29 Ağustos 2010 Pazar

23 Ağustos 2010 Pazartesi

KUYUNUN DİBİNDE




Tepemde cırcırböcekleri (Eylül sonu başlayan yaz tatillerime tek tük kalmışlar gibi de değil; gücü kuvveti, müzikal yeteneği yerinde olanlardan bolca), sol kulağımda hışırtıyla kıyıya abanıp taşların üzerinden çıkır çıkır dökülür gibi çekilen deniz. Verandanın zeytin dallarından örülme çatısından serinleyerek üzerime yağan güneş. Bir derdim, olsa olsa acıkan karnım.

Assos’un az berisinde, Küçükkuyu’nun dibindeyim. Fazlalıksız motel dolu ama insanlar televizyonla müziğin yokluğu, İnternet’in varlığıyla kendi alemlerine çekilmiş, sessiz sakin.

Bol uyku, rüyalar rüyalar, neşeli uyanıklık.

Yemekler leziz, deniz serin, hayat basit.

13 Ağustos 2010 Cuma

IMPLANT

Üç aydır oyuğuna çivi, çivisine de diş bekleyen çenem muradına erdi!

Gıcır gıcır seramik dişi iki parmağının ucunda pencereden akan sıcak yaz günü ışığına tuttu hekim arkadaşım. Sonuçtan memnun gülümsedi. Asistanının uzattığı küçük palete ince fırçasını batırıp açtırdığı ağzımdaki dişlerin tonuna ulaşmak üzere çalışmaya koyuldu. Biraz sarı, az biraz pembe, çok hafif beyaz, şöyle bir dokunup kalkılan turuncu.. Hatta gerçekçilik adına tınn! bir fırça ucu da katran siyahı. Sanatmış, dişlerin öğüttükleri bin bir şeyin alacasından oluşan tonunu tutturmak. Ama oldu. Birlikte büyümüşüz gibi duruyordu çıplak porselenin kat kat giydirilmiş son hali. Rengini fırında sabitledikten sonra çene kemiğimden meşum bir korsan bacağı gibi sarkan çiviye geçirdi. Ve tamam!

Tamam mı?

Çok.. katı, dedim. İskambil kağıtlarından yapılma kulübenin çakıl taşından bacası gibiydi hissi.

Güldü. “Dişlerimiz oynar. Buysa sabit. Alışman biraz zaman alabilir.”

Öyle duruyor şimdi. Ortamı kaskatılığı, mizahtan yoksunluğuyla geren biri gibi.

Halay çeken, horon tepenlerin arasına girdiği gibi dansı şaşırtan bir hareket fukarası misali.

Sabit fikir.

Tutarlık, erdem diye satılmaya bakılan taşlaşmışlık.

Heykeli dikilen bir uyumsuzluk örneği.

Ama iskeletim –arada dünyayla birlikte kavrulup gitmezse- un ufak olduktan binlerce yıl sonra “benden” kalmaya devam eden de o olur herhalde.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

DUMANIMIN TİK-TAKLARI

Ben Gidiyorum adlı romanında Jean Echenoz, kahramanın sigarayı bırakışını şöyle anlatmış:

“Noktalamalarını Marlboro ile yaptığı yaşamı o vakte dek düğümlü bir ipe tırmanmak gibi idiyse, sigaralardan yoksun kaldığı şimdi artık düzleşmiş aynı halatta sonu gelmez bir tırmanış olup çıkmıştı.”

Uzak, yabancı bir memlekette yakın bir akrabamla yüz yüze gelmiş gibi oldum.

Evet!

Bağımlılığımın altında tütünün bana da verdiği hizmet tam bu: Bir tür metronom oluşu, uzayıp giden zamanı önce tahammül edilir, sonra da tadına varılır dilimlere bölmesi. Tırmanmayı kolaylaştıran düğümler atması. Zamanı işaretlemesi!

Böyle bir anlamla işlev atfedildikten sonra sigarayı hayatından çıkarma düşüncesi, vurmalı çalgılarıyla belirgin vurguları çekip alınacak bir müzikle aynı duyguyu veriyor. Böylece asansör müziğine çevrilen Beethoven mesela!

Bir yerden bir yere gidildiği hissinden yoksun, vurgusuz, kaygan, yavan bir kayışa dönüşüyor zaman fikri. Tırmanılan halat düğümsüzleşmekle kalmıyor üstelik, tırmanan da belirginliğini yitiriyor. O da vurgusuz, iskeletsiz, eş tatlı bir püre olup çıkacakmış gibi sanki.

Tartışılabilir, üzerine çok şey söylenebilir vesaire tabii ama anlamlı ya da saçma, bağımlılığı işler tutan da böyle okkalı bir “işlev” işte.

6 Ağustos 2010 Cuma

BİTTİ

Deneyimler. Binbir zahmetle ya da kendiliğinden öğrenilenler. Unutulanlar. Mücadele, kavga, zafer ve yenilgiler. Bütün bir paleti yaşanmış duygular. Edinilenler. Biriktirilenler. Yitirilenler. Kafadan geçip giden-gidemeyenler.

10-20.. 80-90 yıllık bir buradalık.

Uçup gidenden kalan oracıkta. Beyaz bir pikeyle sımsıkı sarılı artık boş kılıfında tüm bir ömrün.