28 Ocak 2022 Cuma

İĞNEYİ KENDİNE -II

Deneyi çeşitli bağlamlarda defalarca yapmışlar. İnsanlara makbul sayılan özellikler açısından kendilerini ortalamanın neresinde gördükleri sorulmuş. Zeka, şoförlük, iyi ilişkiler, anlayış vb. Yüzde 90-95 arası kendini vasatın üzerinde nitelemiş. Şimdi, isabetli bir değerlendirmede “ortalama” kavramının bir anlam ifade edebilmesi için bu oranın yüzde 50 olması gerekir değil mi?

Tepeden bakarken ayaklarımızı bastığımız zemin bu. Bunu birlikte yapıyoruz. Oklarımızı doğrulttuklarımıza karşı birbirimizin sırtını sıvazlar, karşılıklı hak verir, kazanın altını birlikte yakarken neyi gözden kaçırdığımızı bu oyunu içimde oynamadığımda fark ettim. Peki ya sen? Cilandan çok daha fazlası neyin var ki kendini bu kadar ayrı, yukarıda görebiliyorsun?

Görgü, yol yordam bilmek gibi özellikler kendini herkesten ayrı, yukarıda görmeni nasıl haklı çıkarıyor?

Bize iyi perdah verildi, doğruya doğru. Yüzey, görüntü, pırıltıyı içerik, derinlik, dişe gelirlik bildik. Prezantabl olmayı.

Harikalar Diyarında Alice’in karşılaştığı en esaslı şeylerden (gerçi hangisi değil ama) biri bana oldum olası o tuhaf çörek gelir. Aynı çörekten bir kez ısırınca büyür büyür, odaya sığmaz olur da hani, bir daha ısırdığında fare deliğinden geçecek kadar ufalır ya.

Bunun bir ego mecazı olarak okunması ne kadar yerinde.

Ego müthiş bir kendine güvensizlik, inançsızlık ile bunun tam tersi arasında gidip gidip geliyor. Onun bu salınımının adaptif bir tavır olduğunu söyleyenler var:

Beğenilmemek, eleştirilmek insanın sürü içindeki yerini tehlikeye sokacağından varoluşa dokunan bir endişe yaratacaktır. Makbul sıfatlarda “en” olmak güvencede olmak anlamına gelecek. (Ya da tam tersi, en tepede olunamıyorsa insan kendini herkesten önce kıyasıya eleştirerek bir teslimiyet tavrına sığınacak. Tıpkı alfa hayvanın önünde yere yatıp karnını açarak ona teslimiyetini gösteren zayıf hayvanın da sürüde düşük de olsa yer edinmesi gibi.)

Ortalamanın üzerine kendi niteliklerimizle çıkamıyorsak bir çözüm de diğerlerini aşağı çekmek, küçültmek.

Bir etkinlikte, ortamda, herhangi bir etkileşim sırasında gözümüz, kulağımız ilk neyi arıyor? Dikkatimizi olumlu, iyi, güzel çektiğinde yanına bir “ama” iliştirmeden durabiliyor muyuz? Olumsuzu, istenilmeyeni görüp çıkarmak bize nasıl bir üstünlük hissi veriyor?

*

Ben oynamıyorum demek kirli fanusun dışına çıkmak.

Elinden kasap bıçağını bırakmak.

Kendini ne kadar yorduğunu, gözünü nasıl kararttığını için acıyarak fark etmek.

Onca karayı çalarken algını nasıl tek yanlı, dar bir yola soktuğunu görmek.

Ufal ki büyüyeyim.

27 Ocak 2022 Perşembe

İĞNEYİ KENDİNE

Eski bir yakını için “Zaten tam bir Robert Kolejli!” diye sözünü bitirdi.

“O ne demek?”

“Amerikan üstünlüğü terbiyesinden, bokunda boncuk bulma eğitiminden nasibini almış. Önüne gelene burun kıvıran, tepeden bakan.”

İrkildim. Robert Kolejli arkadaşlarımı düşündüm. Benim tanıdıklarım öyle değil, dedim.

“Daha yakından bak” dedi.

Öyle yaptım ama gördüğüm en son Robert Kolejliler oldu. İlki ise, ne tuhaf, sohbetlerimizden büyük zevk aldığım bu arkadaşım, ardından (bir kez daha) kendim ve ayrıcalıklı kesimden sayılacağımız şu ya da bu kolejden, özel okuldan yakın çevrem.

Belki aynı telden çaldığımızdan, arkadaşımın yakınına yapıştırdığı yaftanın kendisi için ne kadar geçerli olduğunu hiç fark etmemişim.

Bu, dikkatimin, ancak kendi içimdeki alıcı-vericisini kapatıp kulağımı etrafıma verdiğimde bütün gerekçelerinden, haklı kılıcılıktan soyunup dımdızlak kalan negatif bakışa eğildiği bir zamana denk geldi.

Kararan dış koşullar ne kadar sövüp saysak yeridir, nereye baksak karanlık dedirtiyor, tamam ama birincisi, bu (gayet incelikli, belirsiz, başka kisvelere bürünmüş ya da açıktan açığa aşağılayıcı olsun) tepeden bakış bugün-burasıyla mı sınırlı? İkincisi, bu tavrın nelere yol açtığının farkında mıyız? Nasıl bedeller ödeyip ödettiğimizin?

Soruların karşılığına ne yani, Polyannacılık mı yapalım ya da vaziyet görmezden-duymazdan gelinecek gibi mi benzeri indirgemeci, kapıyı açmadan kapayıcı cevaplar değil aradığım. Hayır. Çok katmanlı bir algının ve dilin peşindeyim. Şu, ya öyle-ya böyle indirgemeciliğinin ötesine geçebilir miyim?

Baktığım an negatifi mi görmek zorundayım? Buna pozitifi seçmekten öte bir alternatif getirebilir miyim?

Hayata, insanlara bok atmadan, burun kıvırmadan bakabilir miyim?

Alaycılığa, aşağılamaya, karalamaya sapmadan?

Böyle yaptığımda bana ne oluyor?

Yapmadığımda neleri nasıl görebilirim?

25 Ocak 2022 Salı

SÜTANAM

Cenaze arabası Trakya üzerinden gelip yıllardır görmediği bir kar yağışıyla felç olan İstanbul’un girişinde, Büyük Çekmece’de mahsur kalmıştı dün gece bilgisayarı kapadığımda.

Sabah bir şey değişmemiş. Daha doğrusu değişmiş de yolcumuz fazla yol alamamıştı. Onu getirenler bütün gece bekledikten sonra bakmışlar olmuyor, emaneti Silivri mezarlığına teslim edip dönmüşler. Silivri’den bir araç çıkarılmış, o da biraz ileride, Kumburgaz’da takılmış.

Çocukları ve süt evlatları, mükemmel bir karmaşa halinde hizalanan koşullara, zaten alacalı olan duygularımızla boşanmaya hazır, makaraları koyverip güldük, güldük.

Salıları hiç sevmezdi, dedi kızlar. Ne yaptı etti, cenazesini çarşambaya getiriyor.

Epeydir çıkmıyordu, dedim. Fırsat bu fırsat, biraz dolanayım, hava alayım diyor anlaşılan.

Bir yanı aramızda olsa daha da çınlayacak kahkahasıyla bize katılırdı, ona hiç kuşku yok.

*

Annemle liseden arkadaşlardı. Sadece ortaokulda aynı sınıfta olmuşlar ama kendileriyle kalmayıp çocuklarına aktardıkları ömür boyu bir arkadaşlığa yetmiş. Aynı kumaştandılar. Aynı tat ve sıcaklıkta. Evlerine kendi evim gibi girip çıktım, sarmalandığım atmosferde yabancı, yadırgatıcı hiçbir şey olmadı.

Bir imbiğe koysam, onca niteliğini damıtsam geride tadı kalırdı. Tatlıydı. Muzip, keskin bir mizahla gülünecek şeyleri bulup çıkarmada üstüne yok. Zihniyle adım adım aramızdan ayrıldığında bile beynini kaplayan tabakalar umulmadık bir anda aralanır, ışıltılı zekası bulutların arasından sıyrılan güneş gibi beliriverir, lafı gediğine oturtur, bizi ağzı açık bıraktığı gibi yitik alemine dönerdi.

Sütünden kızlarına tadı, hakikiliği, mizahı, damağı, el becerisi geçti. Ben de aynı sütün disiplin kolaylığımın kaynağı olmasından şüpheleniyorum. Neyse, özünü hamurumuza göre damla damla her birimize paylaştırdı sanki. Huyumuz suyumuzda ayrı ayrı iken gülme becerisinde ortak, bağımızda bir etti çocuklarını, süt evlatlarını.



Ona soru sormayı çok özlediğini söylüyordu kızlar. Bilgisi, görgüsü, becerisi, hikayeleri, kaç olağanüstü dönemi barındırmış neredeyse yüzyıllık bir yaşam. Şu nasıl edilir, bunu nasıl eylemeli?

Yokluğuna varlığında alıştırmaya başladı. Kayıtları silikleştikçe silikleşti. Kimliği belirsizleşti ama gördüğü saygı, özen, sevgi, doldurduğu yer baki kaldı.

*

Cenaze şimdilik yarın öğleyin kalkacak görünüyor.

Ama bilemeyiz. Sütanam ne zaman tamam, bu kadar, artık gidebiliriz derse.

Sütünü helal et. Ne çok beslendim ben ondan.

Devrin daim olsun.

9 Ocak 2022 Pazar

ORDAN BURDAN İSTANBUL

Dolaş. Çanağını doldur. Yavaşla. Aldıklarını sindir. Dışarısıyla içerisi, şehir ve sen; tahterevallinin bir o ucu, bir bu ucu yükselsin.

Pandemi ve zıvanadan çıkan pahalılıkla etkinliklerin iyice seyrelmesi taşrada edindiğim tempoya çok uyuyor. Tefekkür yanı harekete ağır basan bir gidiş. İyi ki de öyle.

Düstur az ve öz. Bir avuç yakınımı görmek, kalabalıktan sakınarak dolanıp şehrin oldum olası sevdiğim nabzını uzaktan-ufaktan hissetmek, hatırlamak iyi geliyor.



*

Kadıköy’de şehrin son gazhanesini belediye değerbilir bir kültür merkezi haline getirmiş: Müze Gazhane. Endüstriyel bir hurdalık egzotik bir esintiye dönüşürken hatırı sayılır bir alan da halka açılmış. Kütüphane, atölyeler, tiyatro, sergi salonları, çocuk bilim merkezi, kitapçı, kahveler ve aralarında bol boşluk, birinden çıkıp diğerine giderken insanın iştahını tazeliyor. Geçmişten günümüze karikatür sergisini bir ülkede her şey değişirken bu kadar da aynı mı kalır diyerek gezdik. Çocuk bilim merkezini tabii. İklim sergisine burnumuzu uzattık (sergileme, sunum bu çağın teknolojiyi tepe tepe kullanan ustalığı), kitapçıya daldık Çağlayan’la, iki kitap kurdu. Hayat Yeniden: Umut Felaketleri Yener başlıklı, göçmenleri belgeleyen fotoğraf sergisi sırf yerinden değil, ülkedeki konumundan da edilmişlere sarsıntı, yıkım ve yeniden doğruluş üzerine çok şey söylüyor.

Tatlı bir doygunlukla kahve molası verdik, çıktık ve yolu şaşırıp kendimizi şehrin (yüksek yüksek kulelerle) yeni iğnedenliği Fikirtepe’de bulduk. Ne yolu belli ne izi. Yırtıcı bir iştahla yumuldukları arazide yollar plan program yerine telaşlı pençe ve diş izleriyle açılmış sanki. Biz şaşkın, navigasyon daha da şaşkın, niyetli olarak dünyada girişilmeyecek bir tur attık. Kıvrım büklüm sokaklarda devasa bloklar ile karşılarındaki, nasılsa var kalmış köhne tamirciler, sinekli bakkallar, gecekondular ve onlardan hallice kirli suratlı apartmanlar (pencerelerinden beyaz bayrak yerine sarkan çamaşırlar). Ülke en doğusundan başlayarak batıya doğru hamle etmiş de kiminin muradına erdiği, çoğunun eli böğründe kaldığı bir duvara burada toslamış bir şehir gibi İstanbul. Hareket, köken çeşitliliği, engellenmişlik, kıstırılmışlık hep bir arada. Fikir(allah akıl ile birlikte versin)tepe bu açıdan iyi bir özetmiş.

*

Mahalle camii onarımda, ezan çeşitli uzaklıklarda başka camilerden anlaşılmaz bir uğultu kalabalığı halinde yükseliyor. Sesi ne kadar yüksekse camilerin bir iki istisna dışında kendileri yüksek bloklar arasında o kadar kaybolup gitmiş. Ses de biçim de böylece ulvilikten, huşu uyandırabilmekten ne kadar uzak ama dinin çoktan yeryüzüne indirilmiş, hatta yerin altına sokulmuş haliyle de pek uyumlu. Kalabalığın niteliğe galebe çaldığı bir yerde yakışır diyor insan.

*

Kentsel dönüşüm blokları. Dar kenarı kısacık bu dikdörtgen yapılar midesiz bir yemek borusunu andırıyor. Uzayıp giden bir eksen boyunca genişleyemeden sıralanmış odalar. Bir inşaat taahhütnamesinin alt alta maddeleri gibi. Malzeme kalitesi mi? İşte buyrun, birinci sınıf, onunla yetinin! İnsana ev duygusu verecek, işlevleriyle çeşitlenen mekanlarla bir de mimari ruh beklemeyin. Yenilik ve pırıltı neyinize yetmez. Cilanın öze galebe çaldığı bir yerde bu da yakışır diyor insan.

Bu blokların arasında uçuşan martılar.. “Ruh” onlarla geliyor. (Ne kadar fantastik bir görüntü!) Kaldırım boyu ağaçların bir tutam yeşiliyle de ısınıyor insanın içi. Ve gökyüzü tabii. Daima.

*

Pera Müzesinde bir sergi: İstanbul’da Bu Ne Bizantizm. Modadan çizgi romana, sinemadan resme dünyanın dört bucağında Bizans tahayyülü. Koşar adım ilerleyen bir yoksullaşmayla iç içe gösterişçi tüketimi düşünürken aklımdan geçenin hoş bir uzantısı oldu: Ne olsa Bizans’ın devamı bir yerde yaşıyoruz.

*

Yeni AKM. Eskisine yüklediğim hiçbir anlam yok (sahiplenmeyince de boş bir sabun kutusu gibi gelirdi). Önyargısız, beklentisiz, etrafını dolaştım. Eski cephe ile onu hafifleten, hareketlendiren yenisi arasında bir süreklilik sağlanmış. Eski otoparkın üzerinde yükselen ve herhalde en az ana bina kadar yer tutan ek kanat, kütleselliği ve sunduğu perspektiflerle biraz 3. Reich mimarisini çağrıştırdı. Konser salonundan tiyatrosuna, atölyelerinden kitaplığına içlerine girmek, akustiğine, verdiği hislere bakmak gerek tabii, yapıyla hemhal olmak. Ama boş halini dışından adımlamanın da uyandırdığı bir izlenim var.

Derli toplu. Bağırtkan değil. Çirkin de değil. Fazlasını da beklememeli. Mekan bu, ya içerik derler yoksa. Bırak teşviki, sözün, sesin, yaratıcılığın ezildiği yerde yeni bina fena bir başlangıç sayılmaz.

*

Dişçi, “Güzel” dedi. “Sallanan ya da çatlamış dişiniz yok.” Pandemiyle birlikte çok sık gördükleri hasarlarmış bunlar. Diş sıkmaktan. “Siz siz olun, çenenizden güç almayın” diye ekledi gülerek.

*

Evde ne internet ne tv var. Akşamları divana uzanıp kitabıma gömülmek bölünmemişliğin derin hazzını veriyor.

(İlgiyle okuduğum iki kitap: How Music Got Free, Stephen Witt – Bedava Müzik: Bir Mucit, Bir Patron ve Bir Hırsız Müzik Endüstrisini Nasıl Altüst etti başlığıyla çevrilmiş. Ve Sovyetlerin yıkılışıyla ortaya çıkan oligarklardan biri etrafında Putin’li yeni düzeni konu alan Once Upon a Time in Russia, Ben Mezrich.)

*

Gün ağarırken köprüdeydim. Dar uzun bir bulut Çamlıca tepesinin üzerine sere serpe uzanmış. Altında şafak vaktinin pusu, kat kat yayılarak yapıların, kıyının dış çizgilerini siliyor, görüntüye olmadık şaşırtmalar veriyordu. Köprünün karşı ayağı, televizyon kulesi şurada silinmiş, az yukarıda yoktan var olarak göğe yükselişlerine devam ediyordu. Grinin tonlarıyla süren bu oyunun doğusunda güneşten önce tepenin ardından yayılan sarı ışıltısı göğe rengini verirken duru maviyi aşan bir uçak izi kıpkızıl kopmuş gidiyordu.

Ah İstanbul! dedim, senden umut kesilmez.

*

Bir şehir paradoksu daha: Sürekli göz altındayken hiçbir zaman (kendiliğinde) görülmüyorsun.

*

Birkaç fotoğraf: https://photos.app.goo.gl/P7JAGJ4TgRGhz74d8

8 Ocak 2022 Cumartesi

K HARFİ

 Kapısını açmamla raflarındaki koyu kelimelerin aklıma hücum etmeleri bir oldu:

 

Kıyıcı

Karanlık

Kazurat

Kısır

Kıyafetsiz

Kabız

Katı

Kör

Kirli

Kelek

Kasırga

Kusmuk

Kurban

Kaçak

Kasıntı

Kubur

Kibir

Kötü

Kargaşa

Keşmekeş

Kalleş

Kırık

Kesik

Kenef

Kaba

Kesat

Kelepir

Külüstür

Küf

Küfür

Katil

Kabahat

Kazık

Kısıt

Kel

Kusur

Keşke

Kanser

Kayyum

 

Kıyamet