31 Ekim 2017 Salı

BOŞLUKLARLA DOLU BİR HİZMET

12 saattir kesik olan elektrikten önce faturası geldi, saatinin kenarına sıkıştırmışlar.

35 yıldır buraya geliriz, elektrikten çok kesintisini yaşamışızdır. Tamam, dağ başı ama otuz beş yıl da az buz zaman değil. Dünyada nakil teknolojisi nerelerden nerelere sıçrarken bizim ispermeçet mumu tüketimimiz hemen hiç azalmadı.

Meret yokluğundan ibaret de değil ki, buzdolabındakileri de alıp götürüyor. Yazın ortasında klimasız, pervanesiz kalmayı hiç saymıyorum.

Ya sürekli olması ya da hiç olmaması gereken bir hizmet. Böylesi, evlendiğin adamı ayda yılda görmek gibi bir şey.

Devlet ya da özel sektör, hangi elde olduğu da bir şey fark etmeden otuz beş yıldır yolunu gözlüyor, elimiz yüreğimizde, çekip gitmesinden tasalanıyoruz.

Aksamayan tek şey faturaları!

Yırtık çorabı utanıp arlanmadan satmak gibi:


“Deliklerden kalanı kullanıyorsunuz ya!”


30 Ekim 2017 Pazartesi

ARZU

Yine aşık olmuş. Sapına kadar, sırılsıklam. Onu yakından tanıyana göre önceki kadar umutsuz. Kendini sonuna kadar kullandırıp kaldırıldığı gibi atılmalık. Yine. Öncekinde intihara kalkışmıştı, bunun sonu kim bilir ne olur. “Bu kadar da diplemesine, derinlemesine olur mu? Kim dayanır?!”

Tutkulaşan arzu, seyircisi olunduğunda ne kadar saydam. Sahibinin içinde ne varsa yansıtacağı uygun bir ekrandan ibaret. Nesnesi bahane: Kundaklanan eve çakılan çakmak.

Yanıp tutuşanı elinden tutup serin bir su kenarına götürmek isterdim. Istırabına saygılı bir süre sessizce tanık olduktan sonra “Bak,” demek. “Hayır, hayır, ona değil, kendine çevir bakışını. Eriyip bittiğinin adı değişiyor, aynı kalan senin tutuluşun. Demek seni asıl kasıp kavuran kendi karmaşan. O parlayıcı arzu-ihtiyaç-korku-heyecan (ve hakkını verelim, yazdığı katman katman senaryolar, anlattığı öykülerle yaratıcılık) karışımı. Önüne hangi beste gelse yapışacak güften. Sen müzisyensin, bilirsin. Duyguları sözün ötesine kamçılamak işin. Sonra nasıl yaparsan yapar, belki şifayı sanatında ararsın. Ama önce bir bak. Gösterdiğine değil, kendi parmağına bak. Sesiyle yılanı kıvrım kıvrım kıvrandıran kaval gibi seni ucunda oynatan o kendi parmağını gör.”

Ama seyircisi olunduğunda ayan beyan olan, nesnesi ya da öznesi olunduğunda kör bir kasırga.


İtip çekici. Dokunaklı, gülünç, ürkütücü.

28 Ekim 2017 Cumartesi

ÖĞLEYE DOĞRU

Havanın bozacağına işaret, kedi damağı desenli beyaz bulutlar güneşin önüne geçmeden önce daha sıcaktı, şimdi mavi soğuk. Belli belirsiz esintide kıyıya yürüdüm. Tatlı, ısrarlı bir kuş sesine uzakta bir inşaatın kırıcı gürültüsü karışıyordu, ezan bunların üzerine yayılırken suya bir adım attım. Artık sıcak değil. Eskiden olsa abartılı bir dehşetle karşılayacağım değişimi su kadar serin bir kanla hissederek bir adım daha attım ve girdim.

Tutulan soluğumu koyverdim. Hiç değilse göğsüm ince bir sörfçü gömleğinin koruması içindeydi.

Koca koyda tanrının tek kulu, çepeçevre yeşil tepelerin görüntüsünü içerek ağır ağır açıldım.


Kendimi temiz, duru, diri suyun parçası ettim, bıraktım deniz bir kez daha içimi dışımı arındırsın, sıkışıklıkları açıp enginliğine katsın.

26 Ekim 2017 Perşembe

CAN BOĞAZDAN GİDER

Yaman Çinli akupunkturcu, arkadaşıma “Yemeği şimdiye kadar eğlence etmişin” demiş. “Sağlığını korumak istiyorsan bu tavrını değiştirmek durumundasın.”

Doymanın, tatminin birinci dereceden bir fiziksel sahnesi olması, yemeye asıl işlevi üzerine yan beklentiler yüklenmesine tehlikeli ölçüde uygun.

Yatıştırıcı, oyalayıcı, sosyalleşme aracı olarak yemek.

Ve yer değiştirici. Aç kaldığın başka alanları midenle doyurma yolu.

Bir de gelişmiş bir damağınız, ondan geri kalmayan göz zevkiniz varsa, organizmayı sağlıklı bir şekilde ayakta tutmaktan ibaret temel ve yalın bir işlev, nice katakulliyle yönetimin zirvesine oturtulan sıradan bir memurun makus talihine uğratılıyor.

Arkadaşım yemeği kendinden ibaret işlevine geri döndürecek yeni bir yaşam biçimi kurmaya girişirken ben de oradan buradan düşünüyorum.

Yakınlarda okuduğum bir yazıda önemli olanın yiyeceğin ağızdan girdiği değil, bağırsaklarda aldığı hal olduğu belirtiliyordu. Bir uçtan diğerine şekerin zehre, çiğnerken avuntu olanın aside çevrilişi. Bu dönüşümü ve barındırdığımız muazzam bakteri kolonisini gözetmeden yemenin umduklarımızın tam tersini besleyişi, yükü, bedeli anlatılıyordu.

Birlikte yemenin (ve içmenin) yaklaştırıcı, yakınlığı pekiştirici bir yanı var. Bundan vazgeçmeden yalınlaştırmaya gidemez miyiz?

Farkındalık faslında bu hafta uygulamaya çalıştığım, lokma lokma yemek. Ağzına bir lokma al, çatal bıçağı bırak. Lokmaya odaklan. Sıcaklığına, dokusuna, tadına, dilin, dişin, damağına değişine, ağzında çevrilişine. Çıkan seslere, tükürük bezlerinin hareketine.. Yavaşça çiğne, iyice. Ayırdına vara vara yut. Yani fon edegeldiğin şeyi ön plana getir.

Fon etmek.. Her şeyi her şeye fon ettiğimiz bir zamanda yaşamıyor muyuz? Hiçbirine hakkı verilmeden aynı anda pek çok şey yaşamanın normalleştiği bir zamanda?

Fon edilenlerin başlarında da yemek geliyor.

Özene bezene donatılan sofralarda keyifle bir araya gelişleri düşünüyorum. Keyif için birinden biri yetmiyor (bir araya gelmek ya da yemek), ikisi birlikte olmalı. Böylece deneyim, iki koca kıçlının sığmaya çalıştığı dar bir sandalyeye dönüşüyor. Hünerle, sevgiyle kotarılmış çeşit çeşit yemeğe hak ettiği övgüler düzülse, gözler (reklamlardaki gibi) hazla devrilirken uygun mırıltılar çıkarılarak birkaç lokma yense de bu kadarı bile katışıksız değil. Birbirininkini kese kese süren konuşmalarla ilerleyen sohbet (başka bir bölünmüş dikkat kurbanı) araya girip kaç parçaya bölünmüş dikkatten irice bir parçayı daha alıp götürüyor. (Böyle sofralarda konuşmak, iple çekilmiş bir konserde cebinden iskambil çıkarıp yanındakilerle kağıt oynamaya girişmek gibime geliyor. Birlikte susup yemeğe her birimiz kendi içinde ama hep birlikte odaklansak, eylemin ritüel niteliğine hakkını çok daha derinden vermez miydik? Konudan daha da uzaklaşmak uğruna: Bölünmemiş bir dikkatle hayata kendimizi birlikte vermek yemekten, cinsellikten bile yakınlaştırıcı bir şey olmaz mıydı?)

Fon, eğlence, vesile edilen yemeğin yemeklikten çıkması, orijinal işlevine ters düşmesi bir noktada/yaşta kaçınılmaz oluyormuş demek.

*
Mide, bağırsak sancılarıyla kıvranıyordum. Babam, neden böyle oldun, söyleyeyim mi dedi. “Akşam akşam koca bir kase ekşimeye başlamış süzme yoğurt yedin. Süzme yoğurt dediğin hacminin kaç katından elde edilmiş, ağır bir gıda. O olmasa da doyardın oysa.” Güldü, ekledi:


“Doktorun dediği gibi: Ömrümüzü dişlerimizle öğütürüz.”

19 Ekim 2017 Perşembe

SANAYİDE

Geçen yıl son kez gittiğim servisten kabarık bir fatura ile arabamın modeli için fabrikasının artık üretmediği ama yan sanayide bulabileceğim söylenen –gayet de standart- parçaların uzun bir listesiyle çıktım. Buraya kadar.



Yaşlı bir araban varsa ışıltılı servislerin şişirilmiş hizmetinden azad olduğun an geliyor. Pırıltılı vitrinden işin süssüz mutfağına iniyorsun.

Kuzenim sağ olsun, aldı beni, Güzeloluk’ta sanayinin o güzel ustalarıyla tanıştırdı. Bu işten iyi anlar. Sırf o değil, zevk alır. Doktor için insan bedeni neyse bakıyorum onun için de mekanik beden o. İşleyişi, sorunları, çözümleri. Neyi ne kadar yaptırmam gerektiği konusunda yol gösterirken arabanın anatomisini de iştahla açıklıyordu.

Ayağa dolanmayacağım noktalarda dikilerek sahnesi gürültülü (kaportacının bitişiğindeydik ama zaten her yerden cayır cayır, bangır bangır ses yükseliyor; balyoz, kaynak, havalı tabanca, basınçlı su, sonuna kadar gaz verilen motor), kirli (yağlı, tozlu, parçacıklı) bu hummalı faaliyeti seyrettim.



Dükkanı arı kovanı gibi işleyenler işlerini canlılıkla yapıyor, şevkle. Bir erkeğin mekaniğe duyacağı sevgiyle (hatta bazısında abartılmamaya çalışılan bir aşkla olduğundan bile kuşkulanmadım değil –gözlerdeki o pırıltılar). Kendini vermeden yapılacak şey olmadığından bu ilgi-merak ustadan çırağa aktarılıyor gibi geldi. Işıltılı servislerde nasıldır bilmiyorum (ama usta-çırağın geleneksel etle tırnak ilişkisinde araya kurumsallığın soğukluğu herhalde giriyordur); burada aktarılanın bilgi kadar duygu da olduğu hissediliyor.



İşi, işçiyi gözleriyle kucaklayan kuzenime döndüm:

“Kaporta estetik, mekanik ortopedi, elektrik nöroloji vs desek tamirci olsan hangisini seçerdin?”

Güldü. “Kaporta hariç hepsini, dahiliye herhalde.”



18-20 yaşlarında iki çırak sökülen fren balatalarını (neolitik bir güveç kabını andıran dökme demir kampana, yaylar, hidrolik pistonu, yağ-pas-zaman katmanları) özenle elden geçiriyor, ustalarına –elleri kapkara, yüzü apaydınlık bir adam- bazen de beğendiremiyordu.



Her yanda, ne olduğu bazısının anlaşıldığı parçalar, aletler, biçim biçim, yağ lekeli yüzeyler, oluşturdukları rastlantısal kompozisyonların rastlantısal güzelliği..



Dayanamadım, ufak kamerayı çıkardım. Önce belli etmemeye çalışıp ardından açıkça fotograf çektim. Yadırgamadılar.




Yağı Suriyeli bir işçi değiştirdi. 20’lerindeydi. Motoru da yıkadı. Nedense bir ona bahşiş verdim.




3-4 saatin sonunda frenleri felaketin eşiğinden döndürülmüş, filtreleriyle nefesi açılmış, sıvıları yenilenmiş, gözümde hep soylu bir genç olan yaşlı arabam, sanayinin kaos görünümlü mekanik yaşam ünitesinden yenilenerek çıktı.


18 Ekim 2017 Çarşamba

İYİ BİR KOMŞU –II

El ayak çekildi. Gelip gidenler, günübirlikçiler, haz ettiklerimiz, gidişini diş sıkarak beklediklerimiz, sabrımızı zorlayanlar.. Kışlık düzenlerine döndü hemen hepsi.

Tek sürekli komşumuz, standart komşuluğa dair hissi paylaştıklarım.



Komşuluk. Geleneksel kültürde ailenin hemen yanı sıra toplu yaşamın tadı tuzu, harcı. Aynı yerde yaşamanın yeterli olduğu ve gerektirdiğine inanılan (değil mi ki komşu komşunun külüne muhtaçtır) teklifsizlik. Teklifsizlikle eşdeğer kılınan sıcaklık, yakınlık, yalnız olunmadığı duygusu ve güven. Ayağında terlik, elinde, kabı boş iade edilmeyecek yeni pişmiş bir yiyecek, yüreğinin sıkıntısı, heyecanı, bir çift laf etme arzusu, taze dedikodu ile tıklatılan kapılar. Zorluklara beraber göğüs germe, dayanışma, acısı tatlısıyla gündelik hayatı paylaşma.

Hayatı hep birlikte katlanılacak bir şey görmenin doğal, iç ısıtıcı, teskin edici uzantısı.

Bunca getirinin götürüsü? Kolektifin bireysele çok ağır bastığı bir toplumda esamesi okunmayacak şey, devede kulak, tek taraflı bir kaygı: Senin bir başınalığına her an duhul etme izni/hakkı/imkanı.

Aynı yerde yaşamanın, bulunmanın, tesisinde yeterli görülmediği hazır bir samimiyetten uzak duran, yar bana bir yaren diye yanıp yakılmayan, apartman sohbetlerinin sürekliliğini zaman/kaynak kaybı bilen, ihtiyaç hariç temas halinden rahatsızlık duyan, en iyi komşuluk birbirini kendi alemine bırakmaktır diyen bir başınalığı kuşku, yadırgama, yargı, yergi, en hafifi incinmeyle karşılayan baskın anlayışın ağırlığı.

Kabus!

Güz sonu, yazlığın el ayak çekilmiş bu en güzel zamanında en iyi komşuluğun kendi aleminde yaşayıp gidiş olduğu duygusunu paylaştığım komşularımızla -benim flütüm dışında- sessiz sedasız bir aradayken geçen hafta Pera Müzesi ve Asmalımescit’teki kısmını gördüğüm İyi Bir Komşu başlıklı İstanbul Bienal'ini düşünüyorum.

*
Aşağıda, Pera Müzesinde, kah açıklamalara kulak vere kah kendi çağrışımlarımla yetine gördüklerimden. (Çokça da nesnelerin hikayesiz, çıplak algısıyla yetinerek gezdim. Yüklenen anlamdan soyduğum objelerin tadına kompozisyon, görsel uyum ve çatışma konuları olarak baktım. Asmalımecit’te eski bir binanın üst katındaki -klostrofobi ve karanlık korkunuz olup olmadığı sorularak içeri alındığınız- Yoğunluk Atölyesi performansı böyle bir ilişkilenmeye belki en uygun düşeni oldu: Orası burasından loşça aydınlanan bir ev içinin, kapkaranlıkta beliren köşeler ve eşya ile bazen örtüşerek sessizliği/hareketsizliği bir anlığına kesintiye uğratan sesleri.. Bilmiyorum neden ama çok hoşuma gitti.)



Ev-Kadın, Louise Bourgeois






Gözde İlkin. “Buluntu kumaşlar ve evde farklı amaçlarla kullanılan dokuma ve örtülerle çalışan Gözde İlkin, kültürel kodları ve kolektif hafızayı cisimleştiren nesnelerle ilgileniyor. Bu kumaşları tarihin izlerini taşıyan son derece sıcak ve tanıdık malzemeler gibi kullanırken kendi imgelerini resmin yanı sıra işleme ve dikiş gibi tekniklerle şekillendiriyor. Hem sembolik hem soyut formları bazen toplumsal ve politik ilişkileri, çatışmaları ve iktidar tanımlarını, bazen de toplumsal cinsiyeti, cinselliği ve kent tarihlerini temsil etmek için kullanır. (…) İlkin’e göre kumaşlardaki örüntüler bellekle bugün arasında, hayal edilmiş olanla gerçek arasında köprü kuran yapılar.”






Boşluk Korkusu, Alejandro Almanza Pereda. Seriye adını veren Horror Vacui, Boşluk Korkusu, bir resim düzleminin negatif boşluklarını detaylarla doldurmaya dayalı geleneksel bir görsel tekniktir. Enstalasyonda insanların coğrafyayı kendi isteklerine göre durmadan ve aşındırarak biçimlendirmelerinin karşısına pastoral bir doğa manzarası konuyor.”




*
Bunlar da benden Bienal'e.


Kafeslenen Sıcaklık




İstanbul’a Veda

17 Ekim 2017 Salı

RİTMİ DEĞİŞTİR, NE ÇOK ŞEY DEĞİŞİR

Johannes Ciconia’nın 1300'lerin sonlarında yazdığı Le Ray au Soleyl adlı kanonu ilginç. Kanon, enstrümanların aynı melodiyi seslendirmeye farklı aralıklarda başlamasının yanı sıra farklı ritimlerde ilerlemesi üzerine kurulmuş.

Böylece zaman hissini, parçanın belkemiğini eğip büken, uzatıp kısaltan sıra dışı bir dinamik ortaya çıkıyor. Kafa buldurucu!

Ciconia’nın kanonuyla yaptığı bir süredir teknolojiyle ilişkimde yaptığımı yansıtıyor: Aynı telden ama farklı tempoda çalmak.

Dilim bir karış dışarıda, aletti programdı ıvır zıvırı (teknoloji tanrıları günahımı bağışlasın) güncelleme peşinde koşmak yerine arkamı yaslanıp geriden takip ettiğimde çoğunluğa/modaya/önüme getirilene uymanın göz bağı sıyrılıyor, manzarayı bundan serbestleşen bir bakışla seyredebiliyorum.

iPhone 7 kuyrukları uzaya dursun, geçen sene yanlışlıkla iyice aptallıktan bir nebze ilerisine yükselttiğim telefonumla koşuşmayı arkadan seyretmek, yarışın içinde hiçbir zaman göremeyeceğim şeyleri göremeyeceğim açıklıkta önüme seriyor.

Melodiye, ana akışa savaş açmaya, dışında kalmak için debelenmeye gerek yok; ritmi değiştir, geri kalan da değişiyor.

*

Tempoyla oynamak (müzikten öğrendiğim bir şey daha), sadece teknolojiyle ilişkide de değil, büyük bir özgürleşme kaynağı.

*

Düşünüyorum da.. Çocukluk, ergenlik, yetişkinlik, yaşlılıkla hayatınki de böyle bir kanon değil mi?

12 Ekim 2017 Perşembe

AI WEI WEI –HAYATLA HEMZEMİN BİR SANAT

Sakıp Sabancı Müzesinde tadı damakta kalacak bir sergi daha. Çinli muhalif sanatçı Ai Wei Wei, emek yoğun, gür sesli eserleriyle İstanbul’daki son günlerime gülümseten, gösteren, sorduran geniş açısını kattı.



Porselene Dair, porseleni alıyor, “Gelenek hazır bir nesneden ibarettir. Yeni bir jestte bulunmak, onu bir referans olarak, sonuçtan çok başlangıç noktası olarak kullanmak bize düşer” yaklaşımını hayata geçiriyor.

Ai Wei Wei’ın dünyasında gelenek folklorik bir renk veya şimdiyle arasına derin bir siper kazılmış eskinin yüksek sanatı değil, bugün, burada yaşamaya devam eden bir sürekliliğin al takke ver külah olunmasında beis bulunmayan eşit bir oyun arkadaşı.

Geçmiş ile şimdi böylece nasıl bir ve iç içe ise yaşam ve sanat da öyle. Ai, benim en iyi sanatım, duruşum, tavrımdır diyor, sanatı hayattan, sorgulama, direnme ve başkaldırıdan ayrı bir yere kaldırmıyor.


(“Sanatçı Neolitik Çağdan ve Han Hanedanı –MÖ 206-MS 220-  döneminden kalma vazoları endüstriyel boyaya batırarak değerlerinin nereden kaynaklandıklarını sorgulamaktadır.”)


Sergiyi gezerken zaman, sanat ve yaşamak arasındaki eşmerkezliliğin bölümden bölüme pekiştiğini, kalbimi kazanarak beni ikna ettiğini hissettim. Hayat, sanat, politik duruş ile arasındaki yakınlığı, içli dışlılığı izleyicisiyle de kuruyor. Müzenin alt katındaki, genelde sergilerin en can alıcı bölümlerine yer verilen yüksek tavanlı orta bölüme geldiğimizde Ai Wei Wei ile tempomun bir süredir aynı olduğunu, sanki ben düşünüyormuşum, o da uyguluyormuş (ya da belli belirsiz sezdiklerimi somutlaştırırmış) gibi bir algı, hissediş yakınlığı duyduğumu fark ettim.



(Çok takdir ettiği Marcel Duchamp’nın altın yaldızlı askı biçimli seramik eskizi)


Odysseia adlı bu bölümde, Odysseus’un yolculuğunu günümüzün göç dalgalarına, sığınmacı krizine ve olanca yersizleşme trajedisine bağlamış. Antik Yunan, Mısır ve Çin sanat diliyle anlatıyor. Bu öyle bir yedirme, iç içe geçirip eritme ki bir daha dönüp dikkatle bakmasanız (benim yukarıdan mavi porselen tabaklara bakarken “Topkapı müzesi!” dediğim gibi) herhangi bir müzenin yüzlerce yıllık koleksiyonu olarak algılanabilir.





Oysa geçerken orijinal, taklit, esinlenme ve eserin değerinin kaynağı gibi konuları burada da mesele ederek (bir taşla vurulan kaç kuş) geçmişi/mitolojiyi güncele hiç sektirmeden bağlayıveriyor. Büyüleyici!

Hasılı eğleniyor, çeşitliyor, çoğaltıyor, içi dışa çevirip altını üstüne getiriyor, dokunulmaza dokunuyor, üstü kapatılmak isteneni deşiyor (baskı ve karşı duruş da ne yer tanıyor ne zaman), ölçeklerle oynuyor, soruyor, deniyor ve bütün bunları hanım hanımcık köşesinde oturan seramiği alıp yaman bir araca -kırbaca, bisturiye, tokada- dönüştürerek yapıyor.

Ama işte dediğim gibi, bunu kendi alemine çekilen sanatçı tek başınalığından değil, izleyicisini yanına katarak yapıyor.


Yüzüm gülerek çıkarken, zaten kısık olan gözleri, katıldığı gülümsememle daha da kısılarak kolunu omzuma atmış, “Her zaman beklerim, yine gel, biz arkadaşız” diyerek uğurlar gibiydi.

*



(Bir daha bakın)
















(Özgürlük Çiçekleri. El konulan pasaportu geri verilene dek 600 gün boyunca bisikletini her gün sepet dolusu çiçekle birlikte stüdyosunun önünde bırakmış. Serginin ağırlıklı bir teması bu çeşitlemelerden oluşuyor.)



(Dikkatle baktığınızda desenleri Rokoko bir tekrar gibi görünen duvar kağıdının bileşenlerini seçiyorsunuz: Bir leitmotif olarak kullandığı güvenlik kameraları, kelepçeler..)




(Beyin kanaması geçirdiğini gösterir tomografi görüntülü seramik tabak.)



(Güzelim fıstık çamına ne olmuş bu arada?!)


11 Ekim 2017 Çarşamba

YENİDEN MARDİN

Eşyamı ilk gün Eşref beyin gösterdiği Tatlıdede Konağına bırakıp başladım yürümeye. Gördüğüm merdivenlerden sapıverip ine çıka, açık bulduğum kapıdan girip soluğu nerede olduğumu kestiremediğim yerlerde ala dört beş saatin sonunda o pek sevdiğim, iyice yumuşayarak kabının biçimine giren balmumu kıvamını aldım. Adımlarım, gözlerimle kente ısındım. Ve kulaklarımla. Dikkatimi ilk çeken kuş sesleri oldu.



Eski Mardin’de insanı kuş sesleri karşılıyor. Adım başı kapılardan, duvarlardan (saçak araları ve taş yapıların bu iş için mi düşünüldüğünü merak ettiğim yuvarlak açıklıklarından) güzel ötüşlüsü, alışılmışıyla kuş sesleri geliyor. Cıvıl cıvıl, renk renk. Onları renk olarak algılamak için sinestetik olmaya gerek yok; varlıkları taşın, bozkırın tekdüze ağırbaşlılığına kıpır kıpır bir canlılık, evet, düpedüz renkler getiriyor. Kafeslerde kanaryalar, muhabbet kuşları (Dara’da gösterişli bir papağan da gördüm). Kuş seviyorlar. Ertesi gün etrafı gezdirip havaalanına götüren İbrahim de doğruladı. “İnanmazsınız hocam, buralarda arabasını satıp güvercin alan vardır!”



Onlara karışan başka süreklilikler: Bardaklarda çıngırdayan çay kaşıkları. Ş’leriyle hışır hışır (ama gırtlaktan olmayan) Arapça. Adım başı, kahveyi damla sakızlı, zencefilli hoş bir yerel harman eden dibeklerin (elektrikli elbet) vuruşları.

Güzel sesli bir şehir Mardin.

1. Cadde eski şehrin piyasa yeri. İki yanında Süryani ve Ermeni ustaların, beylikler döneminin en gösterişli örnekleriyle yamacın üst kısmında göz alıcı bir kordon. Kaçınılmaz beton sızması burada da görülüyor. Kuralsızlığın, yasakları parayla, nüfuzla delmenin norm olduğu bir ülke olduğumuza göre beton sızıntısı er geç eskinin yerini alacak, bellek burada da vasatın baskın yeknesaklığında boğulup gidecek. Yükseklik ve cephe renkleriyle bu sızma henüz göz çıkarma eşiğini aşmamış.



Turistik dükkanlar, kahve, çerez ve baharatçılar da ana cadde üzerinde. (Ana derken geniş değil, tek şeritli, taş parke bir yol. Ama park edilmesi engellenen kaldırımlarıyla rahat yürünüyor. Bir vakitler bu kadarı bile olmadığından Mardin’de bir yerden ötekine ancak katırla gidilir, yük taşınırmış. Mavi belediye midibüslerinin önü arkasından geçen güçlü kuvvetli beygirler -“Kaçakçı beygiri türü”- hâlâ görülüyor. Patriklik Şam’a taşınmadan evvel Süryani patrikleri bile tekerleksiz bir çözüm olarak atlara bağlı tahtırevanlarda taşınırmış.)



Dikkatimi ilk çekenlerden biri de birörnek tabelalar oldu; koyu kahve üzerine parlak pirinç harfler. Eskiciden hâlâ kaset satılan müzik dükkanına, vitrini altın dolu kuyumcudan sabuncuya, başka türlü aynı kefeye konulmayacak her tür dükkanda bunlar. Tabelalar bizde genelde çirkinleşmenin çığırtkanları, doğru. Bağırtkan, özensiz, bakımsız. Ama bir ara Beyoğlu’nda da denenen bu tek tipleştirme sanki başka bir sorunlu yanımızın işareti. Ya her telden ve avaz avazız ya da hiçbir şey söylemeyen bir tek seslilik halinde. Uyumun birörnek, çok sesliliğin kakofoni olmak zorunda olmadığını hissetmekten ne kadar uzak.

Caddenin bir ucu, görkemli eski yapısında Mardin Müzesi. Öbür uçta Dilek Sabancı Sanat Galerisiyle Sabancı Mardin Kent Müzesi var. Turizmin ölgünlüğü yüzünden birçok dükkan, bakırcı ve zanaat atölyesi kapalı. Normalde adım atacak yer olmadığı söylenen çarşı, revaklı pazar yerlerinde turizm için üzülsem de kendim için sevinerek ferah ferah yürüdüm.

Sokakları yolun altından birleştiren, abbara denilen geçitler, Mardin’in görüntülere adım başı sunduğu kemerli çerçevelere egzotik (hoş bu şehirde ne egzotik değil?) bir derinlik, beklenmedik ışık-gölge oyunları katıyor. Koca bir peynir tekerinde yolunu kaybeden fare misali dalıp dolanmaktan büyük zevk aldım.



Ve işçilikle soylulaşan o müthiş taş! Öğle, ikindi, akşamüzeri, şafak vakti ışığı altında taş sarısından altına, pas kızılına, bakıra renk değiştirirken gözümü sürekli, burnumu da sık sık yapıştırarak seyrettim seyrettim. Süryani ustaların kullandığı harcın sigara kağıdı inceliğinde olduğunu anlatmıştı Eşref bey. (Bir seferinde bir camide işçileri taş kenarlarını kazırken görüp dehşet içinde ne yaptıklarını sormuş. Valinin emriyle derz çektiklerini söylemişler. Yapmayın etmeyin dediği vali, ama öyle demeyin, ne kirliydiler, şimdi pırıl pırıl edeceğiz dediyse de laf dinler biriymiş neyse, işin aslını öğrenince “onarım çalışmasını” durdurmuş.)

Ovaya bakan çay bahçeleri, teras kahveleri Mezopotamya’nın seyrine varmalık, ben de vardım.



Konu Mardin olunca yemeklere de başlık açmak gerek değil mi? Antep mutfağı Halep, Mardin’inki ise Bağdat etkiliymiş. Özene bezene yapılan, çok emek isteyen yemekleriyle birkaç kez karşılaşmıştım. Zevkli, zengin, leziz, ilginç  (“Meyve öyle boldur ki her tür yemeği yapılır”) olduklarını bilecek kadar da ince iş takdirim var. Ama canı boğazdan gelen biri değilim. Öğleyin ünlü Rido’da kebap yedim. Akşam da mimarisi hoşuma giden Cumbalı Ev’de zeytinyağlı meze ve sac tava. Bir de yöre şeyi olsun diye bir kadeh Süryani şarabı içtim ama. Yoğun, koyu, yumuşak, tatlı, Mardin’in şarap karşılığı gibiydi, sevdim. (Bu cümleden sayılmak üzere, Mardin’de beğenip aldığım bilezik de Trabzon işi çıktı.)



Eski bir Süryani evi olan otelimde dönüş sabahı. Özgün bir yapı katledilmeden günün gereklerine, yeni işlevlere nasıl uyarlanır konulu sonu gelmeyecek kafa yormaya biraz daha malzeme sunan (geleneksel taş işçiliğinin sonsuz sabrıyla özeninin yerini alan yalapşaplığın, detay körlüğünün insanın içini acıttığı) ama rahat, sessiz ve muhteşem manzaralı konağın yemek salonunda bir ben vardım. Biber, patates, patlıcan kızartmasıyla zenginleştirilmiş kahvaltı tabağım önüme geldi, silip süpürüp kendimi dışarı attım.

1.Caddenin alt tarafları yoksul. Taş işçiliği burada yerini sıvasız briket duvarlara bırakıyor. Yola çömelmiş sessizce dua mırıldanan yaşlı kadın, uzun bir süre kimsesiz geçitler, kırık dökük barınaklar. Saptığım dönemecin loşluğuna patlayan bir kadın kavgası, Arapça. Genç, öfkeli, tiz bir sesi daha sakin karşılayan pes bir ses. Lağım kokusu. Sıçrayıp alçak, dökük bir duvarın arkasında kaybolan kara bir kedi..



Resepsiyondan ayarladıkları İbrahim tam vaktinde geldi. Deyrul Zafaran Manastırı ile Dara harabelerini de görüp alana gitmek üzere arabasına atladım. Artuklu Üniversitesinde (“Artık çok ileri, Gaziantep Üniversitesiyle aynı düzeyde”) iktisat okuyormuş, pırıl pırıl bir çocuk. Yamaçtan ovaya inerken gerçekten de deniz kenarında gibiymişsiniz dedim. O da bizim buruk avuntumuz işte hocam diye karşılık verdi.

Dümdüz, olağanüstü bitek topraklar. Paha biçilmez bir açıklık, alan hissi.

“Şu pamuk değil mi?” Pamuk, evet. Yeri göğü kaplayan mısırdan çok daha az ama Çukurova’dan silinen pamuk. Hem de üç ağız ürün veriyormuş.

Önümüzdeki bir yükselti üzerinde hızla yürüyen birini görüp bunlardan ürküntü duyar mı diye sordum. Güldü, “Yok, biz de çok kullanırız o tepeleri. Ama bir grup görürsem o başka tabii.”

Midyat’ta dışarıdan gelme bir solistin şoförlüğünü yaparken bir gece yolu kesilmiş. “Tek başıma olsam neyse de arabada işinden dolayı süslü, giyimli bir kadın. Bir anda gaza basıp fırladım.” Arabaya bir kurşun isabet etmiş ama kurtulmuşlar. “Bir daha ne ben gittim ne de o beni aradı!”

Deyrul Zafaran, sırtını verdiği bir yükseltiden Mezopotamya’ya bakan diğer büyük Süryani manastırı. Adını bir vakitler çevrede bolca yetişen safrandan almış. İçerideki grubun çıkmasını beklerken 20-30 kişilik yenisiyle birlikte manastırın çay bahçesinde oturdum, safranlı, zencefil, karanfilli çaylarından içtim (pek lezzetliydi).

Manastırı gezmeye Süryanilerin Hıristiyanlık öncesi tapım yeri olan Güneş Tapınağından başladık. İkişer tonluk muazzam blokların harçsız sıkıştırılmasıyla kurulmuş, vaktiyle tapınak gibi bir tapınak imiş. Hesaplı bir açıklıktan yılın belirli bir gününde giren güneş ışığında sunularını yaptıklarını dinlerken güneşe tapmanın Mezopotamya’ya ne kadar uygun düştüğünü düşünüyordum. Güneşle döllenen o topraklar, tarımla gelen uygarlık. Doğaya aracısız ibadet. Her neyse, uygarlık Süryanilerde Hıristiyanlıkla sürmüş. Türkiye’nin ilk matbu gazetesi 1800’lerde İngiltere’den getirttikleri makineyle bu manastırda basılmış. Sonra? Bugün değişse de sayıları 20-25 kişi arası imiş sakinlerinin.



Dara yolunda ilerlerken İbrahim camları açtı. “Havayı içinize çekin hocam, burada bir başkadır!” Gerçekten de civardan hissedilir ölçüde daha serin, mis gibiydi. “Yazın ortasında bile fark eder. Kışı da ona göre çetindir.”



Kayalara oyulmuş mezarlar, odalar, kilerlerle Dara harabeleri Kapadokya’yı andırıyor. Mardin buradan önce de Kapadokya’yı sıkça çağrıştırdı ama ruhu daha sıcak, yakın geldi. Daha etkileyici bulduğum, harabelerin biraz dışındaki sarnıç ve zindan olarak kullanılmış yapıydı. Devasa bir Roman Katolik katedrali gibi. Düzensiz basamakları kaygan, içerisi neredeyse zifiri karanlık (yüzyıllar önce güneş enerjisini kullanarak sıcak su sağlanan bölme hariç, orası aydınlatılmış). El feneri açılmış cep telefonları sayesinde hayal meyal seçiliyor. Düşük ışıkta çekim yapan kameramın yakalayabildiğine bakarken oradayken gördüğümden fazlasını gördüm. Zindan-sarnıcın üzerinde bir köy evi var. Yapı, evin tapusunun alınmasından sonra keşfedilmiş. İbrahim’e göre anahtarı da (evin birkaç basamak altındaki basit bir demirli kapıdan giriliyor) ev sahiplerindeymiş.




Dara’nın bitişiğindeki papağanlı yerin gözleme ve ayranı nefis.

Ayrıldığımızda kaymak gibi uzanan yolları gösterip “Övündükleri kadar var değil mi?” dedim gülerek. (Yol inşaatıyla övünen yolsuzluk.) Öyle, dedi İbrahim. “Buradan doğusu bozuk, malum olaylar.. Ama İpek Yolunu canlandırıyorlar.”




Burnunun dibine kadar uzandığı Mardin’e bağlı olsa da nüfusu onunkinin çok üzerinde olan (185 bine karşılık 235 bin), adı karanlık çağrışımlı, kendisi bloklar ormanı Kızıltepe’den, sınıra dikilen beton blokların fabrikasının önünden geçip alana geldik. Valizimi alıp girişten görünen Şırnak tabelasına 96 saatte başkalaşmış bir bakışla içeri girdim.

*