. İkincisi, enfeksiyon hastalıkları ve travmaya karşı bize bir şans verecek kadar gelişmiş, ancak Cehennemin Dört Atlısı (kardiyovasküler hastalıklar, kanser, nörodejeneratif hastalıklar ve diyabet) dediği birincil ölüm nedeni kronik hastalıklar karşısında savunduğu yaklaşım ile bir arpa boyu yol gidebilmiş güncel tıp.

Tıp 3.0, Attia’nın (ve bunda yalnız değil) tıbbın bundan sonrasından beklediği: İnsan ömrü kadar yaşam kalitesinin de hedef alınması. Önleyiciden bir adım ilerisi, proaktif bir yaklaşım.

Bunda risk tanımı ve değerlendirmesi en büyük rolü oynuyor. (Matematik ve metodoloji eğitimi ile Attia, tıbba ara verdiği bir dönem risk analisti olarak çalışmış -2008’deki büyük krizin geleceğini büyük bir Amerikan bankasına 2007’de bildirmiş.) Bazen risk almamak için hiçbir şey yapmamak felakete davetiye çıkarmaktır diyor. Daha kötüsü, risk penceresini 10 yılla sınırlamak. Oysa ne kadar erken başlansa ve isabeti giderek artan ölçümlerle bir insanı 10 yıl değil, gelecek onyıllarda bekleyen tehlikeler bugünden ortaya konabilse yılanların başı o kadar erkenden ve başarıyla ezilebilir. İleri sürdüğü her şey gibi bunu da bol örnek ve meta araştırmalarla destekliyor.

“Sigara örneğini düşünün. A, 10 yıl içinde korkulacak bir şey yok, azaltsan iyi olur ama sağlığın yerinde demek mi yoksa” perşembenin gelişini çarşambadan görüp buna göre davranmak mı? Sigara konusunda tavır kesinleşmiş olsa da 2 kere 2’nin 4 ettiği göz çıkaracak kadar ortada olan diyabet konusunda hala yılda bir kez ölçülen kan şekeri ve 110 değil de 108 çıktığında egzersiz, yemek gibi anlam ifade etmeyecek kadar genel tavsiyelerle aynı deve kuşluğunun sürmesi. (Bir zamanların siyah beyaz ve doktor kullanıcılı sigara reklamlarına bugün nasıl bakıyorsak yakın olmasını umduğum bir gelecekte şekere öyle bakacağız anlaşılan.)

*

Metabolik sağlık Attia’nın da odağı. İlaçlara yüklenmeden (ama gerektiğinde de kaçınmadan) yaşam biçimi değişiklikleriyle sağlığı korumak ya da geri kazanmak (ne kadar erken o kadar iyi ama hiçbir zaman da geç değil düsturuyla) da öyle. Burada da beslenme ve egzersiz önemli yer tutuyor.

Attia, parlayıp sönerken birbirini yalanlayan moda diyetleri bir kalemde bir yana atıyor. Kendi deyişiyle taktiklerin değil, stratejinin peşinde çünkü. Bu da doğrudan sizin (hiçbir ortalamaya sığmayan) bireyselliğinize, bünyenize, onun zaaf ve güçlü yanlarına dayanıyor. Amacınız ne? 10-20-30 yıl sonra? Bunlara ulaşmanız için şimdi başlamanız gerekenler neler? Kapasiteniz? Sınırlarınız?

Yani öyle günde 20 dakika jimnastik yap-havuç ye’den çok çok daha etraflı bir bakış.

Kitabın beni en çok ilgilendiren egzersiz ve beslenme bölümlerine böylece geldim. Ama her başlıktan birçok şey aldım, ezberlerim (yerine yeni bir tanesi için malzeme konmadan!) zorlandı. Ve dediğim gibi, Duygusal Sağlık bölümünde olmayan şapkamı çıkararak kitabı kapadım, işaret ettiklerini bedenimle de öğrenme yoluna koyuldum.

12 Ocak 2024 Cuma

KAYIŞIMIZIN UCUNDAKİ TAZILAR

Yaşlı da olsa bir tazıyla dolaşmanın neye benzediğini kardeşimden dinliyorum. Sonsuz görünen bir enerjiyle dolup taşan bu varlıklardan alacağımız ne çok şey varmış.

Kayışın bir ucunda insan, diğerinde tazı; kimin kimi çektiği, kendi bedeninin aşina hareketlerine zorladığı, kardeşimin seçtiği daha eşitlikçi bir ilişkide belli. Yaşadığı yerde bu hayvanların serbest bırakılmasının neden yasak olduğu da: Fişek gibi fırladıklarında yetişip tutabilene aşk olsun!

O, tazıdan anda yaşama ustası olarak ibret aladursun, bugün şevk kavramını düşünürken kafamda canlanan imge bu oldu. Sabahları yataktan iştahla, heyecanla kalkmamı sağlayan, o dönem ilgim neye yoğunlaştıysa onun, kayışımı ucundan çeken enerji küpü tazılığı. (Sabah meditasyonun ortasında kayışını bir oraya, derken birden dönüp buraya çekerken: Şu konuda şunu bir sorarak ara, filancanın kitabına danış. Belki bir de.. Sahi.. Dur dur dedim, şimdi sırası değil, hele bir nefes al, sakinleş. “Bari kısacık bir not alsan da kafanda uçuşturduğum bu fikirleri unutmasan..” Bir açıl ve zamanını bekle hele diye aklımdan geçerken kendime ve tazılarıma güldüm.)

Aslında kayışımızın ucundaki tazılar birer kanal; devreyi kapayıp bizi kaynağa, yaşam sevincine götürüyorlar.

Arka arkaya köpek sahibi olanları şimdi çok daha iyi anlıyorum.

Gerçi biraz daha yakından baktığımda tazı arayüzü olmaksızın da iliklerimde duyabileceğim bir temas bu.

Yalıtımsız hayata çıplak elle temas.