26 Nisan 2019 Cuma

17 METREKÜP


Evi dağıttık, ayıkladık, yeniden sınıflandırdık. Komşu sayılacağımız kuzinime ve yeni yerime ayırdıklarım için nakliyeci çağırdık. Salonu doldurup arka odalara taşanlara baktı. 17 metreküplük aracımız, dedi, işinizi görür. Yatak-yorgan, tabak çanak, bir de şu, bu da olsun diyerek mevcuda eklediklerime çekinerek, kuşkuyla baktık. Bunca şey. Sığacak mı? Uç uca iki otomobil eden etmeyen araçlarıyla geldiler. Paketlendikçe şişen şeyleri gözümüzde büyüdükçe büyüyen bir yığın ettiler, taşıdılar da taşıdılar. Ev boşalıp seslerimiz yankılanırken nihayet son seferlerini yaptılar ve.. sordular: “Başka şeyiniz var mıydı? Daha yerimiz var da.” Araç aldı, aklımız almadı.



17 metreküpün arkasından biz de yola koyulduk. Gelinciklerle kızıla, hardal çiçekleriyle sarıya bulanan allı güllü, ton ton da yeşile kesmiş doğayla Ege’yi bulduk.



Ardımızdan 17 metreküp de ulaştı. Yeni eve ait olanlar yedirilecek yeni bir yığın olarak boşaltıldı. Eksikleri gidere, gedikleri doldura yol alıyoruz. Yapılacak edilecek, düşünüp taşınılacak şeyler. İmamesi kopmuş tespihin taneleri gibi bir dağılış hissi bazen. Nereye nasıl yöneleceğini bilememe. Teoriler ile pratiğin açıldıkça keskinleşen makası.



Kalıntısının 17 metreküp olduğu bir yitme, yitirme..



Bahar çok güzel. Bir vakitlerin köyü hâlâ sakin. İnşaat gürültüsü, yollarda ağır kamyonlar eksik değil. Ama şu coğrafya ve iklim! Böyle iyiyim.



Odamın penceresi, burun dibimdeki terasa atılmış iki küflü koltuk ile köşedeki paslı anteni begonvillere karışıp cengelleşen sarmaşıkla paylaşıyor.

Bu da var, bu da. Neye odaklanacağını sen seç der gibi.

Gerçekten de, bir sonraki vitesin henüz kararlaştırılmadığı bir debriyaj aralığında gibiyim.



Dinamik bir askıda.

20 Nisan 2019 Cumartesi

TORNADO!


Kuzinimin oynanacak oyunları tükenen 6 yaşındaki oğlu, eline verdiğimiz yazı tahtasını kalan onca enerjisinin patlamasıyla doldurdu. Koşan, kesilen, dönen, girdaplanan, dört bir yana saçılan bu coşmaya da hayal gücüyle akacağı yatağı, hikayesini katıverdi: Tornado!



*
Sabahların körü beynimin içinde çiğ, gür stadyum ışıkları yakılmış gibi gözüm açılıveriyor. Bu açıklıktan düşünceler akın ediyor. Sorular bölünüyor, kendilerine ait olmayan cevap yarılarıyla eşleşiyor. Bir kaygıyı tatlı bir heyecan izlerken üzerlerine irice bir kuşku devriliyor. Tuzla buz olmuş Bohemya kristali misali düşünce parçaları sivri, küt, köşeli, iri ve ufak zerreleriyle zihnin damperli kamyonundan üstlerine boca ediliyor.

Birkaç saat sonra makul bir vakit nihayet gelip yataktan kalktığımda beynim buruş buruş, bedenimden çok daha yorgun.

*
Dikkatim yağ dökülmüş zeminde uygun adım yürümeye çalışan acemi birliği gibi. Kayıp ilanı verip yenisini çıkarttığım nüfus cüzdanını tapuda alıkoyduklarını kayıt bile etmemişim. Bazen etraflı düşünürken bazen burnumun dibini görmüyorum. Geçmişin bulanan bir şimdi üzerinden geleceğe aktığı bu ev tasfiye-yenisini kurma işi dün-bugün-yarın arasında şimşekler çaktıra, yıldırımlar düşüre, ortalığı gündüze çevirip koyu karanlığa boğa ilerliyor.

Kasırga! gerçekten.

12 Nisan 2019 Cuma

YİTİK BİR GÜN


Ve kadın, matadoru sıcak suyla masmavi boya dolu küvete soktu. Çifteyi adama doğrultmuştu. Matador artık yalnızca bir matador değil, şarkı söyleyen mavi bir matadordu. Böyle yazıyordu afişinde. Afiş arenanın sırtına yapıştırılmıştı: Duvarın tepesinde kafalar, kafaların üstünde de fırlatılan şapkalar görülüyordu.

Film bitti.
Yazılar çıktı.

Yerimden kalktım. Televizyonu kapamadım. Elektrik sobasının birbirine eklenerek uzatılan kordonlarının arasından geçtim. Pabuçları sakınarak gölcüklü bir yolda yürür gibi. Yemek masasında çay fincanımı gördüm. Yarısı doluydu, unutulmuş. Altından ekmek kırıntılarını sıyırıp dudaklarımı dokundurdum. Sıcak olması gereken soğuk bir sıvıydı. Ölüyü öpmeye benzettim. Dolandım. Gazetenin dağılmış sayfalarında hafta sonu bilmecesini aradım. Bulamadım. Lavaboyu ovdum özenle. Uzun uzun. Suyun altına tuttum ellerimi. Aynada gözlerime baktım. Aydınlıktan gelen sesleri dinledim. Kadın çocuğu azarladı, adam kadına bağırdı. Daha aşağıda bir radyo açıldı. İbre, prazitlerle kötü bir aşk şarkısı arasında gitti geldi. Radyo kapatıldı. Başka bir derinlikten tabak çanak takırtıları yükseldi, bir an su sesine boğuldu. Bir güvercinin kanat hışırtısını diğerininki izledi. Gölgeleri buzlu camın çizgilerinde grafikleşerek saçağa kondular. Çikolata kutusunun jelatinini yırttım. Bir tane aldım içinden. Buyrun. İki tanesini tuttum. Bayattı. Dibi içine göçmüş. Elimde kalan yarısında beyaz lekeleri dikkatle seyrettim. Diş izleri arasında korku ve heyecanla şişman kurtçuklar aradım. Yoktu. Şöminenin yanında ölü yapraklardan bir öbek oluşmuştu. Yavaşça gözlerimi kaldırdım, kaldırdım.. Pütürlü duvardan saksıya ulaştım. Kırık kenarına ve bitkinin dallarına nihayet. Neredeyse çıplaktı. Saydamlaşan soluk yeşil dallar, kalan yaprakları doyuramayacaktı. Şöminenin yanında bir ya da iki öbek daha, sonra elveda Yağlı Hasan.. Hüznüm dalların rengindeydi. Soluk yeşil. Elveda Yağlı Hasan. Telefon çaldı. Açıldı. Kapatıldı. Ayakkabılarımın tozunu aldım.

Hayvan, ipin öbür ucundaki adamın çevresinde birden hızlanan ağır çemberler çiziyordu. Bazen duruyor, başını iyice eğip ön ayaklarından biriyle yeri eşeliyordu. Yavaş, kararsız, sinirli. Bazen arka ayakları üzerinde şahlanıyor, yelesi bir yandan ötekine yatıyordu o zaman. Sonra devam ediyordu dönmeye, dönmeye, dönmeye. Siyahtı. Açığından adeta, tırıs, dörtnal biniciler geçiyordu. At yükseldiğinde eyere düşen, alçaldığında havaya fırlayan kötü biniciler. İzlemesi çok eğlenceli bir aksilik. Gövdeleri hayvanınkiyle birlikte devinen ifadesiz yüzlü, mağrur sırtlı iyi biniciler.. Garson bir an pencereyle arama girdi. Garson ceketi rengi ceketi seyrime perde gibi indi. Siyah, bordo ya da beyaz, bilmiyorum. Tuzluğu devirdim. Su şişesine çarptı. İkinci kez sorduğu sorusunu yanıtladım. Tabağı önüme koydu. Çekildi. Çitlerle çevrilmiş alanın kenarında hâlâ yemyeşil çimler vardı. Çıktım. Hava ayaz, gübre, ter, saman, ızgara balık kokularıyla şeritleniyordu. Akordeon çalar gibi kah soluğumu tutup kah ciğerlerimi doldurarak yürüdüm. Çakılları tekmeledim, ıslık çaldım: Yaşamımın Güneş Işığısın. Soktum ellerimi cebime, boyası dökülmüş tahta bir banka oturdum. Başımı eğdim, toprak zeminde boğuklaşan tok adım seslerini dinledim. Hadi yavrum’ları, sağa çek-sağa çek’leri. Kaldırdım başımı, küt mahmuzlu çizmelere baktım. Kısa, sert hareketlerle gövdelere vurup çekilişine, seğiren sağrılara ve sarı dişlerin arasından sarkan bulanık dillere, akan salyalara, havuç uzatan ellere, kalkan kuyruklara, daha düşerken tüten at pisliklerine. Çocuğu seyrettim. Çite dayanmış, atları seyrediyordu. Sadece atları, biliyorum. Kımıltısız. Tutkuyla. Sonra sırası geldi. Bindi. Fırlattı, kenara attı kamçısını. Eğildi, atın boynunu okşadı. Bezgindi at. Çocuk ürkek. Güneşte ışıldadı saçları, uzaklaştılar.

Hafta sonu bilmecesini buldum. Dokunmadım. Bir bardak süt yaptım. Çay yaptım. Kestane yedim. Sigara içtim. Karardı hava. Televizyonun ışığı duvarlara yapıştı. Komşu evlerin duvarlarına. Mahallenin duvarlarına. Kısıldı, açıldı, açıldı, takıldı öylece, söndü, parladı birden. Çoraplarımı yıkadım. Kitap okudum. On sayfa. Yirmi sayfa. Bir fincan daha çay. Otuz sayfa. Kapadım gözlerimi. Devrilen bisikletin dönüp duran ön tekeri imgesinin tadını çıkardım. Eğrilmiş olmalıydı anlatılan teker: çıkır çıkır bir ses çıkarıyordu.

Adam, eroin tutkunu kardeşini kurtaramadı. Soluk soluğa odaya girdiğinde yatak alevlere gömülmüştü bile. Sakal bıraktı. İzledi katilleri, buldu, öldürdü.
Yazılar çıktı.
Bitti film.

Yattım.
Yitik bir gün.
Işığı kapadım.

Aralık 85



11 Nisan 2019 Perşembe

BEZ AFİŞ


O halde başlıyoruz, dedi. Asistanını çağırdı:

Büyük boy bez afiş hazırlatalım.

Eve, yerlerinden indirerek yeni/son güzergahlarına göre ayırdığımız eşya ile karışarak boşalan mekana döndüm.



Ellerimizde on yılların dolap isi, uyum içinde çalışıyoruz Selil’le. Hiçbir alıp vereceği olmayan, aynı zamanı, aynı ortamı yaşamış, anıları ortak, varlıkları destek kardeşler. Ayıklıyor, sınıflandırıyor, dağıtıyor, toparlıyoruz. Yüreğimiz birlikte ağırlaşıyor, ağırlaşıyor. Üzerine titrenmiş bir yuvayı bir çırpıda tasfiye etmek geçmişe dönük bir saldırganlık gibi geliyor. Dolaplar dolusu saklanmış, korunmuş şeye şöyle bir bakıp yolcu etmek. Yeni yerlerine, yeni sahiplerine, çöpe.

Ellerimize sabun, hızımıza kutu, torba, sökün eden anılara, derinlerde çöktüğü yerlerden kabarıp yüzeye vuran izlenimlere yürek dayanmıyor. Koza lif lif çözülüyor.

Fotograflarla mektupları akşamlara bırakıyoruz. Rastgele akışlarıyla zaman içinde pire gibi sıçrıyor, deve gibi çöküyor, şaşıyor, sarsılıyor, gözlerimizden yaş gelerek gülüyoruz.

Nesnelere elimize bulaşan da bulaşan is misali sinmiş anlamlara, verilmiş öneme bakıyor, hoyratça hızımıza üzülsek de bu biriktiriciliğin ne yük olduğunda birleşiyoruz. Dağıtmak, yok etmek bir yandan da özgürleştirici.



Sabahları içimiz de bedenlerimiz de ağır kalkıyoruz. Taş taşımışız sanki. Ankara’nın ortasında olduğumuz kırk ikindileri gibiyiz. Sağanak, gök gürültüsü, karanlık. Derken birden bulutların arasından olanca ışığı, sıcağıyla sıyrılan güneş. İzlerini elden geçirdiğimiz, anladığımız-hiç anlayamadığımız, ama hiç değilse kavranabilir bir şey olduğu yanılsamasını da düş kırıklıklarıyla birlikte çöplerin yanına bıraktığım ve barışmayı seçtiğim hayat.

Ona yer açmak.

Bez afişe hazırlanmak.

7 Nisan 2019 Pazar

HANGİSİ

Çok daha etraflı bir kavrayış.

Bir konuda sıra dışı yetenek.

Daha yüksek enerji.

Engin bir sevme yetisi.


Hangisiyle olduğundan daha mutlu olurdun?

5 Nisan 2019 Cuma

BUYURUN KARŞI KEFEYE

Seyrediyorum. O yanım, kaygı ile loşluk arasında tizleşip pesleşerek uzayıp giden bir nota gibi. Kendisi olarak işitilmediğinde de varlığını hissettiren neredeyse kesintisiz bir fon oluşturuyor. Bir sindirimsizlikten geri kalan mı desem, insanın içini hiç sivrilmeden oymayı iyi bilen bir ruh kazıntısı mı? Usul usul nahoş.

Bu fon ve arkasındaki dinamo algıları kendi tonuna boyuyor. Loşlaştırıp boşlaştırıyor. Hayatı tutunması zor, cilalı, dik açılı bir yüzeye çeviriyor.

Algılar ve dünyaya onların ardından bakış bir saydam (diyapozitif) projektörüne benziyor. Projektörü fişe taktığınızda verdiği beyaz bir ışıktan ibaretken saydam çekmecesini yuvasına yerleştirdiğinizde perdeye ardı ardına bunların içeriği yansır ya. Kalabalık bir aile toplantısının sesleri kulağa geri getiren şenliği. Fırtınalı bir deniz. Kapıdan çıkacakken yakalanmış bir yüzün yüklü ifadesi. Dağlar tepeler, sokaklar, evler, iç ve dış.

Algı, düşünce ve hisler de birbirinin ardı sıra belirerek zihnin başka türlü dingin, uyanık, engin yatağında sahneyi-perdeyi kapıp aynını yapıyor, dünya alem ve duyumsanacak olan bundan ibaretmiş hissiyle insanın içini kendisiyle kaplıyor. Sürdüğü sürece hayat o: Sevinç, heyecan, korku, endişe, sevgi, itme.

Bazen, belki dönem geçişlerinde algı objesi değişse de oluşturduğu duygu fonu sürüyor. Terazinin bir kefesi.

Onu bir yana eğildikçe eğilmeye bırakmak insanın gücünü emiyor. Şevk, ilgi, merak düşerken kayıtsızlık ve uzaklaşma isteği artıyor.

İşte o vakit terazinin karşı kefesini hatırlamak gerek. Diğerini boşaltmaya, ıslah etmeye hiç çalışmadan karşı kefeye ağırlık taşımak. Aydınlığı hatırlayarak, olumluyu vurgulayarak, döne döne.

Aynı insana/şeye bu iki kefe ardından baktığımda gördüklerim ve tepkim geceden güne dönüyor.


Ağırlığı bir kefeden ötekine verdiğimde fonun iç oyuculuğu bile açılıyor da yerini bu diyapozitifler panayırının ötesindeki geniş alana bırakıyor sanki.