27 Aralık 2021 Pazartesi

DÖRT K

İlk refleksin bunlar olabilir, doğal.

Ama yerleşik hale gelmesine izin vermesen çok iyi edeceğin dört şey:

Kızmak, küsmek, kaçmak, korkmak.

Suyunu fena halde bulandırıp filtrelerini karartıyorlar.

HAVASI SUYU


İki yıl sonra İstanbul. Pandemi ile getirip götürdükleri, hayatın doğal değişimleriyle yontulmuş. İki mevsimi sakin küçük yerde yaşamak bunlara çanaklık, sahnelik etmiş.


Ne çıkarsa bahtıma diye geldim. “Bahtımı” o kadar da oluruna bırakamadım ama. HES’in yoğunluk haritasını açtım ki her taraf kızıl. “Çok riskli bölgedesiniz” diyor. Eh, bir iki kutu çeşitli koruyuculukta maske getirmişim. Gözü peklik de etmezsem mevlam ile dört aşı ellerinden geleni yapar.


Küçük eve merhaba dedim. 7-8 yıldır uzayan aralıklarla gelsem de geçmişimiz zengin. Hırıldayan buzdolabı, kendini oradan oraya atan çamaşır makinesi uyanıp işlerini görmeye başladı. Evin o yaşandıkça genişleyen hissi de öyle.

*

Temiz hava iki yıldır nefesimi ne kadar açmış! Gece, sıkışık bir alana sığmaya çalışır gibi sığlaştığında anladım. Sabah kalktığımda kötüsünden bir paket sigara içmiş gibiydim. İki gün sonra lodos çıktı da havanın hiç değilse kokusu dağıldı, suyun da denizanası popülasyonu yer değiştirdi.

*

Kalabalığa, trafiğe hazırdım, irkilmedim. Tersine, yakıtın fahiş fiyatlara tırmanmasıyla bıraktığımdan biraz rahatlamış buldum.

Gökyüzüyse gece hiç susmuyor. O hiç sönmeyen bulanık şehir aydınlığı, üzerimize dikilip kalmış dev bir ölü balık gözü gibi. Gözkapaksız ama daima üzerinde. Şehir paradoksunun özü de burada değil mi: İzolesin ama asla (en olumlu haliyle) yalnız bırakılmıyorsun.  Burada fişten çekemezsin! diyor tepene gerilen o kubbe: Cereyan düğmeler kapalıyken bile akar, seni geri kalana bağlı tutar.

Ama ben sessizliğe çoktan razıyım. O da sokağın iyice seyrelmiş trafiğiyle hele geceleri mutlaklaşıyor. Para, burada eğlenebilenlerden de çekilmiş ama kentin tüketim ayartıcılığı billboardlarda, vitrinlerde, sergilenen zenginlikte yerli yerinde.

*

Gürültüden ziyade özlediğim sesleri işitiyorum. Vapurlar, kıyıda palamarların şok emici yaylarından yükselen gıcırtılar, martılar, bozacılar (boza sevmem ama o’ları, a’ları çekiştiren satıcıların kış duygusuna yayılan bağrışları hoşuma gidiyor).

Balık tutanlar bile azalmış. Ufalan leğenlerde denizin kirliliğiyle mutasyona uğrayıp feleğini şaşırmış ufak balıklar.

*

Şehir şehir. Sen ona nasıl bir hikaye iliştirirsen onu anlatır. Seninle parlar, seninle söner. Farkındayım, hikayemin herhangi bir hikaye, çokça da bir ruh hali yansıması olduğunu unutmadan düşüyorum notlarımı.

Son sözü İstanbul’a bırakıp diyeceklerine açık kalarak.




HOŞ BİR TESADÜF

Sabahın körü gittiğim sağlık kontrolünde ilk iş kan tahliliydi. Maskenin üzerinde gözleri gülen genç çalışan, evine çay içmeye gelmişim gibi karşıladı. Eşyamı nereye koyacağımı gösterdi. Koltuğa buyur etti. Turnikenin biraz sıkacağı, süreceği antiseptiğin serin olacağına dair uyardı. A merak etmeyin, o kadar da hassas değilim dedim gülerek. “Yok, irkiltebilir de onun için” dedi. Damarımı ustaca yakaladı, iğneyi belli belirsiz batırdı. Kanım tüpe dolarken sabırsızlanmışım, tedirginmişim gibi tatlı tatlı yüreklendirmeye devam etti.

İşini ne kadar ustaca ve sevgiyle yaptığını söylediğimde, “Kendimden biliyorum, insan hasta olduğunda sertleşebiliyor, sinirli olabiliyor” dedi. Sonra gözlemine beni şaşırtan bir dönemeçle devam etti:

“Ama biliyor musunuz, o durumdakilerle karşılaşmayı ben ayrı seviyorum. Üzerinize bütün bir negatifliklerini boşaltıyorlar. Siz pozitif kalıp sakin, tatlı karşılık verdiğinizde o fırtına bulutunun dağılıp gitmesini seyretmek çok güzel.”

Büyük bir sırra ne kadar erken varmışınız dedim işini bitiren gencecik kadına.

*

Eve döndüm, kahvemi koyup kitabımı açtım (Working with anger, Thubten Chodron). Okudum:

“Evvel zaman içinde bir canavar hükümdarı görmek istemiş. Katipleri tersleyince bir yolunu bulup vezirlerin onu beklediği kabul odasına dalmış. Telaşa kapılan vezirler onu kovalama umuduyla hakaretler yağdırmaya başlamış. ‘Ne çirkin şeysin sen öyle!’ diye aşağılamış biri, ‘Beş para etmezsin!’ diye hakaret etmiş öteki. ‘Kötüsün kötü!’ diye hükmünü vermiş bir başkası. Her bir hakaretle canavar büyüdükçe büyümüş, daha da aşağılık bir hale gelmiş, sonunda itici gövdesi ile negatif enerjisi odayı öyle bir kaplamış ki vezirler dehşete kapılmış.

“Tam o an hükümdar içeri girmiş. Bilge bir kişiymiş, hakaretin, sahibinin kendi öfkesini körüklemekten başka işe yaramadığını, karşıdakinin gözünü pek korkutamadığını, aslına bakılırsa çoğunlukla onu kızıştırdığını bilirmiş. Onun için de yatıştırıcı bir sesle ‘Hoş gelmişsin dostum’ demiş. ‘Buyur, otur, bir çayımı iç. Yanına çörek de ister misin?’ Her bir tatlı sözüyle canavar ufalmış, daha az tehditkar, sonunda da uysal ve yumuşak bir hal almış. Hükümdar işte o zaman sormuş: ‘Benimle ne hakkında konuşmak için gelmiştin?’ Başlamışlar dostça sohbet etmeye. Vezirler ise canavarı düşmanlaştırma aptallıklarından pişman, hayretler içinde bu dönüşümü seyretmekteymiş.”

12 Aralık 2021 Pazar

YAĞMURLARLA

Neredeyse yedi ay süren kuraklık Ekim’de şöyle bir yağmurlu bir iki günle şeytanın bacağını kırmakla kalmıştı. Asıl yağış Kasım sonlarında başladı, üçüncü haftasını, doldurdu, sonu da görünmüyor. Özellikle geceleri bastırıyor, güçlü ve uzun uzun indiriyor.


Yeşil örtüsü olmadık yerlerden (kaldırım taşlarının araları, kayaların üzeri) fışkıranlarla genişledi, kiri tozu yıkanmış, toprağı diplere doğru suya doyarken zümrütleşti. Güneşin bir görünüp yarı saklandığı anlarda göklerdeki ışıkçımızın bu zümrüt zeminli sahnede oynadığı ışık oyunları soluk kesici. Güneş çokluk doğup battığı anlarda yüzünü gösteriyor. Sabahları sis, pus sarıyı dalga dalga yayarken akşamları turuncu 32 dişiyle gülüyor, kızıla bir göz kırpıp yerini çöküveren karanlığa bırakıyor. Aradaki zaman bulutların yüksekliğine, yoğunluğuna bağlı. Açısı durmadan değişen birkaç projektör sahneyi histen hisse kaydırıyor.

Fırsat bulduğum an çıkıp yürüyorum.


Yürüyemediğim zamanlar uzadığında içim karıştırılmamış çorba gibi dibini tutuyor.

Toprak için yağmur neyse beden için hareket o.

Ne dersin Işıkçı?

11 Aralık 2021 Cumartesi

SANA GELİNCE

Döndüm öbür yanıma:

Onun gibi (https://aksi-seda.blogspot.com/2021/12/damardan.html) fırtına şiddetinde değilsin ama sen de ince uçlu bir dişçi matkabı gibi çalışıyorsun. Vızıl vızıl, yüksek devirli. İşkilli, vesveseli. Oyucu. Fren pedalı üzerine yerleştirilen bir tuğla gibi bazen.

Pandemiyle dönüşerek belirginleştin. Önceleri diplerden sağduyulu bir küçük ses olarak işitir, attığım adımlarda, davranışlarımda kararında bir ihtiyat olarak gözetirdim seni. Şimdiyse ya ben zayıfladım ya sen güçlendin, beni adamakıllı yönetiyorsun.

Koruma, sakınma, bunlar tamam, kaygılar da ama hepsi bir ölçü, oran meselesi. Sen fazlasıyla diken üzerinde oldun.

Gevşe biraz, çözül, rahatla. Her yaşadığımın altında bir bityeniği (sorun, hastalık, aksama) aramaktan vazgeç.

Daha doğrusu ben gevşeyeyim, çözülüp rahatlayayım da sana gerek kalmasın.

Yararla zarar, destekle köstek arasındaki fark bazen kıldan ince.

Sence de ikincilerden yana kayar olmadık mı?

10 Aralık 2021 Cuma

DAMARDAN

Seninle olmak bir tava kızgın yağla dolaşmak gibi dedim.

Planını dışarıdan hiçbir ters etki olmayacakmış gibi yapıyorsun: Şunlar şunlar şu şekilde yapılıp edile!

Yoluna en ufağından bir engel, aksama, belirsizlik çıkmayagörsün, kızgın yağın, tavası çalkalanmış gibi oraya buraya sıçrıyor. Önce beni yakıyor, canım yanınca ben de etrafımda kim, ne varsa onu.

Yılanın şimşek gibi dışarı uzatıp içeri çektiği dili misali işin neyse bitir, kabuğuna çekil; dürtün bu sanki.

Gözün kulağın kafandakinden başka her şeye kapalı. Öngörülmezliklere. Doğal aksiliklere. Manilere. Kontrolü sende olmayana. Hayata!

A’dan B’ye öngördüğün gibi gittiğimde mutlu olsan bari. O da yok. En fazla zaten yapman gerektiğini yaptın, bir de övgü bekleme der gibi sırtını dönüp bir sonraki programa ve bunun peşinden hiç ayrılmayan iritasyon, sürtüşme, düş kırıklığı, öfke ve tahammülsüzlüğe geçiyorsun.

Öne fırladığında, içine düştüğümde, sabırsızlığın, paniğin, tahammülsüzlüğünle birleşiverdiğimde gözüm kararıyor, kulağım sağırlaşıyor. Hayat soluksuz, basık, ışıksız seninle. Umutsuz.

Şiddetinden, şirretliğinden kaçmak için kendi kendimden saklanıyorum. Bir zorbayla yaşar gibi, istediğini bir an evvel ve istediğin gibi yapıp rahatlamaya bakıyorum.

Neyse ki et tırnaktan ayrılıyor artık. En azından aklı başında, sakin anlarımda. Yana çekilip seni olduğun gibi, kontrolsüz bir tava kızgın yağ gibi görmeye başladım. Benmişin gibi savunmaya, namına yerin dibine girmeye, başlattığın gerginliğe gerekçe, kılıf, kafiye aramaya son verir oldum.

Bir tür lodos fırtınası gibi bakmaya başladım. Elverişsiz, tehlikeli, bana, etrafıma zarar verici.

Tahammülsüzlüğünde sen bana hep kızgınsın. Sadece kusurlarımı görüyor, geri kalanı kesip atıyorsun.

Bense kızgın değilim sana. Artık gözüm de korkmuyor ne de yılıyor, karşında çaresiz kalıyorum.

Böyleyken böyle. Bil, istedim.

Durdu, sözümü hiç kesmeden kulak kesildi.

Ben, dedi, uzun bir sessizliğin ardından, sadece iyiliğimizi istiyorum, kimsenin de kötülüğünü istemiyorum.

Biliyorum dedim yumuşayan yüreğimle bu güdük, güçlü ve ne kadar zor yanıma.

28 Kasım 2021 Pazar

KAŞ GÖZ, BOY POS

Şu endamına kapıldığımız, görünümünün ne tutkular tutuşturduğu bedeni bir de iç yüzüyle görmeli diyor dış görünümleri çoktan geride bırakmışlar.

Kusurlarını örtüp güzelliğini uzatmaya onca emek, para, inanç bağladığımız bedeni.

O tıka basa karanlıkta mesela bağırsakların işleyişini ya da işlemeyişini bir hayal et. Arkadaşlarla kurulduğunuz bir içki sofrası ardından kan ter içinde elinde ne kadar ecza, enzim, hormon varsa seferber eden karaciğerin, ne kadar asit salgılayacağını şaşıran midenin halini. Havanın kirliliği, tütün alışkanlığı ile toz dumana boğulan akciğerlerinkini. Biriktirdiğin katman katman yağı sarmaya çalışırken kalbini tüketen damarları, çalıştırmadığın ya da aşırı yüklendiğin kasları.

Dış yüzünü bir kalem geçip biraz altına indiğinde hangi beden seni bu kadar cezbedebilirdi?

Bakımının, hijyenin ötesinde görünümüne verdiğin önemi başka bir şeye, varsayımlarını kurcalamaya aktarmaz mıydın?

*

Zaman, nesneleri düştüğü açı ve gürlüğüyle an be an değiştiren gün ışığı gibi. Altındaki kaya, çalı, deniz, kuş, böcek, insan olsun, doğuşu, yükselişi, altın saati ve sonra geçtiği iniş aynı seyri izlemiyor mu?

Çapa attığımız, hep öyle kalacak gibi davrandığımız şeylerin gerçek doğasını, geçiciliği idrak için al bir plastik ibriği, sabahtan akşama güneş alan bir köşeye koy ve izle. Üst tarafı ibrik, değil mi? Güneşin doğuşu ve batışıyla kazandığı alımı, ışık tepe noktasındayken düştüğü çiğliği, güneş ufukta kaybolduktan sonra yuvarlandığı karanlığı.

Anlatmıyor mu neyin ne olduğunu?

Beden de öyle.

Hastalanıp da içi dışına çıkarken -öyle ciddi bir rahatsızlık olması da şart değil, iyi bir üşütme yeter.

Doğumdan ölüme gerilen bir ip üzerindeki cambazlar olduğumuzu?

24 Kasım 2021 Çarşamba

SAHİPSİZ ADIMLAR

Boğaz’ın gerçekte olmayacak tenhalıkta bir kıyısında suya enlice bir dil gibi uzanan ahşap iskelenin başındayım. Bir şeyler getirmiş, taşıyorlar. Bakıyorum, bronzdan devasa asker botları, şimdiden oksitlenmiş, savaş yorgunu görünüyorlar. Koreli bir sanatçının işiymiş. Deniz tabanına yerleştirileceklermiş. Nasıl görünürdü demeye kalmadan zihin gözüm suyun dipsiz derinliklerine ve zamanda ileriye kayıyor. Bulanık kütle de etraf seçilecek kadar -gece görüşlü dürbünlerin ışığı gibi- meşum bir ışıkla aydınlanıyor ve orada buradaki postalları görüyorum. Sahipsiz adımlar gibi uzayıp gidiyorlar.

20 Kasım 2021 Cumartesi

HATIRLAT KENDİNE -II

Güne başlarken kendi içinden yükselecek tepkileri de hatırlat kendine.



Genel tepki dağarını. Çünkü bizi uğraştıran, dış koşullar kadar, aslında onlardan önce bizim onlara verdiğimiz tepkiler.

Seni en çok zorlayan, en nahoş, klostrofobik olanlardan, her seferinde duvara tosladığın hissini verenlerden başla.

Atılganlığı, gücüyle genç bir kurt köpeğine benzeyen, kayışını tutarken seni bir anda şu ya da bu yöne çekiştiren, yere kapaklanmanın eşiğine getiren sabırsızlığını.

Ona kapıldığında peşinden gelen tahammülsüzlük ve sürecek olursa dönüşeceği öfkeyi.

Bunlardan duyduğun bıkkınlık, umutsuzluk ve dönüp kendini yargılamayı.

Şu ya da bu hayalinin kırılıvermesini.

Çürük dişe şeker değmesi kadar keskin hissettiğin aşırı hassasiyeti, iritasyonu.

Kibrini. Yargılamayı, tepeden bakmayı, alaycılığı kendine hak bilme duygusunu.

Yelpazenin seni daraltan, boğan, sığlaştıran ucunda ne varsa başlayan gün içinde bunlara düşüverme, kapılıverme olasılığını kendine hatırlat.

*

Ama yelpazenin öbür ucunu da.

Zihninin, yüreğinin durulma, berraklaşma, genişleme yetisini.

Kusurlarına/kusurlara yargılamadan yansız, panoramik bir bakışı.

Kucaklayıcılığı.

Huzuru.

Bilinmeyen ile barışı.

*

Gün, sekiz yönden esecek rüzgarlarla kıyıya ne taşıyacağı belirsiz deniz gibi, deneyimini biçimlendirirken bütün bunlardan ve henüz hiç tanımadığın kim bilir nasıl bileşimlerden şeyler getirip bırakabilir kıyına.

İşte onu hatırlat kendine ki hayatın etrafına çizdiğin ya da çizmek için her şeyi yapabileceğin bir çember olmadığını unutmayasın.

18 Kasım 2021 Perşembe

HATIRLAT KENDİNE

Her sabah hatırlat kendine.

Bugün karşına her şey çıkabilir, yoluna her şey devrilebilir.

İrili ufaklı can sıkacak, sabrını zorlayacak, kaygıya, üzüntüye boğacak şeyleri önem sıralamasına aldırmadan aklından ama asıl, yaşamaktaymışın gibi gönlünden geçir.

Yataktan kalkarken bileğini burkabilir, kolunu kırabilirsin.

Elin ayağın olmuş makinelerden birinin bozulacağı tutabilir.

Küçük bir pıhtı gidip beyin damarlarını tıkayıverir, bir andan ötekine elden ayaktan düşersin.

Çatın akar.

Bir aracın altında kalabilir, arabanla bir canlıyı çiğneyebilirsin.

Boğaz ağrısı diye göründüğün hekim seni başka bir hekime yollar, pek az ömrün kaldığını ondan öğrenirsin.

Aynı şeyin çok sevdiğin birinin başına geldiğini öğrenirsin.

Sevdiğin biri bugün ölür.

Gül gibi geçinip giderken bir arkadaşınla aranız bir daha eskisi gibi olamayacak hale bugün geliverir.

Gözün gibi baktığın bir nesneyi elinin (giderek de artan) beklenmedik bir hoyratlığıyla kırarsın.

*

Hayatı nispeten öngörülür olanlar belki bir on dakika belki de on yıl sürecek olsa da geçici olduğunu unutarak istikrarın rehavetine rahatça kapılabiliyor. Hayatın az dikenli gül bahçesi olduğuna dair tehlikeli bir yanılsama o zaman insanı giderek dayanıksız, zayıf kılıyor. Çaba, dikkat bu kontrol çemberini korumaya, sürdürmeye yoğunlaşıyor.

Oysa böyle bir olaysızlık bugün var – yarın yok bir mola.

Onun için her sabah hatırlat kendine, zihnin ve yüreğin hazır olsun.

Teknen her an rüzgara, fırtınaya, kasırgaya kapılabilir.

Esenliği istikrarda değil, esneklikte ara.

12 Kasım 2021 Cuma

OSKAR

Bahçede bakılan bir av köpeği. Evin önünden ilk geçişlerimde çite yapışıp kıyametleri koparıyordu. Yaklaşıp buna gerek olmadığını anlattım. Durdu, dinledi, aklı yattı. Artık arkadaşız. Yani ben öyle sanıyorum. Ne zaman oradan geçsem bahçenin neresinde ne yapıyor olursa olsun, çatıdaysa merdivenlerden paldır küldür inip, çardağın etrafını dolaşıp ilk temas kurduğumuz köşeye koşuyor, yarım duvarın üzerine çıkıp bekliyor.

Bundan sonrası muamma. Buluşmayı ben de hiç aksatmıyorum ama iletişim kuran yalnızca ben oluyorum. Oskar hiç yokmuşum, olmamışım gibi ötemden yola, ona buna bakıyor, burnunu havaya dikiyor, ortalıkta tavuk, kedi varsa onlara havlıyor, kimse yoksa susup öylece dikiliyor. Asla göz teması kurmuyor. Tel çitten parmağımı uzatıyorum, dokunulmak isterse diye ama hayır! Herhangi bir iki yanlı alışveriş istemiyor.

Onun kafamı karıştıran bu çelişik mesajını düşünürken tanıdığım bazı insanlar gözümün önüne geldi. Benimle vakit geçirmeye can atar görünürken bir araya geldiğimizde zamanı, alanı, olduğu gibi kendi varlıklarıyla doldurup bana diş fırçamı koyacak yer bırakmayan, enerjimi, giderek sabrımı baca gibi soğuranlar.

Ya da tam tersi. Benimle vakit geçirmeye can atar görünürken bir araya geldiğimizde meydanı olduğu gibi bana bırakarak geri çekilen, ortaya diş fırçasını bile koymadan gölgelere karışıp yitenler.

İki durumda da başlangıçtaki heves ile uyandırdığı karşılıklılık beklentisinin dağılıp gidişi.

*

Ama bir dakika.. Oskar’lık belki de benden başlıyordur?

6 Kasım 2021 Cumartesi

BİR AVUÇ GÜVERCİNLİK

Gel, dedim kendime, bakımsız mandalina bahçesine dönmüş şu saçlarını kestirmeye götüreyim seni, bahane olur, gezeriz de biraz.


Tıngır mıngır Güvercinlik yolunu tuttuk. Hep kıyısından geçtiğim köye bu yıl ilk kez yolum düşmüş, amcamı berberine bırakırken meydanına şöyle bir inip çıkmıştım. Böyle, ufak balıkçı barınağı, çınarın altında kahvesi, kıyıda bir iki lokanta ile avuç içi bir yer görünmüştü. Orada arabayı bırakacak yer bulamayınca koyun bir ucuna kadar gittim. Ne uzunmuş! Ne de güzel. Karşıda, yazın yangınlarda kavrulmuş tepeler, dımdızlak kalan, tepeleri yangınlardan önce kemirmiş otel üzerine otel doymazlığı. Ama bu, 360 derecenin belki 40-50 derecelik bir dilimi. Geri kalan, arkalardaki tepelere doğru hala sık yeşil, kıyıda eski, iddiasız, çirkin de olmayan, bir vakitlerin tipik bahçe içindeki sayfiye evleri. Bir arabalık parke yolun alt tarafında beton sette yer yer cepler, “halk plajı,” banklar. Su pırıl pırıl, avaz avaz iyot kokuyor.


Ne ararken ne bulmak!

Amcamların yazlığında saç kestirip beğendiğim kuaför Sema’nın öbür uçtaki dükkanına vardığımda dozumu almıştım.

Oturdum, maskenin ardındaki ağzım kulaklarımda, işini sessiz sedasız, ustalık ve özenle eden Sema’nın ellerinde kafamın biçimsiz bir mermer bloktan sıyrılır gibi ortaya çıkışını zevkle seyrettim.

Hafiflemiş, meydandaki çınar altı kahveye gittim. Yaşıt olduğumuz anlaşılan emekli bir taksi şoförü, yan masada karşısındaki genç adama r’leri sos tavasında eritilen tereyağına karışır gibi yumuşayıp giden yerel şiveyle anılarını anlatıyordu. Çi börek ile çay söyledim. Börekten dökülen kıymaları dibimde efendice rızkını bekleyen kediye ikram ettim, hemen ahbap olduk. Çayı içinden nurlandıran güneş denizle göğü de aydınlık bir billura çevirirken bir çay daha içtim.




Epey bir korku atlatmış olmalılar.. Fakat bir uçta, tek başına ne güzel bir konum





Takke düşmüş, kel görünmüş

Kalkıp koyun diğer ucuna kadar yürüdüm. Salaşça balıkçı lokantaları, çay bahçeleri. (Sema’ya, burada kazıksız, sadece balık yenebilir yerler var mı diye sordum, artık bize bile geçiriyorlar, her şey o kadar pahalandı ki ama Bodrum’dakilerden iyidir yine de herhalde dedi.)

Yarımada şapkasından yine bir tavşan çıkarmış, felekten çaldığım gün cebimde, döndüm.

2 Kasım 2021 Salı

KENARINDAN KAMYONLAR GEÇEN YÜRÜYÜŞ

Yazlıkçılar gitti, kamyonlar bütün bir hışımla geri döndü.

Moloz, beton, iş makinesi.. yükleri ne olursa olsun hızlı, boşken Azrail süratiyle yolun toz toprağını girdaplandırıp, içine de seni çekmek ister gibi gelip geçiyorlar. İki bacağın, kabuksuz insan gövdenle dar yolları onlarla paylaşıyorsun.

Yürüyüşünün zemini mecburen asfalt, kenarı da böyle.

Ya içi?

Geçen gün bahardan beri ilk kez Gölköy’e yürüdüm. İskelelerinin çoğu sökülmüş, kumunu yağmur bastırmış, asfalttan başka bir şeye basmanın hoşluğuyla, mis kokulu ıssızlığı ciğerime çekerek.

Tenhalığın yardımıyla neyi algılarımın ön planına çekeceğim kolay, kendiliğinden bir seçime dönüşüyor.

Bırak kamyonları, gürültüleri ve uzantısı oldukları şeylerle yolun kenarından geçip gitsinler.

Sen kendi yolunu yürü.

*

Yarımadanın bu taraftaki en güzel yeri ama ben senin gibi idare edemiyorum, dedi Mehmet: Uzun süre burada yaşayabileceğimi sanmam. Elektriği iyi gelmiyor.

Pazardan aldığın köy tereyağını ısıtıp üzerine çıkan kalbe zararlı köpüğünü sıyırmak gibi dedim:

Gösterişçi para sahipleriyle onların peşinden bir “Burası Bodrum!” (tercümesi, her tür aşırılığı kaldırır) tipi yaratmışları koy bir yana; bütün parasını Doğan’dı, Şahin’di, arabasının irikıyım hoparlörlerine yatıran kalfaların (mı?) imanına kadar açarak gelip geçerken gürültüye kattığı Türkçe sözlü müziklerini tuzlu suyun kalıntıları gibi sil kulaklarından; arkandaki (bazısının Ramses’e benzettiği), köye kol kanat geren kayalık tepeyi, berideki Karadağ’ı nirengi al ve her seferinde burasıyla arandaki dolaysız ilişkiye dön. Dilsiz, tarzsız, derin ve güçlü.

Onda yürü de bak, kalburun altı nasıl da gerilere düşüyor.


Sezon sonu

*

Yakıt tazelemek istediğimde başvurduklarımdan Ajahn Chah’nın, A Tree in the Forrest derlemesinden:

Mutluluk ve mutsuzluk olduğumuzu sanmak yanlış görüştür. Böyle görmek, şeylerin hakiki doğasının tam ve berrak anlayışı değildir. Gerçek, bizim şeyleri arzularımıza boyun eğdiremeyeceğimizdir. Doğanın yolunu izler onlar.

Basit bir benzetme şudur: Gidip otoyolun ortasına oturduğunuzu varsayın. Araçlara kızıp “Burdan geçmeyin! Burdan geçmeyin!” diye bağırıp çağıramazsınız. Burası bir otoyol. E, ne yapacaksınız? Yoldan çekilirsiniz. Yol, arabaların geçtiği yerdir. Onların orada olmamasını isterseniz acı çekersiniz.

Aynı şey, kendi şartları doğrultusunda ortaya çıkıp kaybolan fenomenler için de geçerli. Sözgelimi meditasyona oturup da bir ses bizi rahatsız ettiğinde. Sesin bizi rahatsız ettiği anlayışıyla da acı çekeriz. Ses sesten ibarettir. Bu şekilde anlarsak ötesi de yoktur. Onu nasılsa öyle olmaya bırakırız. Sesin bir şey, bizim başka şey olduğumuzu biliriz. Bu hakikatin gerçek bilgisidir. İki yanlı görür, huzur duyarsınız. Tek yanlı görürseniz acı orada olacaktır. İki yanlı gördüğünüzde Orta Yolu izlersiniz. Zihin için doğru pratik budur. Anlayışımızı güçlendirmek dediğimiz budur. Gelip geçen fenomenlerin doğası geçicilik ve ölümdür ama onlara dört elle tutunmak isteriz. Onlara tamah eder, beraberimizde taşırız. Gerçek olmalarını isteriz. Hakikati hakiki olmayan şeylerde bulmak isteriz. Böyle gören ve gelip geçici şeylere ta kendisiymiş gibi asılan kişi acı çeker. Buda, bir durup bunu derinlemesine düşünmemizi söyler.

22 Ekim 2021 Cuma

SÜPERPOZE

Hep bir ağızdan konuşmalarını düğün arabasına bağlanan teneke kutuların şamatasıyla peşleri sıra sürükleyerek arka sokaktan geçiyorlar. Onları beşer onar dağ başlarında yürürken de görüyorum. Yaşları 30 ile 70 arası, bakımlı, formda, hali vakti yerinde, burada kalmış şehirliler.

İmgeleri aynı yerlerde gece vakti karşılaştığım başka bir topluluğunkiyle üst üste biniyor.

Yaban domuzu sürülerinin.

19 Ekim 2021 Salı

TERS BİR KOKU

Komşu kendi başına olduğunda sessiz.

Ama kokulu. Yalnız olduğu zamanlardaki aralıklı sigara kokusunu demiyorum.

Erkenci. Sabahın körü burnuma yumruğunu indiren o parfümüne bulanmış çıkıyor balkona.

İçinde pudranın ağır adımlarla volta attığı bir koku bu. Çam yarması bedenli bir pudranın. Misal cesedin başında talimatlar yağdıran bir emniyet amirinin. Zaten parfümün alt kokusu da çürüyen bir etinki neredeyse. Onu olanca baskınlığıyla örtmeye çalışan pudrayı elinin tersiyle kenara itip öne çıktı çıkacak bir çürümeninki.

Beton grisi bir koku.

Yanlış ve saldırgan.

Misafirler geldiğinde her kafadan perde perde yükselen seslere karışarak kısa sürede beni içeri kaçıran sigara atağına neredeyse rahmet okutuyor.

17 Ekim 2021 Pazar

SONBAHARIN POLAROİD GÖĞÜ ALTINDA

Önce bitişikteki gazino, sokaktaki kuaför, trafik yaratan yerler kapandı, kıyıdaki yerler birer ikişer bunları izledi. Derken 15 Mart’tan beri hava ilk kez kapadı, celallendi ve kısa ama şevkli bir fırtınayla yağmur yağdı! Üst üste üç gün de aralıklarla sürdü. Yağmur göğün olanca toz tabakasını aşağı, yeni silinmiş camlara, yıkanmış balkonlara indirip sıvadı. Yeryüzü çamura bulanırken gökyüzü ışıl ışıl çıktı ortaya. Cilalı mavisi derinleştikçe derinleşti, polaroid dediğim keskinliğe vardı.

Sıcaklıkların ne klima ne ısıtıcı istediği o ideal aralığa girdik. Yüzme ile yürüyüş aynı güne sığar oldu. Yüzecek kadar sıcak, uzun yürüyüşlere çıkacak kadar serin.

Mevsimin değişmekte olduğunun en şaşmaz belirtisi tıkanmaya başlayan flütlerim. Yazın saatlerce de çalsam kupkuru kalırlarken giderek kısalan sürelerde sırılsıklam olup boğuluyorlar.

İki çatı arasına gerilen bir ipte yürümek gibi bu geçiş.

Kısa, dikkat bileyici, algı keskinleştirici.

Zihni tembelleştiği kanıksamışlıktan alıyor, başka, derin, söyleyeceği çok şey olan bir hale açıyor.



Polaroidleşen göğün dengi bir hissedişe.

12 Ekim 2021 Salı

KOKTEYL

İnsanların ayakta durduğu, möblesiz bir salona girmiştim ki gözüm az ötedeki kadına takıldı. Başında ufak, açık renk, uç uca eklenmiş kokteyl sosislerinden yapılma debdebeli bir saç taklidi turban vardı. Kendi kıkırtımla uyandım.

8 Ekim 2021 Cuma

NE YAPACAĞIM

Seni en çok geren ne, biliyor musun dedim kendime, birden görüvermenin o tatlı şaşkınlığıyla:

İri ya da ufak, olan her şeyi “ne yapacağım?!” sorusuyla karşılamak.

İlk tepkin eylemlilik. Bir şeyler yapmak.

Kapıdan giren ister bir kedi yavrusu olsun ister sevdiğin/önem verdiğin/önem verilen/hiç haz etmediğin bir erkek-kadın-çocuk-yaşlı-genç-dişli-düşkün, isterse yeni bir hal (ruh vd).. dürtü, ayağa fırlayıp bir şeyler yapmak.

Bu seni boşandı boşanacak bir zembereğin ucuna iliştiriyor.

Ne yorucu, tüketici!

Şöyle geri çekilip ayaklarını uzatarak durumu/kişiyi/olayı tartarak başlamıyorsun. Dolayısıyla hemen her algı bir start çizgisinin stresini yaratıyor.

Dur bir bakalım demeyi hiç öğrenmemişsin.

Eylemliliğe bu kesintisiz teşnelik güvensizlik duyduğun zamanlar zirveye ulaşıyor. Komşularda şamata mı var, arka sokakta trafik mi arttı.. en sıradan hareketlilikten kaygıyla varsaydıklarına, karanlık gelecek vizyonlarına her şey senden yalnızca bir şeyler yapmanı değil, hemen! ve bir anda en iyisini yapmanı bekler gibi yaşıyorsun. (Bunun belki aceleciliğinde de payı vardır. Sonra bir an gelip dürtüyü susturmak ve bu hareket halinden çıkmak yaptığının niteliğinden daha önemli olduğunda da ekmekler daha kızarmadan tost makinesini kapatıveriyor, giriştiğini şöyle bir tutuyor, yaptım mı, yaptım ile geçiştiriyorsundur.)

Ne olmadık bir yük!

Madem farkına vardın, kendine sık sık pek az durumda ayağa fırlayıp bir şeyler yapman gerektiğini, geri kalanın akış içinde kendiliğinden hallolduğunu hatırlat.

Gecenin 2’sinde komşuların yüksek sesle sohbetiyle uyandığında ne yapmalı-nasıl tepki vermeli dürtüsünü bir kenara at. Hiçbir şey yapman gerekmiyor. (İstersen saati hatırlatabilirsin ama açık havanın bile sigara-alkol koktuğu bir vakit bunun yararsızlığını bilip daha akıllıca bir adımla hiç girişmemeyi de seçebilirsin. Komşu, ses, gürültü.. her şey gibi belirip kaybolmaya bırakabilir, sakince uykunun geri gelmesini beklersin.)

Kendini bir tuhaf hissettiğinde aynı. Bekle, geçer. Sen işine bak.

*

Anladım, diyordu biri şaka yollu, insanlar ikiye ayrılıyor; ne yapsa suyun üstünde kalanlarla (doğuştan yüzücüler), ne yapsa su üstünde kalamayanlar.

Bedenimle ilkiyim. Suda bir kuştüyü kadar hafif.

Zihnimleyse ikincisi mi olup çıkmışım?

Hayata/suya/seni kaldırıp taşıyacağına, batmayacağına biraz daha güven. (O geniş güveni ne ara kaybettin sahi?)

Debelenme.

Rahatla.

30 Eylül 2021 Perşembe

CEHENNEM BİZİZ, HEPİMİZ

Benden 1955 yaş büyük bir yol arkadaşım Mektuplar’ında iyileşmek için önce ne kadar hasta olduğunu idrak etmen gerek diyor.

Kesintisiz bir savunma-saldırıdan lenfleri düğüm düğüm olmuş bir toplum için ne kadar geçerli?

Ya o toplumun bir bireyi olarak kendim için?

Kapıdan dışarı adım attığın an soluduğun güvensizlik ise..

Komşuna, sebzeni satın aldığın manava, işini yaptırdığın ustaya, yönetimi saymıyorum bile, uluslar arası ittifaklara, çokuluslu ahtapot şirketlere, gözüne, kulağına, düşüncene ilişen herkes ve her bir şeye güvensizlik..

Her an her yerden bir kazık yeme beklentisi..

Hep diken üstünde olma hali..

Bu neler, neler doğuruyor?

Bir kere sürekli ve ağır bir gerilim.

Arkaplanı o kadar uzun zamandır işgal ettiği için artık allahın emri bilinen bir gerilim.

Zembereğinden boşandı-boşanacak bir yay gibi olmak.

Böyle bir yaydan insanlara, hayata sakin, kulakları ve zihni açık bir karşılık beklenebilir mi?

Hayır! Olsa olsa ayarı bozuk, açıldı mı olanca ağırlığıyla, geçmeye çalışanın sırtına çat diye kapanan bir otomatik kapı elverişsizliğinde bir tepki beklenir. Tünel vizyonlu, güdük, hapsedici.

Sonra da bütün bunları hep karşımdakilerden, etrafımdaki dünyadan bilirim. Tepkimle onu tekrar tekrar yeniden nasıl ürettiğime uyanmadıkça kendimi masum-mağdur, başkasını fail bellerim.

Sartre’a selam olsun.

Cehennem biziz.

*

Ek bir düşünce konusu: Virüslerinden başlayarak yönetimlere ve ilaç şirketlerine kadar pandeminin ülkede ve dünyadaki kronik güvensizliğe etkileri.

27 Eylül 2021 Pazartesi

BİRBİRİMİZE DÖNE DÖNE ÖĞRETTİKLERİMİZ

Epeydir Amerika’da yaşayan Bahar tatile geldi. Ondan birkaç hafta sonra da Amerikalı kocası.

Üçümüz oturmuş konuşuyorduk.

İlk iki hafta gayet iyiydi, dedi Bahar. “Oradaki gibiydim. Anlayışlı, pozitif, güler yüzlü. Derken buralılaştım. Hırlamaya, söylenmeye, trafikte küfretmeye -gerçi pandemi yüzünden artık camı indirip bağırmıyorum ama..”

Öfkesi burnunda, diken üstünde, tahammülsüz. Tanıdığım en olumlu, ahenk eğilimli insanlardan biri. Fabrika ayarlarımıza dönmüş.

Eh, dedim, sürekli beslediğimiz bu hal, ne yaparsın.

Bob, “Sen hiç öyle görünmüyorsun” dedi.

Ben de öyleyim dedim.

*

Ama çalışıyorum. İçimde azmış bir reflü gibi yükselen tepkiyle adım atmamaya eğitiyorum kendimi.

Genel toplumsal etkileşim tonunu birbirimize öğretiyoruz. Zamanla seçenekler azalıyor, yok oluyor, geriye döne döne pekiştirilmiş bir refleks kalıyor.

Bu da durup bir bakmadan, anlamadan patlamak. Önce bir patla, dağıt ortalığı, sonra lazımsa anlarsın!

Anlaşmak için zaman-zemin bırakmıyoruz ne kendimize ne karşımızdakilere.

El alemin sana değdiği, değer gibi olduğu an havalara sıçra -kimsenin kimseyi saymadığı bu yerde çok da yanılıyor olamazsın. “Ben buradayım, hey!” demenin yolu (iş işten geçtiğinde bile olsa) bu ise sesinle, yaygaranla görünür kıl kendini, göz doldur, göz korkut. Yoksa..

Yoksa’sı dipsiz bir güvensizlik, sevgisizlik, empatiye yer bırakmayan sürekli sürtüşme.

Kendine hakim olmanın tepkini bastırmak değil (bunu sürdürülebilir bir şekilde yapmanın imkanı yok), onunla harekete geçmemek olduğunu anlamak büyük bir adımdı. Şimdi sabırla, sebatla bunu derinleştirmeye çalışıyorum.

Yapabildiğim her seferinde, tepkim dağılıp da geri dönüp patlamamayı başardığım irili ufaklı olaylara baktığımda kendimi kutluyorum.

Tepkini ortaya saçsaydın o an rahatlardın ama ardından oradan buradan cam parçalarını toplar dururdun. Kendini haklı kılma çabasının yıpratıcılığı şöyle kalsın, yıkıcılığınla barışmaya nafile çalışırdın.

Uzamasın, hasarı başkalarına da yayılmasın, dallanıp budaklanmasın ama belki asıl önemlisi, toplumsal etkileşimimizin bu berbat fabrika ayarlarına biraz daha su taşımasın istiyorsan şeytanın dürttüğünde harekete geçme, DUR. Hepsi bu.

Beni teşvik eden iki şey:

Bu refleks kimin ne işine yarıyor sorusunun aşikar cevabı.

Ve reflekse indirgenmiş bir repertuarın kölesi olmaktan artık kurtulmak.

*

“Bu ülkenin insana öğrettiği bu maalesef” dedim.

Bob, “Şart değil” dedi. “Hatırlasana, burada uzun bir süre kaldık, bolca gaz yedik (Gezi sırasındaydı). Ona rağmen ben öyle olmadım.”

Ona kaldırımlara park eden araba fotografları koleksiyonunu hatırlattım. Sürenin sonlarına doğru “insanların birbirine saygı gösterdiği bir yerlerde olmayı özlediğini.”

“Ben mi?” dedi hayretle.

Bahar güldü. “Sana onun fil hafızalı olduğunu söylemiştim, değil mi? Bak sen unutup gitmişin, o hatırlıyor.”

Bu ülkede birbirimize öğrettiğimiz, birbirimizden başka bir şey beklemeyerek körün değneğine çevirdiğimiz bu.

Döngüyü kırmanın tek yolu, çevirip durduğumuz çemberi görüp adımını bir yol dışarı atmak.

Dikkat Bob! Bu pekala senin için de geçerli.


26 Eylül 2021 Pazar

DEDİKODU

 Komşular balkondan balkona bağrışıyordu.

“Bugün ne yapıyorsun?” diye sordu biri.

Bugün mü dedim kendi kendime. Vakit olmuş akşamın 8’i, benim günüm geçmek üzere.

“Bilmem” dedi öbürü. “Dün akşam 11’e doğru arkadaşlar çağırdı, kalktım Miam’a gittim. 1 filandı çıktığımda. Ama bir kalabalık, bir kalabalık, korktum valla.”

İlki kendi yapıp edeceklerini sayar dökerken kulağım içe döndü.

Bunların çoğu uzun, bir kısmı kısa ama sürekli yazlıkçı.

Bense buraya yaz hariç yaşamak üzere gelmiş, pandemi ile kalmışım.

Onların beklentisi eğlence, benimki sükunet.

Renk, çokluk, bolluğa karşı zenginliği derinleşmede bulan bir sadelik, tekdüzelik.

Tatmin onlar için algı bombardımanı ile geliyor, benim için algıların yatışmasıyla başlıyor.

Bu da aynı yeri benim köyüm, onların şenlik alanı haline getiriyor.

*

Tazecik sabah.

Doğan güneşin sarısı yelken direklerine, kızılı teknelerin camlarına vurur, sularda salınırken bardağımı alıp balkona kuruldum.

Ayrı dünyaların insanlarıyız!

Derin uykularında çıtları çıkmazken dünyalarımız birbirinden uzaklaştıkça uzaklaşıyor. İnsan sessizliğini naneli çayımla birlikte yudumluyorum.

Gece onların, bu saatler benim.

18 Eylül 2021 Cumartesi

ŞİMDİ

Olanca dinginliğiyle güz.

Ölümün ona bir garip derinlik veriyor. Kumaşı konuşturan astar gibi.

Kararında sıcağı, makam değiştiren ışığı, olgun meyvenin tatlarına gelen renkleri testiye koyup başıma diker gibi giriyorum suya, seyrettiklerime karışıyorum.

Nefes almak bir hayat güzellemesi.

Tenhalaşan kasabada insanlar, rahatlayan tempoları, sade, sakin bir film akışıyla kayıp gidiyor. Seyirci ve oyuncu, onlardan biriyim.

13 Eylül 2021 Pazartesi

PS

Haberini aldık. Kaybetmişiz.

Her yerinde izinin, sesinin, fikrinin, emeğinin olduğu evin balkonuna çıktım. Bir iki ay önce son kez oturduğumuz zamanki (“Bistro masasının keşke biraz daha büyüğünü alsaymışız..”) bakışınla etrafa baktım. Yorgun ama hep ilgili, çirkinliklerle irkilen, güzelliklerle beslenen gözünle köşe çamını sevdim, karşı tepeler bugün puslu, yelken direkleriyle teknelere dokundum, denizin sakin yüzeyine içimi serdim.

Seni çoktan yüreğime almışım, bedeninin ölümüyle kurtuluşuna rahatladım.

Yokluğun zamanla, zaman zaman koyacak. İçim bir anıyla, paylaşma isteğiyle dönüp seni bulamayacağımı hatırlayıvermekle, ustası olduğun şeylerdeki yokluğunla burulacak.

Ama aramızdaki sadece zaman.

Buradan yüz yıl sonrasından bakışla eşitleniyoruz. Topraktan gelip karıştığımız toprakta.

Ölüm hayatın hasmı değil, özü.

Şimdi sen onun bir yüzünde, kalanlarımız diğer yüzündeyiz.

Vakti geldiğinde buluşmak üzere sevgili Çocuk!



31 Ağustos 2021 Salı

YAVAŞLIĞIN BEREKETİ

Ben bir boy gidene kadar o üç boy yapmıştı bile. Şapur şupur, suları döve döve, soluk soluğa. Bir patırtı bir telaş. Yarışmıyoruz dedim içimden. Onun için ikimizi yan yana getirmeyeceğim. Sudaki davranışlarımızı kıyaslamayacağım. Sadece kendi elimdekileri kumlara sıralayacağım.

Denizin en yavaşı benim. Sularla didişe boğuşa yüzenleri geçtim, ağırbaşlı yaşlıları da öyle, suya düşmüş bira şişeleri, cips paketleri vd çerçöpten bile aheste olabilirim.

10-20 metrelik hızlı bir başlangıcın ardından kesintisiz ve istikrarlı bir tempoda (larghetto) kalıyorum. Yüzüşüm kurbağalama kulacıyla bisiklet bacağı bir karışım (paletle kurbağalama zamanından kalma). Hükmünü gevşeten yerçekimiyle birlikte yüzme ile uzay yürüyüşü karışımı oluyor bu.

Ama gevşeyen sadece yerçekimi değil. Zaman algısı da temponun peşi sıra seyreliyor. Zihnin geri planında, tıpkı yerçekimi gibi o da, kıyaslama olmadıkça normal bildiğimiz baskısından, ağırlığından çözülüyor.

Tempo düştükçe beden, zihin, ruh hafifliyor. Zaman uzayıp gidiyor. Mesafe de peşinden.

Bak, dedim yanımdan dördüncü kere geçen alı al moru mor yüzücünün arkasından, ben daha köşeye varmadım, sense enerjini de alanını da tükettin bile. Şu birkaç dakikada sonuna geldiğin uzunluğa neler neler döşüyorum, bir bilsen. Çağrışımlar, çakan anılar, sessizlik, boşluk, enginlik, kendiliğinden sökün eden bağlantılar sonra, bazen çözümler, yeni bakışlar, nice içgörü. (Yavaşlığın büyüteç, hatta mikroskop etkisi.)

Yavaşlıkla zaman ve mesafeler ne kadar bereketleniyor. Günde en az bir saat, bize hissettirilen, dayatılan, geçerli ve arzulanır bildiğimiz, kıymeti kendinden menkul bir hız algısından azadeyim.

Koşmuyorum, uzayımda süzülüyor, süzüldükçe onu da büyütüyorum.

27 Ağustos 2021 Cuma

MEKTUP

Rüyamda bir evin yan kapısından dışarı, bitişiğindeki dar geçide çıktım. Evin sarı duvarına bitişik sekiye uzandım ki korkutucu bir rüzgar patladı. Karşımdaki selvinin iğneleri kopuyor, masmavi göğe karşı savrulup savrulup rüzgara kapılıyordu. Burada durulmaz deyip içeri girdim.

*

Birkaç günlüğüne diye girdiğin hastanedesin. Haftalardır. Kontroller kötüleşen haberler getirdi, ağırlaşan ağrıların branş branş doktoru başına topladı. Hastalık ve tedavisi şiddetlerini yarışarak tırmandırdı.

Artık konuşmak, yürümek istemediğinin haberini aldık. Ziyaretçi, telefon kabul etmediğinin. Senin. Daha bir iki hafta öncesine kadar eşi, dostu ile sımsıkı bağlı olduğu ilişki ağlarına onca önem, emek veren, fikrini, gönlünü bağlayan, bağlandığını özünün devamı bilen senin.

Köprünün ortasını geçtiğini imgeliyorum. Önemi, önemsizi, sevinci, üzüntüsü, hayal-kalp kırıklıklarını, umudu, umutsuzluğu, ıvırı zıvırı ile dünyayı arkanda bıraktığını. Korku ve cesareti bile. Büyük bilinmeyenin kıyısında yalnız dilinin değil, içinin de sustuğunu.

Hayat, varolmanın ağrısı, sızısına karşı kendimizi çokça kandırdığımız, başımızı inkarlara gömdüğümüz bir süre. Acıyı, geçiciliği, yaşlanmayı, elden ayaktan düşmeyi, hastalığı türlü türlü cambazın arkasına gizlemeye bakıyoruz. Ama asıl, temel yalnızlığımız ve ölümü.

Mızrak çuvala bir zaman sığıyor-sığmıyor, vakti geliyor, oradan çıkıp karşımıza dikiliyor.

O ilk karşılaşmayı, dehşeti, korkuyu, çalkantıyı, yaşama iradesi ve onun zangır zangır zorlanmasını ben sende, seninle yaşadım, aşama aşama bugüne gelişini de seninle yaşıyorum. Duyduğum yakınlık kadar yakından. Ama elbette senin kadar ve gibi değil. İliğe işleyen her şey gibi bunda yalnızsın. Onca sevenin, düşünenin, yaşadığını hissedeninle yapayalnız. Hayatın bin bir kılığından soyunmuş gerçeği ile baş başa.

Yaşadığının yenilgi değil, barışık bir teslimiyet olmasını diliyorum.

Defterlerin dürülüp kaldırıldığı iç acısız bir teslimiyet.

Hastalık ve tedavisinin darmadağın ettiği beyninden özgürleşen bir bilinçle kurtuluş.

14 Ağustos 2021 Cumartesi

YOLDAŞLARIM

Hayatımın üçte ikisinde kağıttandılar. Elime alır almaz ilk yaptığım açıp koklamak olsa da cisimlerine hiç bağımlı olmamışım ki işim dolayısıyla ekrandan okumaya alıştıkça kayarcasına elektronik aleme geçtiler.

Pandemiye kadar epey yer değiştiren ve zaten ufak mekanlarda yaşayan biri için çok elverişli bir geçiş. Kağıt kitaplarım şimdi birkaç rafta kalırken gerisi, bütün bir tarla lavantanın özünü içine alan şişecik misali, bir tablet içinde, daha nicelerini bekliyor.

Ya da Alaaddin’in sihirli lambası o tablet. Parmağımın ucuyla çekip çıkardıklarımla günü gün ediyoruz.

Şu sıra barış aktivisti bir Japon Zen hattatının dünyanın dört bucağından anılarının yanı sıra, Hindistan’ın yakın geçmişiyle de sarmalanmış Yeni Delhi’de çeşitli etnik kökenlerden transseksüeller etrafında geçen bir romanlayım.

Daha geçen hafta Taras Bulba ile Kafkas steplerinde at koşturuyor, nabzım şiddetin medeni bir çehre ve kravatla donatılmazdan önceki ham haliyle hızlanırken inadına serinleyen aklımla neler neler düşünüyordum. Bir Silikon Vadisi dehasının sosyal medya uyarıları düşüncemi çapalamaya devam etti. Gündelik lokmalar halinde sürüp giden okumaları saymıyorum: Sabah çayının yanında Stoacılardan pasajlar ile günün herhangi bir açıklık anında yanımda bir kılavuz ip gibi uzanan Tao te king.

Zihnim onlarla sarp yamaçlara vurmayı seviyor, ruhumda katre katre zenginlikleri, kitaplarımdan hep okkalı olmalarını beklemiyorum ama amacı oyalamak olanlarında bile bir parça dişe gelirlik arıyorum.

Kitap vaktim değerli!

Boş konu komşu muhabbeti ne kadar makbulümse ayarı kaçacak boş kitaplar da ancak o kadar.

Yoldaşlarım ufkumu açıp dağarımı genişlettikçe insan ya da kitap, rastgele karşılaşmalar daha da yavanlaşıyor, arkama bakmadan kaçtığım bir vakit kaybı haline geliyor.

Çitin bu yanında 40 yıl hatırı olan bir fincan kahve değil, iyi bir kitap.

Beni ben mi yapıyorlar?

Hayır, tam tersine. Beni, kendimden bilmediğim yerlere doğru genişletip derinleştirerek sabit bir ben sanısından özgürleştiriyorlar. Sürekli değişimiyle hep barışık, akışkan bir hale getiriyorlar.

“Ben böyleyim” damgasını düşünmeden basacağım tek bir konu varsa o da daha okuma yazma bilmezden önce yoldaş edindiğim kitaplardan aldığım heyecan, güç, esin, tat.