26 Aralık 2014 Cuma

MOR LAHANA DİLE GELDİ

Lahanayı kestim.

Uyandı gözüm. Bıçağı bir yana bırakıp seyrine daldım.



İki renkli deseni kıvrım kıvrım, kesintisiz bir ıslık oldu, tizleşe pesleşe yükseldi.

20 Aralık 2014 Cumartesi

THEREMİN

İki kitap okuyorum.  

Vibrafoncu Gary Burton’un otobiyografisi Learning to listen, elden düşecek gibi değil. Sanat yaşamı cazın çok hareketli bir dönemine denk gelen bir müzisyenin, kendi doğumundan sadece on küsur yıl önce ortaya çıkan enstrümanıyla birlikte serpiliş hikayesi.

Müziğin dudak uçuklatan isimleriyle sahnede, sokaklarda, kulislerde, art arda eklenen turnelerde içli dışlı olurken müzisyenlerin aklımı alan dünyalarını ağzım açık seyrediyorum. Mücadelelerini, kavgalarını, hırslarını, tutkularını, sanata getirdikleri yenilikleri, dehalarını kemiren zaaflarını.. Bir yandan, “içindeki çalgıcıya” güvenip kulak vermeyi erken yaşta öğrenerek akıntıya tersinden dalıp yön vermiş Burton’un kişisel öyküsü de akıyor: Dışa dönük, büyük şehirli bir maço alemi olan caz dünyasına taşradan gelip atılan içe dönük, eşcinselliğiyle karmaşa yaşayan bir beyaz. İçim kıyılarak okuduğum bölümleri gözlerimden yaş gelerek güldüğüm anekdotlar izliyor. Hepsi baş döndürücü bir hareket. Ritmi ve örgüsüyle bir müzisyenin elinden çıkma olduğu açıkça hissedilen de bir anlatım. Son derece sade, dengeli.

Bütün bir dönemin elbette ama aynı zamanda içini ve dışını dinlemeyi öğrenen bir insanın hikayesi.

*
Diğer kitap, şu sıralar gözde yazarlarımdan biri olup çıkan Mark Epstein’ın Thoughts without a thinker’ı (Düşünürsüz Düşünceler).

Budist bir bakış açısından psikoterapi.

Budizmi psikoterapiye katma fikri ilkten kafamdaki önyargıya takıldı. Tamam, olmadık akımları birleştirmek sanatta, müzikte pekala mubah.  Al mesela Gary Burton’un başını çektiği füzyon caz. Gerçi kuantum terapilerin havada uçuştuğu bu çağda ana akım artık her şeyi her şeyle bir araya getirmek. Yine de, Epstein’ı okudukça Budizm ile psikoterapiyi nasıl da genel kanıya uygun (ve temelsiz olduğu anlaşılan) bir şekilde çerçevelemiş olduğumu anlıyorum.

Buna göre kabaca psikoterapi nevrotik dünyaya ayak uydurmaya yönelirken Budizm onu “aşıyor.”

Epstein, Burton’un duru ritmiyle bu yanlış tanımlamalardan başlayarak adım adım işin özüne götürüyor.

Budizmin, etrafında pekişen mistik, egzotik çağrışımlar ötesinde tümüyle insan bilgisi, psikoloji olduğunu gösteriyor. Buda’nın aydınlanmasının, zihnin doğasına uyanış olduğunu. Psikoterapinin fili tanımlayan körler misali bir orası bir burasından yaklaştığı şeyin doğasının bir bütün olarak kavranışını.

Samsara (kendimizi bilmezliğimiz, cehaletimiz, hırs, nefret ve arzularımızın avucunda durmadan çevirip acı ve sefalet ürettiğimiz yaşam çemberi) simgelerini, insanın hayvaniden başlayıp tanrısala uzanan varoluş boyutlarını psikoterapi anahtarlarıyla açıyor. Buda’nın deneyimini aktardığı derslerinin, sutraların psikoloji diline tercümesini yapıyor.

Budizmin düsturu Samsara nirvana, nirvana samsaradır ile Budizmden bekleyeceğimizin çöplüğü geride bırakarak ilelebet mutluluğa erişilecek bir aşma-kaçma, bireysel bir “yırtma” değil, tam tersine, “çöplük” olarak görünene dalma olduğunu ortaya koyuyor.

(Zen ustası Dogen: “Budizmi incelemek benliği incelemektir/Benliği incelemek benliği unutmak/Benliği unutmak başkalarıyla bir olmak.”)

Bunu insan sefaletimizin kaynağı, yanlış anlaşılmış zihinle değil, “çıplak dikkat” dedikleri farkındalık uygulamasıyla yaparsak, yabancılaştığımız, ittiğimiz (ve çok ilginç, “benlik” dediğimiz şeyi bu itme etrafına kurduğumuz) nevrotik yanlarımızla onları bütüne katıp özgürleşebileceğimiz yeni bir ilişki kuracağımızı öne sürüyor.

Epstein psikoterapiyi de Budizmi de sorunun kaynağıyla yeni bir ilişkilenme olarak görüyor.(Epstein’ın anladığı şekliyle psikoterapi, Budizmin işaret ettiği deneyime bir tercüme, çerçeve ve dil sunmaya aday.)

Zihnin geveledikleri ötesinde doğrudan bir ilişkilenme.

Sözcüklerin dili büyük ölçüde zihinle sınırlı olduğundan ötesinin anlatımı haliyle oturduğu yerden bakan kişi için çetrefilleşiyor. 3 boyutlu filmi özel gözlüğü olmadan seyretmek gibi, bulanık, çelişik görünebiliyor.

Ama ilk elden deneyimlendiğinde bu “başka türlü ilişkilenme,” en azından başlangıçta dilsiz kalmaya mahkum da olsa gayet belirgin ve gerçek.

Dünyasını anlamlandırmada düşünceden ya da ham histen başkasını bilmeyen insanı bekleyen bir eşik var burada.

Harlı bir ilgiyle seyredilen zihni kullanmak, seslerin hazır tuşlar, perdelerle dilimlere ayrılmadığı bir enstrüman çalmak gibi.

Daha da çetini; müzisyenin ne görünür ne elle tutulur elektrik dalgalarına dokunarak ses çıkardığı theremin çalmak gibi.

19 Aralık 2014 Cuma

ÇEKME ELİNİ!

Bir arkadaşım, her seferinde irkilip pençeyi yediğim sağı solu belirsiz kedisiyle oynarken beni böyle uyarırdı.

Benden hızlı çıkan vahşi, ateşten kaçırır gibi çekiverdiğim ellerimi epey tırmaladı, diş geçirdi. Ne o değişti ne ben.

Nice zaman sonra ataklıkta ondan geri kalmayan başka bir kediyle bu uyarıya kulak vermeyi akıl ettim.

Güzel güzel okşanırken bedeni birden şahlanan bir kobra gibi kıvrılan kediden elimi çekmedim. Ben durdum. O da. Gevşekçe bıraktığım elime hamlesi bir anda gevşedi. Tırnaklarını içeri çekti, dişleri etime şöyle bir dokundu.

Oldu.



*
Yaşadıkların da bir kedi. Hayat. İrkilip çekildiğin an pençeyi yiyorsun.
Dur bir. Kal. Bak. Dinle. Anla. Ne yaparsan yap, çekme elini.

*
Neden bu uyarıya uzun zaman kulak asmadım? Sonra ne oldu da bir denedim?

Bir yere gelirken yürüdüğün yolu atlayıp sonucun altını çizdiğinde başkaları için pek bir anlamı olmayabiliyor.

Değişim, şunu yap bunu yapma demeyle gelmiyor. Bunu insanın kendine söyleyebilmesi, bunu da kendisiyle lafını dinletebilecek kadar akıcı, kucaklayıcı bir ilişki içinde yapması gerekiyor anlaşılan. Kaba saba bir iradenin kamçısıyla değil.

*
Güçlü bir itme duyduğum Ankara’yı ona tepkiyle bakan gözlerime güzel ya da mazur gösterme çabasını bir yana bıraktım.

Israrla güzeli, iyiyi, çekiciyi aramanın da kör bir tepkiyle kaçınmaktan, itmekten farksız olduğuna uyandım.

Ankara ne ise o –aslında ben nasıl isem öyle. Daha tahammüllü olduğumda eşeleyip iyi yanlarını çıkardığım, değilsem yerin dibine, ruhunun (ruhumun) karasına batırdığım bir garip şehir.

*
İnsanı hayatta perişan eden, tepkiselliği. Ama’larla, hak etmiyorum’larla, ben böyleyim’lerle, kıyaslamalar, yargılarla tahkim edilmiş, hatırı sayılır kılıklara soktuğu tepkiselliği.

Şöyle bir kenara çekilip “çıplak dikkatini” yönelttiğinde dayanaksızlığına uyandığın tepkisellik.

Çeki çekiverdiğin elin.


Çekme. Kal. Kulak ver. Been-beniim demeden bir anla.

14 Aralık 2014 Pazar

MAVİKENT’TE BİR CESET BULUNDU

Nasıl bizim oralar diye sordum.

Kimse kalmadı, durmadan da yağmur yağıyor, dedi Fatoş. “Ama denizi göreceksin. Öyle güzel ki.. Vahşi. Dalgalar ta kabinlerin oralara patlıyor. Plastik, tahta, çerçöp.. allak bullak plajlar suyun getirdikleriyle dolu.”

Dolaşsan, dedim, kim bilir neler çıkar.

Belki fazla da dolaşmamak gerek dedi. “Geçende Mavikent açıklarında bir ceset bulmuşlar. Silifke’ye indiğimde haberim oldu. Tanıdıklar toplanmış, bilgisayarda bir şey seyredip gülüşüyordu. Çağırıp gösterdiler. Bakakaldım. Adamı (Boğsak’tan gayet iyi bildiğim bir balıkçı çıktı, sık sık gelir, marketten alışveriş yapardı) gördükleri yoktu, işin gırgırındaydılar. İnternet’te ara, bulursun.”

Buldum.

Ufak balıkçı teknesi yüzen cesede yaklaşırken biri de videosunu çekiyor –başlangıçta belki adli bir yanlış anlamaya kurban gitmemek için.

Ağzında sigara, cesede kanca atmaya çalışan genç balıkçı, sanal teşhir kuşağından. Alışık görünüyor. (Yine de o bıçkın tavırları arasında hissedilen bir irkilme mi var, bana mı öyle geliyor?)

Bundan sonrası öznenin nesneleştiği bir oyun. Panayırda hedefe halka atma gibi bir şey. Balıkçının ağzında sigara, suya cesedin yanı başına yuvarlanıvermesi belki o an değil ama kaydın başına toplanıp yeniden yeniden seyredeceklere her seferinde başka çeşitlemelerin ekleneceği bol patırtılı kaç kahvehane sohbetlik malzeme.


Seyredileni geride bırakan bir seyir.



11 Aralık 2014 Perşembe

KAP KACAK

Dizkapağı, kafatası, leğen kemiği, idrar torbası, safra kesesi.


Neyse, bir de tüm buna pastoral bir hava üfürecek kaval kemiği var.

10 Aralık 2014 Çarşamba

FARKINDA

Arkadaşım Deniz’den:

Farkındalığını arttır dedi. Hiç içinde bulunmayı arzu etmeyeceğim durumlarda bile durup şehre kulak vermeli ve şehri eleştirmeyi bırakmalıymışım. Çünkü şehir şehirmiş, asıl benim şehrin içindeki varlığım şehir için yükmüş. Örneğin yarı-deli bir şoförün kumanda ettiği köhne ve tıkış tıkış dolu bir otobüsle Boğaz'a ha uçtu ha uçacak bir süratte seyretmekteyken, bir yandan yuvarlanmadan ayakta durmaya çabalarken, bir yandan da anın tadını çıkarmalı, hangi kol, bel, bacak ve boyun kaslarımın tam da o anda nasıl da beceriklice denge sağlamak için çabaladığına dikkatimi vermeli ve elbette nefes almalıymışım. Nefesime odaklanmalıymışım, yavaş yavaş nasıl ciğerlerime çektiğime sonra nasıl hısssss diyerek saldığıma. Bunlara odaklanırsam mutlu olabilirmişim milyonlarca insanın yaşadığı bu koşturması  bol, pis kokulu şehirde.

Nefes alayım, peki. Benden daha çok kim isteyebilir ki bunu? Şöyle her iki burun deliğinden tertemiz serin havayı ciğerlerime çekmeli, sonra da ciğerlerimde birikmiş ne varsa hatta içimde kötülük, sıkıntı namına birikmiş olanları da peşine katarak, ağzımdan atıvermeliyim dışıma. Acaba en son ne zaman öyle nefes almış ya da vermiş olabilirim? 4-5 yaşlarında burnumun oluk oluk kanadığı yıllarda. Yine böyle bir kanamada neredeyse bir paket hidrofil pamuk burnumun iki deliğine de tıkılmış, anneannemin odasındaki divanda serin serin yatıp genzime ılık ılık akan tuzlu ve yakıcı tadlı kanımı düşündüğüm gün olsa gerek. Bundan 45 yıl önce yani. Oldu mu o kadar?  İşte o gün, nihayet kanama durup da kanımla ıslanmış pamuklardan kurtulduğumda o ne güzel bir havaydı içime çektiğim. O zamanlar bu kadar büyük olmayan burnumun her bir hücresine sızmıştı Ankara kurusıcağının güneş almadığı için serin bıraktığı odayı kaplayan nefis hava.

Onun dışında, bazen nefes almayı unuttuğum oluyor. Yani bana öyle geliyor. Bir türlü randımanlı nefes alamıyorum. Sanki göğsümün üstüne oturmuş kıllı kocaman bir yaratık var, az çekil diye dürtmek istiyorum ama yatakta kocayı dürtmek gibi bir eyleme dönüşemiyor. Kaldı ki o da sonuç getiren bir eylem değildir, dahası, sabah olduğunda karşı taraf hem bütün gece gözünü kırpmadığını iddia edecek, hem de bütün yorganı çekip almakla suçlanacaksınız. Evet,  ciğerime az hava gittiği için beynimi de pek havalandıramıyorum. Hep o binyıllık kuruntular, öfkeler. Belki böyle konudan konuya hoplamam da bu durumun bir sonucu. Hoplama dedim de, geçenlerde rüyamda kangurular gibi hopluyordum, ya da ayağının altına yay takılmış panayır soytarıları gibi -böyle bir meslek grubu var mı bilmiyorum.

Sus, yeter. Aklını ve dikkatini topla, bir kere de söz dinle. Otobüse neden bindim? Yol iki adımlık olmasa da yürüyebilirdim. Ayak parmağımdaki sinir sıkışması olmasaydı. Burnum tıkalı madem, nefes alamıyorum, peki neden koku alıyorum? Öncelikle tutunma demirinin kokusunu neden alıyorum? Nemli paltoların, 1 hafta önce yıkanmış saçların, kızların daracık kotlarının içine bir de ipli naylon don giyerek ürettikleri mantarların kokusunu, evden kafasına kokular boca ettikten sonra fırlamış gencin parfümünün henüz uçmamış alkolünün kokusunu? Neyse ki yanımdaki kız ağzına naneli sakız attı, oradan bir ferahlık geliyor. Ama bu da o cıklayan sakızlardan, işitmemeye çalışsam da dişin sakızla olan temaslarının neredeyse hepsi kulağımda. İçerisi çok sıcak bir de. Şu an ölsem üzülmem.

Nefes alamayacağım anlaşılınca ben de veriyorum. Yok, son nefesimi değil. Yeniden içime çekeceğim karnı açıkmış ortayaşlı kadının ruj kokulu nefesini.”

*

Yüzümde bir gülümsemeyle okudum. Keskin zekasını bir bisturi gibi ışıldatmış.

Girişte sözünü ettiği benim. Söz konusu farkındalık ise pek benim söylemeye çalıştığım değil. Onun mevcut gözlemciliğine ne eklenebilir ki? Olsa olsa bunu bir de içe, üretken zihninin doğasına çevirmesi. Meramım da oydu.

Adına gerçek dediklerimiz, çoğu zaman olguları yorumlayış biçimimizden ibaret ise yorumlayanı, zihni seyretmek nasıl olur? İşleyişini, mantık dediğimiz şeyin hangi çöplerden çatıldığını. Düşünceler, duygular, izlenimler,  itme-çekme, kayıtsız kalma ile dolup dolup boşalmasını. Bunlardan olumlu-olumsuz kanımıza dokunanlara, içimizde bir şeyleri harekete geçirenlere takılıp kalışını. Aslında sürekli bir akış iken kendine nasıl kalıcı, ele gelir bir kimlik biçip dört elle asılarak ne pahasına olursa olsun savunmasını.

Seyretmesini önerdim, izlemesini.

Yargılamadan, irkilmeden, bastırmaya, değiştirmeye çalışmadan. İçindeki yansız, her şeyi kucaklayan tanık canlanırken seyri bir sanat haline getirmesini. Bir yandan bocalar, kapılır gider, yeni bir atılımla silkinip yola yeniden koyulur, sever-tiksinir-burun kıvırır-kuşku/inanç duyar-mutlu/mutsuz olur.. yani yaşarken bir yandan bütün bunları ve daha ne varsa seyretmesini.

“Konu mutlu olmak değil, seni iplerinden (geçmişin, çevrenin koşullanmaları ile bunlar üzerine bina edilenler) bir oraya bir buraya çeken refleks tepkilerinin oyununa uyanmak.”

Zihnin çıplak doğasının değil, olsa olsa durmadan ürettiklerinin farkındayız. Bunların bize hissettirdiklerinin. Sihirbazın el çabukluğundan ziyade şapkadan çıkardığı tavşanların. Tavşanlar hoşumuza gittiği sürece ne âlâ.

“Ayak bileklerinden başlayıp seni yarı beline kadar içine alması an meselesi düşünce-duygu sellerine kapıldığında bir kılavuz ip gerek; o da nefesin işte. Usulca ona dön, odaklan. İçine girişine, çıkışına. Nasıl olduğuna.”

Nefes, uçan balonu baloncunun bileğine bağlayan ip. Düşünceden duyguya, oradan tepkilere savrulup giderken seni aslolana geri getiren.

Böyle böyle seyre çalıştığında diken üstünde olmanın yerini yavaş yavaş ve kesintili bir hoşnutluk almaya başlıyor. Kapanmanın yerini açılış. İtmenin yerini ilgi. Ardına çekilecek duvar arayışının yerini çıkıp katılmak. Bıkkınlığın (gözün takılıp kalması değil mi bu?) yerini kurcalayıcılık.


“Dediğim, etrafında olup bitenin farkındalığından öte; farkındalığın farkındalığı.”