29 Aralık 2022 Perşembe

IŞIK, ÇÜNKÜ

Işık hızla dönüştüğü anlar beni büyüleyerek içine çekiyorsa belki de varolmanın özünü böylesine derinden hissettirerek gösterdiği içindir; değişimi.

Beliren, ortaya çıkan her şey an be an değişir diyerek bunu gözler önüne seriyor. Bak işte şurada bir ağaç. İzle. Işık nasıl da dalga dalga onun üzerinde yoğunlaşıyor. Onu biricik bir varlık olarak gösteriyor. Işıl ışıl. Tazeliğinde eşsiz. Aşık olunası. Tamam, artık dorukta. Şimdi sahne ışığının üzerinden kayışını seyret. Yorgun argın eve dönülen bir gala gecesi çıkarılıp atılan bir giysi gibi. Geride sönük, gölgelere karışan bir ağaç imgesi bırakıp zirveye taşımak üzere yeni gözdesine yönelişini. Çerçeveyi dolduranların bir biri, bir diğerini böylece parlatıp söndüre hepsiyle birlikte yerini karanlığa bırakarak başka karanlıkları aydınlatmaya gidişini.

Etrafımıza ördüğümüz dört duvarların, ayaklarımızın altına inançlarımız, kanaatlerimiz, düşüncelerimiz, saplantılarımızla döşediğimiz zeminlerin sabit tuttuğu somut (tek parça ve üç aşağı beş yukarı değişmez) varlıklar olduğumuz hissinden ne kadar farklı onun anlattıkları. Dili bizim dillerimizin tersine yanlış anlamaya ne kadar kapalı.

Değişim. Sadece bu. Ağaç da, sen de, o da, her şey gibi sürekli değişerek birbirinin tertibine gire çıka dönüşen, evrilen, belirip yok olan anlardan ibaret.

İşte bunu fısıldıyor ışık gözlerime tatlı tatlı.



Sabah çayımla televizyonda

28 Aralık 2022 Çarşamba

IŞIĞIN ALACALI TATLARI

Gündoğumu ve batımında karışık dondurma yalar gibi ışığı seyrediyorum.

Gökteki ışıkçının fırçası çeşitli. Rüzgar varlığı ya da yokluğuyla resmi fırtınalı bir yağlıboya ile dingin bir suluboya arasında gezdiriyor.

Bugün hava çok durgundu. Deniz pürüzsüz bir ayna gibi belirdi -güneşin gözü kamaştıran top gibi vuruşu, çelik mavisi yüzeyde arkalarında akkordan izler bırakan takalar- öylece de alacakaranlığa karışıyor. Gök bulutsuz. Gün boyu sahne onundu. Ayrım gözetmeden aydınlatan ışığıyla düş gücünü değil, gözü doyuruyordu.

Değişim akşamüzeri geldiğinde ışıktan dondurmama yine uzandım. Deniz hâlâ göl gibi, bu kez farklı titreyişlerin oluşturduğu yamalar, geçen tek tük teknenin izleri sarılı kızıllı alacalı.

Güneş batıdaki tepelerin ufkuna yaklaşır, değişim tatlandıkça tatlanıp hızlanırken ışıkla birlikte renkleri gözlerim kadar kulaklarımla da yaladım. Esaslı bir diyalogdu çünkü. Düet. Oyun denizden perde perde çekildi, ışık iki tepe arasındaki vadiye düşerken bize bakan yamaçta puslu bir boz-kahverengi aydınlığa geriledi. Sözünü bitirene kadar gözümü ayırmadım.

Sonra müthiş bir konserden çıkar gibi kalkıp işime döndüm.

9 Aralık 2022 Cuma

YERDEN YERE

Altı ayı güneyde, dört haftayı da yollarda geçirdikten sonra eve -evlerden birine- döndüm. Kapıyla birlikte burnumu da açtım; iyi havalanmış, kokusu uçmuş, herhangi bir şey kokmuyordu. Akmamış, küf tutmamış. Tozlu ama temiz beklemiş.



Pencereden görünen coşkun şenliğe ilk bakışta anlam veremediğim balkon ise ayrı bir telden çalıyordu. Giderken budadığım begonvil serpilmiş, gürleşen dallarını içeri, yukarı, dört bir yana uzatmış, uzayan dallar kıvrılıp balkonu dolaşırken silme çiçek açmış. Zaptı rapta gelmeyen yaşam gücü pür neşe. Doğa bu kadarcık zamanda kendine ait olanı geri almaya koyulmuş.

Ertesi günden başlayıp kokumun silindiği bu yerde düzen kurmaya giriştim. Balkonu budayıp yerini kaplayan çam iğneleriyle torbalar doldurdum. Temizliğe ufaktan kollarımı sıvadım.

Her yerin kendi rutini oluştukça neyi nerede nasıl yaptığını unutuyor insan. Bir yerde kurduğu düzen, başkasında silinip gidiyor, oradan taşınılmış bir ev gibi oluyor. Eşyadan, duvarlardaki çerçevelerden geriye işgal ettiklerinin hayaleti ile boşluk kalmış bir ev gibi.

Ama değerini yaşadıkça daha çok bilir olduğum bir boşluk bu. Yeni yere yeniden yerleşmezden önceki havada kalmışlık, hayatın ta kendisi muamelesi yaptığımız rutinin aslında ne olduğunu hissettiriyor.



Aslolan ne, ayrıntı ne, kısa bir süreliğine alabildiğine berraklaşıyor. Doğa sahipsiz kalan balkonu nasıl begonville geri alıyorsa, dağılan alışkanlıklar arasındaki boşluktan süzülerek sana da sürekliliğin nerede olduğunu fısıldıyor.

Rutinin ötesinde olanı.

24 Kasım 2022 Perşembe

YERÇEKİMİ YORGUNLUĞU

Kasım, aylardan hangisi olduğunu sonuna gelirken hatırladı, pastırma yazı sıcağını, güneşi, ışığı üzerinden sıyırıp attığı gibi soğuyup karardı. Sen bilirsin, dedim, burada kalıcı değilim zaten. Kuruçeşme ile Bebek arasıyla sınırladığım İstanbul uğrağını Emirgan’a doğru genişletip Sabancı Müzesindeki Hüseyin Çağlayan'ın Suflör sergisine uzandım. Yağmurlu bir ara gün; tenhaydı. Duvarlardaki az sayıda çalışmasına bakıp geniş ekranlı karanlık salona geçtim. Boş banklardan birine oturdum. Yerçekimi Yorgunluğu adlı koreografik eserin rastgele bir anından içine düştüm!



Beden-uzay-gerilim-birikim-çöküş ve yeniden. On üç dansçı elastik, sekmeli, akışkan hareketlerle vurmalı, elektronik ses efektleri, müzik parçaları ve onların kaydırılıp bozulmaları, çakışımları eşliğinde dans ediyordu. Hüseyin Çağlayan’ın tasarımı giysi parçaları (giysi yorumları?)  yerçekimi yorgunlarının bedenlerinde tutsaklığı, bala düşüp çıkamayan sinekliği, atılım ve bir türlü özgürleşememeyi anlatırken  bedenin çevresiyle ilişkisine yeni bir gerilim katmanı ekliyordu.





Bütün bunları şimdi yazarken söze döküyorum. Bir saat mi, daha mı uzun, büyülenmiş seyrederken içimden ne düşünce geçti ne de laflar.

Hareket, sesler ve ışık ile büründükleri kıyafet, bedenin yaşam (bir Budist buna Samsara diyebilirdi; kırılamayan bir yaşam-ölüm döngüsü, mücadele) algısını dolaysız bir his olarak kesintisiz iletiyor, ben de alıyordum.

8 Ocak’a kadar açık. Sizin de ardına kadar açık olduğunuz bir vakit gidip bakın derim.

*

Müzenin bahçesinde olmak başlı başına iyi geliyor.

 




Agnes Denes’in Yaşayan Piramit’i







19 Kasım 2022 Cumartesi

ANNECİĞİM BABACIĞIM

Acar oğlan ana babasının ardından asansöre daldı, onları izleyerek düğmeleri keşfetti ve başladı rastgele basmaya.

Baba ile anne kendilerince uyardı:

Yapma babacığım!

Yapma anneciğim!

Veledin annelikle de babalıkla da işi yoktu. Kendi olup aklına eseni estirmeye devam etti.

Düğmelere hızla, iştahla basmaya.

18 Kasım 2022 Cuma

KELİME MÜZESİ

Nasıl olur dedim. Pek de ilginç bir şey canlandıramadım. Meğer kelimeleri müzeleştirmek hayli düş gücü ve dil ile görsel sanatları birleştirmeyi gerektiriyormuş.



Müze Ankara, Kale’de, Anadolu Medeniyetleri’nin yanında, elden geçirilmiş eski bir yapıda. Üst ve bodrum katının da açılmasını bekleyen dört katı var.







Yeni açıldığı ve okul tatiline denk geldiği için epey kalabalıktı ama daha ilk vitrinlerden içine düşerken bir kulağımdan diğerine yayılan gülümseme de esprileri yakaladıkça genişledi.












Eskisi yenisi, şu ya da bu dilden alınmışı, artık pek kullanılmayanı ama bir parçasıyla dağarımızdaki yerini koruyanı, unutulmaya yüz tutanı ile kelimeler düşündürücü, fark ettirici, eğlendirici biçimlerde sergilenmiş. Doğrusu-yanlışı birlikte gösterilerek epeycesinin yaygın hatalı kullanımı da sıra sıra göz önüne konmuş.





Müze dikkati dile ve yapıtaşları sözcüklere çekerek işlevini keyifle yerine getiriyor.



*

Şubat sonuna kadar oralara yolunuz düşerse Erimtan Müzesinde da Ara Güler’in Aphrodisias fotografları sergisi var.

17 Kasım 2022 Perşembe

ANKARA GÜZÜ

Kasım ortasını da geçtik, Eylül yumuşaklığı devam ediyor. Renkleri, neredeyse sonbahar başları sıcaklığı.



Kulağım renklerde. Göğün derin, tok, lekesiz mavisinden aşağı, ağaçların hâlâ bol yaprakları, uzanıp giden beton çölüne can, renk veriyor. Işığı yanına, arkasına alan çınarlar, türlü meyve ve süs ağacı gözümün önünde kahkahalar atıyor. Sürgit bir ışık-renk dansı.







Ankara kanıma böyle giriyor. Sonra hatırlattıkları, amcamlar, arkadaşlarım. Kolaylıkları, derken içim ısınarak ışıyor.



7 Ekim 2022 Cuma

NE KAÇIN NE DE TUTUN

Ustasından bir mecaz:

Nehrin bir yakası kaçınmaksa diğeri tutunmak.

Ne birine ne öbürüne takılmak ise akıp deryaya kavuşmak.

6 Ekim 2022 Perşembe

OTUR, SIFIR!

Sokağa çıkmanla başlıyor. İnsanlara, süreçlere, nesnelere, hızını alamayıp havaya başlıyorsun not yağdırmaya.

Yetersiz, yanlış, gülünç, iğrenç, korkunç!

Gerçi dışarıyı beklemeye de gerek yok. Kendi evinde de cetvel elinde. Bakımına, haline edecek sözün eksik değil.

Süzgecin, kalburun, filtren cevap cetveli yerine geçen yargıların. Edindiğin, içselleştirdiğin. Çoğu bir ezber otomatikliği, tembelliğinde. Can yakanların altına ise bir bak, korku ve öfkeyi görüyorsun.

Güvenlik, kontrol ihtiyacı.

Engellenmişlik.

Kafanda kurduğun düzeni, anlatını tehdit edene, bozana öfke.

*

Birlikte yargılama, ortaklaşa not verme, şikayet, yakınma yamyamlık olmadığında pek cazip bir abur cubur sofrası.

Bunu çıkardığında kaç ilişkin, arkadaşlığın yakıtsızlıktan devam edemeyecek hale gelir?

Konuşacak, barış içinde susacak ne kalır geriye?

*

Birilerini birileriyle çekiştirmeye kapıldığım, buna maruz kaldığımda bedenime kulak veriyorum.

Kısa, ucuz bir tatmini kötü bir gıdanın ardından gelen misali hazımsızlık izliyor. Gerilim. Kirlenme. Sahtekarlık ederken suçüstü yakalanma hissi.

Bu öyle bir tahterevalli çünkü. Birini alçalttıkça güya kendini yükselttiğin.

3 Ekim 2022 Pazartesi

İDAMLIK BİR BUDİST

Jarvis Jay Masters bir daha çıkmamak üzere hapse 19 yaşında düşmüş. Silahlı soygundan 20 yıllık cezasını çekerken bir gardiyanın öldürülmesinde teşvik ve cinayet aletinin tedarikiyle de yargılanarak ölüm cezasına çarptırılmış. Bugün 60 yaşında, kırk yılı aşkındır San Quentin hapishanesinde, infaz bekleyen mahkumlar arasında.

Hikayesini David Sheff’in kitabında okudum (A Buddhist on Death Row).

Jarvis bir siyah. Uyuşturucu bağımlısı, şiddet eğilimli bir anne ile ondan da şiddetli, sonunda hepsini terk edip yerini kendisini aratmayacak “babacıklara” bırakan bir babanın çok kardeşli oğlu.

Küçük yaşta annesinden alınıp verildiği bakıcı ailenin yanında hayatının doğru dürüst birkaç yılını geçirdikten sonra bu ailenin dağılmasıyla oradan oraya, bir şiddetli ortamdan diğerine, suçtan suça, ıslahhanelerden tutukevine sürükleniyor.

Hapiste oranın en güçlü çetesine “asker” seçilip sıkı bir dayanıklılık ve sadakat eğitimine sokuluyor. Mahkum olduğu cinayet de bu çetenin işi. Jarvis kimseyi ele vermemeye yeminli olduğundan hiçbir dahli olmadığını kanıtlayamıyor.

Ölüm cezasıyla içinde birikmiş tüm öfke, kin, korku, zincirlerinden boşanan bir panik ve hiddete dönüşüyor.

Mahkemenin tayin ettiği bir yasal danışmanla meditasyon ve Budizm ile tanışıyor.

İçsel-dışsal cehennemde yaşarken durup oturmak ve dikkatini nefesine vermek gülüp geçeceği, cılız, alakasız, bir acayip fikir tabii! Danışman peşini bırakmıyor. “Kaybedeceğin ne var ki? Bir dene.”

Nefes alamayacak kadar tıkandığı bir seferinde Jarvis deniyor. Anlık bir rahatlama dikkatini cezbedince de bir iki devam ediyor. Melody (danışman) kendi hocasından aldıklarını aktarmayı, Jarvis uygulamayı sürdürüyor.

*

Hikayesi, bundan böyle hayatının bir parçası olan, bazen onunla uyum içinde aktığı bazen çatıştığı, minnet kadar isyan da duyduğu meditasyonun da öyküsü.

Suç ortamı ve bunun doruğu olan hapishanede (kırk yılın çoğunu suçlandığı cinayet mahalinde, tecritte ve kendisine diş bileyen gardiyanlar arasında geçiriyor) hayatta kalmak üzere edinip kalınlaştırdığı, o zamana kadar tek koruması, gücü bildiği kabuğu çatlamaya, bastırılmış, duygular, travmalar yüzeye vurmaya başladığında dehşete kapılıyor.

Zamanla meditasyon ve Budizm konusunda ona yol gösteren, destek olan çevresi genişlemiş. Ustalarından meditasyonun ne olduğu ne olmadığını öğrendikçe bu dehşetle de yüzleştiği cesareti topluyor.

Meditasyon çalkantılı zihin ve duygulardan geri çekilip içine ve dışına tanık olma terbiyesidir diyorlar.

Yargılamadan, bastırmadan, kaçmadan tanık oldukça güvenliğimiz için etrafımıza ördüğümüz ego merkezli sahte benlik belirginleşir. Onunla bağımız gücünü kaybetmeye başlar. Özdeşleşmemiz çözülmeye doğru gider.

Özü basit, yaşaması çetrefil bir deneyim. Ve hayat gibi. Asla doğrusal değil. Gelgiti, kuşkuları çok.

Hele San Quentin gibi bir azılılar zindanı ve yıllar süren temyiz labirentlerinde.

Ama Jarvis bu karınca adımını atıyor.

Meditasyonun yanı sıra mahkumiyet hayatında edindiği dostlarının keşfedip teşvik ettiği bir dayanağı daha ortaya çıkıyor: Hikaye anlatıcılığı. Ancak okuma yazması olan, dilbilgisi, kelime dağarı sınırlı bir yarı cahil fakat işte doğuştan bir öykücü! Meditasyonla gelen içgörüleri, gözlemlerini ilmek ilmek yazmaya başlıyor. Yazdıklarını çeşitli yerlere gönderip yayımlatıyor dostları. Geniş yankı uyandırıyor, dört bir yandan verdiği ilham ve cesaret için teşekkür mektupları alıyor.

Meditasyon, ifade gücü ve dost çevresinin de desteğiyle çok derin çalkantıların, umut ve umutsuzluk cehennemlerinin ötesinden Jarvis asıl güç ve özgürlük kaynağını adım adım keşfetmeye doğru gidiyor.

Asıl gücün, kalınlaştırdığın bir kabuğun içinde öfkeyle, arzular ve korkuların itip çekmesiyle korumaya aldığın sahte benlikte değil, hayat karşısında çıplaklaşıp sadeleşmekte olduğunu deneyimle öğrendikçe hapiste ve dışarıda birçok kişiye ışık tutuyor, kuvvet veriyor.

Jarvis hala hapis. Ama “dışarıdaki” pek çok insandan daha özgür.

1 Ekim 2022 Cumartesi

GÜZ SAKİNİ

Sonunda bu yazın da kalabalığı dalga dalga çekildi. Sıcak güneşle birlikte alçalarak keskinliğini kaybetti, tatlı tatlı ısıtmaya devam ediyor. Su yumuşacık.

Kalanlar emekli ve yaşlılar. Zaman da buna göre. Günler kısalırken o uzuyor, nabzı düşüyor, sakinleşiyor. Üzerine kurulduğun bir meditasyon minderi. Sükunet.

Plajda çığlıkların yerini ara ara sudakilerin sohbeti alıyor. İşitme kaybıyla yükselen davudi, sigaralı, cırlak seslerden siyaset, yemek tarifleri, denizin kıyıya taşıdığı site dedikoduları.

Çalışanlardan birinin aklına gelivermesiyle kahveden bazen arabesk yayılıyor. Konyalı’dan başkasına.. ya da kaynanaya hitaben yazılmış “Al kızını – koy çuvala- salla salla vur duvara” gibi şeyler. Kısık ses müziğin herhangi bir türünü rahatsız etmekten uzak, çeşni haline getirebiliyor ne ilginç! Verdi ile kaynana şarkısını kulağıma dokunuşunda neredeyse eşitleyen bir şey.

Rutinine sadık bir ben değilim. Hep aynı vakit aynı yerde aynı şeyi yapan aynı insanlar. Suları tokatlayan güçlü yüzücü. Dubaların ipine asılıp önce yüz, sonra sırtüstü bacak egzersizi eden. Yavaş ama güzel yüzen yaşlı kadın.



Tam da ay biterken elim Halk Kitabevinde Mehmet Rauf’un Eylül’üne gitti. Hiç duraksamadan aldım. Ne adı dışında yazarı bilirim ne romanını. Ama kitaplık perisine inancım hiç sarsılmadı. Elin bir çekime kapılmışsa kurcalamadan alacaksın, vardır bir bildirilen.



Gerçekten de koşulların bir araya gelişi onu hoş bir eşlikçi yapıyor. Eski İstanbul, Boğaziçi, birbirine dönüşen haz ve ıstırap ile bir aşk üçgeni. Normalde aman aman çekmeyecekken hoşlanarak okuyorum. İfadenin zamanı geçkinliği (eski modalığı) ustalığından bir şey götürmüyor.

Takvim Eylül’ü ile roman Eylül gelip geçiciliği, uçuculuğu birbirleriyle iç içe anlatırken o da yaz curcunası gibi olup bitecek bu mevsimi sindire sindire damağımda eritiyorum.

30 Eylül 2022 Cuma

İÇİ SENİ DIŞI BENİ

Biriyle bir derdin olduğunda bunu onunla konuş. Bunun yerine ona kapanıp dert ortağına açıldığında üç şey oluyor.

Sorunun olduğu kişiyi nesneleştiriyorsun. Seni doğrulayacak insanla bir olup kafanın (insan zihninin) gerçeklikten uzaklaştıkça bereketlenen üretkenliğiyle nedenler, sonuçlar, açıklamalar uyduruyor, kaygı-korku ve itme yaratıyorsun. Ve söz konusu kişiyi dert ortağınla ilişkini pekiştirmede tutkal olarak kullanıyor, birinden uzaklaştıkça diğerine daha da tutunuyorsun.

İnsan buna kendisi yaptığında değil (o vakit baldan tatlı olabiliyor), kendine yapıldığında uyanıyor.

Olsun varsın, uyansın da.

Birinin arkasından konuşmanın oluşturduğu kurgular kendini aldatmanın en zehirli meyvelerinden.

Biriyle derdin olduğunda ona açıl. Açılamıyorsan teselliyi üçüncü kişilerde arama. Kendine bir bak. Neyi nasıl dert gördüğüne. Tepkine. Tepkini ifade ediş ya da edemeyişine. Fünyeyi orada buluyorsun.

Karşındaki şöyleymiş böyleymiş, ikincil. Önemli olan bunun sende neyle nasıl birleşip iltihap ya da patlamaya yol açtığı.

Bunu da sana hiçbir dert ortağının sırtını sıvazlaması gösteremiyor.

25 Eylül 2022 Pazar

KEDİLER ALEMİNDE

Beni böylesine yekpare alıp götürmeleri hastalandığımda başladı. Başka hiçbir şeye halim yoktu. Yataktan kalktığımda verandada oturuyor, onları seyrediyordum. Maskaralıklarıyla eğlenirken çekimleri derinleşti.



Ensiz bahçe duvarına bu sanki su yatağıymış, yayılabilecekleri en konforlu şeymiş gibi, onu kah döşek kah yastık ederek uzanmaları. Bahçede seçtikleri yerler. Adını kedi çukuru koyduğum ufak çöküntü (pusu kurmak ve gözlerden uzak uyuklamak için ideal). Mazıların altı. Verandanın orası burası.

Bedenlerinin neredeyse eriyik bir hale geldiği sonsuz gevşeme ile lazer keskinliğinde dikkat, teyakkuz arasında bir andan ötekine gidip gelişleri.



Konsantrasyonları! Bölünmemiş bir odaklanma. Kulaklarını, gözlerini, bunlarla beraber (500 tane olduğu aklımda kalmış) kaslarını mikro hareketlerle andan ana ayarlarken gözlerden kaybolmalarını sağlayan heykelleşme.

Onları tek tek seyretmekten hiç sıkılmazken bir de kendi aralarındaki iletişim. İnceliklerine yavaş yavaş vardığım sinyalleri, birbirlerini tartış, ittifak ve rekabetler.



Bahçenin müdavimleri feleğin çemberinden geçmemiş birkaç aylık yavrular. Ardına kadar açık yusyuvarlak bakışlarındaki henüz sadece soru ve hayret.

Oyunları! Salıncak ettikleri asma. Mazıların yere değen dallarını arkasına geçip ani hücum ve duruşlarla kedi hayaletleri gibi kımıldatışları. Açıktaki kovalamaca ve güreşler. Kukla tiyatrosu!

Yeni anne olmuş sefil kedi Kırpık ile başladığım bu yılki beslenme desteği o kaybolduğunda başka bir ana kediyle devam etti. Benekli. Yiyeceğini savunmuyor, başkaları geldiğinde geri çekiliyordu. Seçip ayrım gözetmeye devam ettim. Hoşuma giden ve yaşam iradesi zayıf olanları. Ama böyle seçilmiş her biri ortadan kayboldu. Sonuncusu, gözü pek ama mama konusunda aldırışsız Latte idi. Bir deri bir kemik. Bir sabah bahçe duvarında karnını açarak okşayan elimin altına yayıldı. Sonmuş. Bir daha görünmedi.



Kardeşi, çizilmiş kadar düzgün, uzun tüyleriyle İspanyol soylularının fırfırlı yakalarını andıran beyaz göğüslü, beyaz maskeli suratıyla Felix yabaniydi -zaten seçtiğim de değildi. Latte’nin yerini çabucak aldı. Geldi, gönlümün ortasına kıvrıldı.

Şimdi birbirimize bayılıyoruz. İyi huylu bir oğlan, yumuşak, meraklı, oyuncu. Sabah tayınında ona birkaç dakika avans vererek diğerlerini (tekir, kara ve “Battaniye”) uzak tutuyor, sonra, buyrun, servis avama da açıldı diyorum. Öğrendiler. Sabah sabah bir tek Felix ayağıma dolanıyor, diğerleri efendice sıralarını bekliyor.



Uzlaşabildiğimiz de bundan ibaret. Onlar kedi, ben insan.

Ama bol bir entari gibi kendimden sıyrılıp seyirlerine daldığımda onlar kadar tek parça, bölünmemiş olmanın derin doyumunu sunuyor kediler alemi.

15 Eylül 2022 Perşembe

SEN KENDİNE BAK

Haşemalıya hiç öyle (medeni kabulün diplerinden) burun kıvırma.

Saçını sarıya boyayan kadından ne farkı var?

“Açık” tarzını başka bir tanrının emri bilenlerden?

Senden?

Herkesin yanılsaması kendine.

Ve yanılsamalarımızda eşitiz

      dedim kendime.

12 Eylül 2022 Pazartesi

YANGILI ZİHİN

Yangı güzel bir terim. Yerini dolduruyor. İçindeki ateş ile enflamasyona denk bir karşılık.

Tanımı:

“Canlı dokunun her türlü canlı, cansız yabancı etkene veya içsel/dışsal doku hasarına verdiği sellüler (hücresel), humoral (sıvısal) ve vasküler (damarsal) bir seri vital yanıttır. İnflamasyon normalde patolojik bir durum olmasına karşın, inflamatuar reaksiyon fizyolojik olarak vücudun gösterdiği bir tepkidir.

Yangılı/tepkisel zihin.

Karşı karşıya olduğu durum boyunu aştığında kendi haline bırakılmış zihin ya boyun eğiyor ya da başa çıkamadığı bir isyanla yangılı bir hale gelmeye başlıyor. Güçsüzlük, hayal kırıklığı, engellenmişlik, öfke ya da bunların bir kısmı/hepsinin değişken bir kokteyliyle tepkiselliği bileniyor. Katılaşıyor. Katarakt gibi görüşüne, bakışına iniyor.

Her şeyin kendince özeti olan iki üç çizgilik karikatürlere indirgediği tiplemelerini artık gerçeğin ta kendisi biliyor.

Bunlara dokunulmasına tıpkı iltihaplı bir doku gibi tepki gösteriyor. Durup bir daha bakma çağrılarını, fısıltılarını kestirip atıyor.

Yangılı zihin, acısını çektiği güdüklüğün, tıkanmışlığın mevcuttan ziyade kendi tepkiselliği olduğuna uyanamıyor.

*

Belirtilerini biliyorum. Haklılığıma, hissimin “doğru algıya” dayandığına inanç. Patladı patlayacak bir infial. Keskin bir burun kıvırma eşliğinde gelen (“Şuna bir bak da sen söyle; haksız mıyım?!”) kiniklik. Dünyaya cepte hazır yaftalar ardından bakış.

Düzeltmeye hiç kalkışmıyorum. İçinden ıslah edilecek bir durum değil bu.

En fazla tepkinin fişini çekip yola devam edebilirim.

Dikkatimi sivriltmediğim şey kendiliğinden sönüyor. Neyse ki bunu öğrendim de yangılı zihin kendi kendini körükleyerek beni eskisi gibi (kadar) olmadık yerlere sürüklemiyor.

11 Eylül 2022 Pazar

EVCİLİK

Hayat evcilik oyunu gibi (ya da Monopoly). Kraliyet örneği, sembolden ibaret kalmış bir kurumla bu ne kadar çıplaklaşıyor.

Şimdi ben kraliçeyim, sen de başbakan, tamam mı?


10 Eylül 2022 Cumartesi

BEDEN DEDİĞİN

Ha ha, evet! dediğim bir yorum. Mealen:

Gereklerini yerine getirin, iyi kullanın ama aşırı endişeyle, ölüm korkusuyla fazla da ciddiye almayın. Nedir ki beden? Alt tarafı yeniden dönüştürülmüş, vakti geldiğinde bir kez daha dönüştürülecek bir malzeme.

8 Eylül 2022 Perşembe

CAN VE MAL

Gün esaslı bir poyrazla başladı. Sert, kuru, kavurucu. Öğleye doğru da birbiri ardına uçaklar, helikopterler geçmeye. Eyvah! demeye kalmadı, karşı tepenin başında koyu dumanlı bir bulut belirdi. Ateşi görünmeyen bir duman. Ama uçaklar o tarafa dönmek yerine yollarına devam ediyorlardı.

Birkaç saat içinde dumanlı bulut çoğalarak yer değiştirdi. Sırtımızı verdiğimiz tepeleri kapladı. Koyulaştıkça koyulaşmış, güneşi kıpkızıl, meşum bakışlı bir horoz gözüne çevirmişlerdi. Toz halinde tek tük dökülen küller artık yağıyordu. Dağın arkasından alevler fışkırdı fışkıracak.



Güvenliğe sordum. Akkuyu yakınlarında başlamış, hızla yayılıyor, poyrazla bu tarafa geliyormuş.

Denize gidenler, dönenler ilgilerini çoktan kaybetmiş, kızıl çipil güneş ile çevreleyen cehennem bulutları yerine kendilerinin, birbirlerinin fotoğrafını çekmeye geri dönmüş.



O taraftan gelen bir toptancıya sorduk. Tepelerin yandığını, yangının yamaca yönelip yolu geçecek gibi görünmediğini söyledi. “Yerleşim de yok oralarda.”

O halde mesele de mi yok?

Bu sabah poyraz sürüyordu ama gök açıktı. Ne kadar yeni olduğu anlaşılmayan bir internet haberinde yetkilinin “Tahliyeleri yaptık, yangın kuzeydoğuya doğru ilerliyor, onun da gereği yapılacak ancak çok şükür ki can ve mal kaybımız yok” beyanını okudum.

Her yerdeki külleri süpürürken yetkilinin kendine güvenli, hoşnut sırıtışı gözümde canlandı.

Can’dan kasıt, üstünlük, biriciklik vehmedilen insan. Kayda ancak geçim kaynağı ise geçebilen diğer mahluk da onun malı.



Küller arasındaki kavruk çam iğneleriyle önüme yuvarlanan yanık kuştüyü parçalarıysa bambaşka bir hikaye anlatıyor.