30 Temmuz 2014 Çarşamba

BİR RESİM



Bu fotografı doğu Akdeniz’de büyücek bir koyda çektim. Balta girmemiş orman duygusu veren bayram kalabalığının orta yerinde. Uzanmış güneşlenen bikinili kadın karesine, tam deklanşöre basarken haşemalı bir başkası girdi. Resmi bu resim yapan da o oldu.

8-10 sene öncesinden bu yıla kadar kapalılar, diğer koya açılan kuytu bir koycuğu kendilerinin ilan etmişti. Buraya kendi erkekleri dahil erkek girmeyecekti! Yarattıkları fiili duruma karşı çıkanlardan dayak yiyen bile oldu –babam da dövülmekten yaşı sayesinde kurtulmuştu. İtirazlar bastırıldı, zamanla durum, hoş karşılanmasa da kanıksanıp normalleşti.

Açıkların yeri geniş doğu koyuydu. Ötekilerin erkekleri de buradaydı. Gözlerine bayram ettirdikleri tıslarcasına söylenip duruyordu. Derken bu koyun uzak ucunda, balıkçı barınağının sığlığında tek tük haşemalı belirdi. Çoğalıp yayıldılar.

Sonunda açıklarla kapalılar (yumurtayı yuvarlak tarafından kıranlarla sivri tarafından kıranlar) birbirine karıştı. Haremlik koycuğa gerek kalmadı.

Örtünme biçimlerine yüklenerek çarpıştırılan anlamlardan, bu anlamlara yüklenerek sivrilen (ve ilik ile kemik kadar içselleştirilip özdeşleşilen, can-kan pahasına savunulup dayatılacak hale gelen) değerlerin sürtüşmesinden yükselip arşı tutmuş kıvılcımlar dağıldı.

Bikinili ile haşemalı, dönüşümün kim bilir nasıl olacak sonraki anına kadar aynı kareye sığabildi.

*

(Fotografın adına Yatay ve dikey demiştim. Ama fizikteki tanımıyla Atalet/Süredurum da olabilir pekala: “Durmakta olan cisimlerin durma istemine, hareket etmekte olan cisimlerin hareket etme istemine eylemsizlik ya da atalet denir.”)

27 Temmuz 2014 Pazar

ÜLÜBÜ


Sebzeci Hüseyin’in karısı Zeliha’ya, olmadık bir şey öğrenmenin gururuyla “Ülübü var mı?” dedim. Yokmuş. Ama alacağımı Silifke pazarından almıştım zaten. Derdim gösteriş.

Ülübü’nün börülce olduğunu öğrenmekle kalmadığımı, barbunya istiyorsam ak fasulye demem gerektiğini, ağzımdan barbunya çıkacak olursa elime yeşil fasulyenin yerli bir türü, “ağaç fasulyesi” tutuşturulacağını da artık bildiğimi söyledim.

Zeliha’nın yüzü aydınlandı.

“Ama Silifke’nin dili buradakinden de değişik, değil mi?”

Dağ yolunun girişindeki tezgahlarının gelen geçenin oturup sohbete koyulduğu, erkeklerin kadınlarla birlikte tembel ev hanımları için bamya ayıklarken dedikoduyu koyulttuğu köşesinden oğlu güldü: “O da bir şey mi. Burda ağız mahalleden mahalleye bile değişir.”

Zeliha komşu köylerden örnek verdi:

“Böyle sonlarını uzataa uzata konuşurlar. Öğrenilir ama. Başka yere gelin giden, bakmışın konuşmalarını kapıvermiş."

*
Silifke’deki en beklenmedik ve hoş keşfim Halk Kitabevi oldu. Sahibi Yaşar bey, esaslı bir kitap kurdu. Son gidişimde, benim ülübü çıkışım gibi bir keyifle, “Burada sizin daha ne çevirileriniz var” deyip Krishnamurti kitaplarını gösterdi.


Silifke’de Krishnamurti?!.

“Elbette! Ben çok severim, okuyanı da epey.”

Duraksadı. Osho da var diye ekledi. Yüzüm buruşunca güldü. “Tahmin etmiştim. Aynı kefeye konamaz tabii.”

İşte bu Halk Kitabevinde Yaşar beyin tanıştırdığı okur yazar takımından Mustafa İnceoğlu’nun “Silifke yaşamından nasiplenmem” dileğiyle imzaladığı kitabı Silifke Yaşam Kültürü’nü okuyorum.

Tarım ve hayvancılığa dayalı konargöçer, yarı konargöçer ve yerleşik bir geleneksel tarihin olanca sözlük dağarı beni büyülüyor. Eskimoların karın kırk haline kelime üretmesi gibi çeşitlenmiş hayvan-bitki tanımları.

Azgan, zivircik, develik, tepsi, itburnu, çoban çırası, çetirez, karağan, kıldır kavak, geven, acı yavşan, puturak, körmen, şalgaba.

Körpe: Yeni doğmuş keçi yavrusu.

Oğlak: Altı aya kadar keçi yavrusu.

Çebiç: Bir yaşında keçi yavrusu.

Yazmış: İki yaşında dişi keçi.

Fonsa: Cinsiyeti belirsiz keçi.

Kabış: Boynuzsuz davar.

Savruk: Keçinin çiftleşme arzusu.

Siyginlik: Tekenin çiftleşme bildiren sidik kokusu.

Yüğürme: Tekenin ve keçinin çiftleşmesi.

(Deve cinsleriyle çeşitli yaşları da boduk, köşek, dorum, kayalık, lök, buhur, daylak, kükürt ve daha nicesiyle ifade ediliyor. Bortlama, buzulama ve ıhmak vd bolca kelime de çeşitli fiilleri için.)

Ya sesleri:

“Dağ koyunu, dağ keçisi meler. Tilki beğirir ('dilki beğirden' diye üzüm cinsi var). Çakal pavkırır. Kurt ulur. Diğerlerinin pek önemli bir sesi yok. Ama domuzlar horkuldar.”


Kör cahili olduğum ama öğrenmekten haz aldığım bütün bir yaşam.

.

17 Temmuz 2014 Perşembe

ANLAM, YARATILIR



45 saniyelik video bana İşte bu! dedirtti.

Dondurulmuş görüntüde ortaya yayılmış rasgele şeyler. Kırık dökük, kimi bütün halinde nesneler. Bir döküntü yığını.

Kamera, önlerine yerleştirilmiş ufak bir çerçeveden bakıyor. Onunla birlikte şapkalı, üniformalı bir postacı portresi görüyoruz. Derin bakışlı, kara gözleri uzaklara dalmış, sert hatlı bir adam.

Bu karakteri açık seçik görmemize yetecek kadar durduktan sonra çerçeveden çıkarak yığının etrafında bir yay çiziyor.

Az önce güçlü bir portrenin bileşenleri olan nesneler dağılıp iç sıkıcı bir hurda yığınına dönüşüyor.

45 saniyede anlam, bulunuşu ve çözülüşü.

Evet, bu bir tersten gidiş. Başlangıç noktası belli bir resim. Görünürdeki karmaşa ise onun oyuncaklı bir şekilde kurulmasına hizmet etmiş.

Ama anlamın verili değil, yaratılacak, bulunacak bir şey olduğu gerçeğinin etkili bir metaforu olmasına bu gölge düşürmüyor.

Yolu başkalarınca açılmış, çağlar boyu derinleştirilerek pekiştirilmiş anlamlara gözünüzü açıp bunları ezelden beri var bilerek benimseyebilirsiniz. Bu sizi, aha! tam buradan bakacaksın diyerek yerleştirilmiş çerçevenin önüne mıhlayabilir.

Ama kurcalayıcılığınız ağır basar da çerçeveden kayacak olursanız, anlam adına hazır hiçbir şey olmadığını (talihliyseniz fazla altüst etmeyen bir sarsıntıyla) görmeniz an meselesine dönüşür.

Anlamın keşif değil, icat konusu olduğunu.

Gerisi, mucidin siz mi, öncekiler/başkaları mı olacağına kalır.

Elinizden tutup sizi yerleştirilmiş çerçevenin önüne götüren kamerayı mı izleyeceksiniz?


Yoksa yığına dalıp kendi noktalarınızı kendinizce birleştirerek bambaşka anlamlara mı çıkacaksınız?

.

14 Temmuz 2014 Pazartesi

TÜRKÇE'NİN GÜNEYİ

İşçiler üçer beşerli gruplar halinde çalışıyor. Bahçelerin bakımı, etrafın temizliği. Sıcak tempolarını düşürüyor ama kaptırdıklarında bazen tek kelimesini anlamadığım konuşmalarının hızı hiç azalmıyor. Tersine. Kızgın çakılların çıplak tabanlarını daha az kavurması için çılgın bir koşudur tutturmuş gibi konuşuyorlar. Lafların birbiri içine yuvarlandığı bir fokurtu. Yöre şivesi.

Fatoş öyle çok uzaktan değil. Tarsus’tan. Ama burada geçirdiği on beş yıldan sonra hala öğrendiğini söylüyor. “Sizin kullandığınız kelimeler sözlükte bile yok” diyormuş.

“İlk geldiğimde, yakınlarda bir göl var, herkes de oraya ne zaman gidildiğini soruyor sanıyordum. Hangole gidiyon? o kadar sık geçiyordu ki. Sonunda öğrendim. Nereye, derlermiş. Herhalde hangi yöne’nin çarpıtılmış hali.”

Fide’den kastinin ne olduğunu da epey bir yanlış anlaşmanın ardından anlatabilmiş. Ha o mu, ilahi yenge, ilişe desene demişler.

“Oğlum burada dillendi. Bir gün heyecanla geldi. Anne, biz gölük gördük, dedi. Ne gördüğünü anlamak için göstermesini istedim. Biraz ötedeki sıpayı işaret edip aha! dedi.”

İstanbullu bir hanım doğu koyundaki gazinoda kuruyemiş istemiş. İçkisini getiren çocuk gitti gelmez. Her yerde kurutulmuş meyve ararmış. Bilememiş hanımın gılle istediğini.

Gılle aslında abur cuburun genel adıymış. Çikolatadan pestile, cipsten patlamış mısıra herhangi bir şey olabiliyormuş.

Tıpkı süzgeçten kepçeye, servis kaşığına vb her şeyin delikli olması ya da bidon-kova, içine bir şeyler konan her kaba da stil denmesi gibi.


İşimiz var, yeni bir dil öğreniyoruz.

.

10 Temmuz 2014 Perşembe

GÖRDÜĞÜMÜ GÖRÜYOR MUSUNUZ?


Öylece bırakıldıkları yerden toplanmayı beklerlerken önlerinden gelip geçtikçe gülümsüyordum.

Ne saçma! dedim. Duvar yerine banka dizilmiş ve bacaksız üç Humpty Dumpty.

Ama bir yandan da, bazen fotografı nedenini bilmeden çektiren o çekimi hissediyordum. “Sen hele çek, sonra anlarsın.”

Ekranda baktım, bir daha baktım.

Ve paldır küldür tavşan deliğinden yuvarlandım.

Bidonlar önce insanlaştı. Sonra kişileşmeye başladı.

Biçimleri cinsiyetlerini belirledi.

Bir erkek, iki kadın.

Etiketli oluş-olmayışları birbirlerine göre duruşlarına, bakış yönlerine, mesafeleri ise birbirleriyle ilintilenme biçimlerine işaret eder oldu.

Hikaye oluşmaya, olgunlaşmaya koyuldu.

Erkek sol kolunu kadının omzuna atmış. (Yığınla soru sorulabilir, bu basit hareket şekilden şekle girerken tahayyül edilebilir.) Gözleriyse ileriye çevrili. Hafifçe öte yana. Bakıyor (neye, kime?).

Kadınınsa soru, merak dolu olabilecek bakışı beraberlerindeki ikinci kadına yönelmiş. (Kadının arkadaşı ya da ikisinden birinin kız kardeşi olabilir.) Dar çerçevelerinde yer alacak kadar yakın, yine de üçüncü kişi. Çeperde. (Ya da belki geldiklerinde orada buldukları bir yabancıdır.)

İlişkileri kafamda gruplanır çözülür, tekil ile çoğul arasında gidip gelirken ağırlık noktası kesintisiz bir hareketle ilk kişiden üçüncüye kaydı.

Artık önümde yüklü bir psikolojik an vardı. Bununla oynamaya koyuldum.

Vasat bir yerli filmde harcanıp geçilen kısa bir park sahnesi oldu. Es’leri ustaca uzatıp temaya sınırsız bir açılım yaratan Antonioni, Bergman gibilerin eline geçtiğini hayal ettim.

Frontal bir fotograf olarak bu topyekun duygunun müzikte, çeşitli enstrümanlarla nasıl verilebileceğini.

Üzerine yazılmış, yazılabilecek hikaye, romanları.


Gözümü nihayet ekrandan aldığımda kalbim daha hızlı çarpıyordu.

.