26 Mart 2014 Çarşamba

VADİDE

Gittiğim yerden uzak olmamalıydı. “Dikmen vadisi ne tarafta?” Evine girerken yakaladığım adam alışveriş torbalarını yere bırakıp tarif etti.



Blokların arasından kıvrılıp kılcallaşan toprak bir yola çıktım. Kıyısındaki gecekondunun önüne on on beş çöp ayıklama arabası dizilmiş. Geri dönecekken arabaların başındaki adam “Geç teyze!” dedi (Teyze!) “Yol aşağı çıkar.”



Aralarda tek tük gecekondu ile inişli yokuşlu dalgalanan bir arazide blok apartmanlar ormanı. Kimi site, hayli pahalı olduğu belli. Duvarların ötesi bakımlı. Berisi ise çoğunlukla asfalt yol. Aşağı doğru tek tarafta kaldırım bile var. Yürüdüğüm tarafsa dar bir şarampole bitişiyor.



Apartmanlar apartmanlar. Kuruldukları çıplak yamaçlar sonra. Ara ara ağaçlarda baharlar patlamış. Mor, pembe, beyaz. Ağaçtan da çok minare. İnişe geçmeden gözümü sık sık kaldırıp kuzeye, çanağın ta karşısına çeviriyordum. Görüntü orada da farklı değil ama bakış hiç değilse iki blok arasına sıkışmadan daha öteye uzanabiliyor.



İnişte sadece bloklar var ve aralarında kıvrılan yol.



Bir dönüş daha ve dedikleri köprülerle vadi yanımda belirdi. Dar, uzun. Derin kırışıklı bir erkek yüzündeki bıçak yarası gibi.



Köprüden geçip aşağı indim.

Çok tenhaydı. Tuhaf bir ıssızlık.



Yürüdüm. Bayağı koyu duygu tonu da yanımdan. Serin rüzgarın ıslığı. Hoş. Rögarlardan sızan lağım kokusu. Nahoş. Kuşlar. Hoş. Bedenimin hareketi. Ne hoş ne nahoş.



Karşıma koca bir adam çıktı. Heykel. Kimlerdenmiş diye baktım. Türkmen şair Mahmutkulu Firaki. Peki.





Vadi, rüzgarın ıslığı için ayarında bükülmüş bir dudak gibi. Bir banka oturup dinledim.




Karşı uçtan tırmanıp çıktım.





Koyu duygu tonunu kağıt külah gibi büküp vadiye fırlattım. Issız bir köşede görünmeyen müşterilerini bekleyen bir taksiye atladım. 


.

TONAMİ

Çelik-beton yüksek bir oteldeyim. Kısa bir süre için. Belki bir gün. Buradan geçerken. Büyük, kare pencerenin kusursuz, çıplak çerçevesinden okyanusa bakıyorum. Çamur gibi. Kahverengi. Kıyısı düz bir kaya zemin, sert, koyu kahve. Pencerenin çelik çerçevesi ve bu çamur kahverengi. Algımda başka hiçbir şey yok. Sudaysa birkaç kişi. Açıklarda irileşmese de tekin görünmeyen dalgalarla oynaşan biri. Kıyıda su çizgisinde de bir iki genç. Siyah.

Aşağıda belki bir kat üstünden baktığım iri başlı bir palmiye. Yaprakları top biçiminde budanmış.

Okyanus arada kendine göre hafif bir şamarla kıyıya vuruyor, hışımla da geri çekiliyor. İnsanlara nerdeyse feleğini şaşırtmaya yeter; hâlâ oyun duygusuyla ama buna korku da karışarak sudan çıkacak gibi oluyorlar ama çıktıkları yok –hemen su çizgisinde sırtüstü uzanan rastalı genç adam.. girdaptaki izmarit gibi dönüyor ama gülmeye devam ediyor.

Hoparlörden yabancı bir dil yükseliyor. Uzun uzun bir şeyler anlatıyor. Yakalayabildiğim tek kelime tonami (vurgulanan, ikinci hecesi; toNAmi gibi). Tsunamiye böyle diyorlar demek diyorum. Kuru, ciddi bir ses. Belki 20-30 kelimede bir tonami tekrarlanıyor.

Bu su tekin değil. Meşum. Ama içindekiler hep orada.

Dalga vurduğunda yeterince yüksekte olur muyum? Otelin temelleri tsunamiye dayanabilir mi? Ama zemin göründüğü gibi kaya devam ediyorsa..

Korku değil. Sanki böyle bir durumda düşünülmesi yerinde olacak olan bu olduğu için aklımdan geçer gibi.

Bir tsunami dalgası kaç metre yükselir ki?

Duyuru tekdüze devam ediyor.

Başımı sola çevirdiğimde kaynağıyla yüz yüze geliyorum. Beyaz bir gezinti teknesiymiş. Bembeyaz. Bakımlı. Tonami sözcüğü kim bilir kaçıncı kez tekrarlarken gözüm açık, ufak bir kamara penceresinin pul gibi çerçevelediği bir çifte takılıyor. Yaşlı bir erkekle genç bir şehvetle öptüğü yaşlı kadının başları. İkisi de beyaz, yüzleri kırışıklar içinde. Ama erkek öyle genç bir neşe içinde ki.


Buymuş demek diyorum. Tonami. Ton ami.

.

22 Mart 2014 Cumartesi

BİR ZEN MESELİ

Adam kurtulmak için atlamış kayığa, küreklere asılmış da asılmış. Zaman geçmiş, hiçbir yere varmamış.


Palamarı çözmemişmiş.

.

19 Mart 2014 Çarşamba

DİNGİN ATEŞ


Joseph Goldstein yol arkadaşı ettiğim kitabı Mindfulness’te kuşkunun iki türünden söz ediyor. Araştıran, sorgulayan, bizi önümüze geleni, ele aldığımızı dikkatle incelemeye iten yararlı şüphe. (Duyduğumuz her şeye dogmatik bir inanç beslemeyi böyle bir kuşkuyla nasıl istemiyorsak o andaki görüşümüze uymuyor diye başka yaklaşımları otomatik olarak bir kenara itmeyi de istemeyiz.) Ve ikircik, kararsızlık, belirsizlik yaratan ayak bağı şüphe. (Bir yazar, kuşkunun böylesi için “Şüpheyi hayat felsefesi olarak benimsemek, ulaşım aracı olarak hareketsizliği seçmeye benzer” demiş.)

Suyum bazen bulanıyor. Dibinde her zihinsel engel gibi kılıktan kılığa giren bu kuşkuyla yönümü yitirdiğim oluyor, bulma isteğim de güçsüzleşiyor. Yol olmaktan çoktan çıkmış alışkanlıkların tekrarına yuvarlanıyorum.

Çamurlu yamaçta ayağın kayıp kıç üstü oturmak gibi. Sırasıyla afallıyor, korkuyor, yılıyor, kızıyor, gülüyorum.

Ruhsal kramp (onun da çeşidi bol; bıçak gibi saplananından uçsuz bucaksız bir atalete kadar) şiddetini azalttığında (hep azaltır, sen yeter ki bunun üzerine bir şeyler bina edip yapay bir şekilde kalıcı kılma) doğrulup kuruyan çamurları silkelediğim gibi yoluma gitmek üzere.

*
Kırık bileğiyle babamı uzun boylu yalnız bırakamadığımdan çoğunlukla evdeyim. Defter kalem, kitaplar, müzik, sessizlik, dolu boşluklar.. Niyetin beslenmekse kaynağını bol uyaranlı dışta da bulursun, görünürde hiçbir şey olmayan içte de. İş ki iştahın yerinde, ateşin harlı olsun. Önünde bir havuç, şartsa gerinde de kamçı oldukça her şeyi her şeye dönüştürür, hiç yoksunluk çekmezsin.

*
Şu sıra Goldstein yalnızca yol arkadaşım değil, boş bir çuval gibi yığıldığım, köre düştüğümde tırabzanım da. Doğrulduğumda odaklanmışlığımı, berraklığımı, yaşama heyecanını babamın dağılan kemiklerini toparlayan ortopedist gibi hizalıyor. Gözlerim yeniden ışıyor.

*
Fotograf çekmeyi özlüyorum bazen. Ağımı atıp saatlerce dolanmayı. En umulmadık anda karşıma çıkan bir şeyle soluk soluğa kalmayı. Eli boş dönmek de işin parçası. Bir balıkçı-fotografçı olmayı.

Salona elimde ufak kamerayla gittim. Sağa sola bakındım. Bir ışık oyunu, gölgelerin cilvesi.. Sataşacak şey arayan kedi yavrusu gibi dolanırken gözüm şöminenin tırnağındaki buzlu cam mumluğa gitti. Oynadım. Dibinde ufacık kalmış turuncu mumu yaktım. Hem ışık hem yüzeyin hareketiyle her anı farklı bütün bir dizi yakaladım.

Aralarından birinin adını da dingin ateş koydum.

*

“Her şey gelir, motivasyonunuza dayanır.”

.

15 Mart 2014 Cumartesi

BÖREK

“Yufkayı altıya böl” diye yazdı sütkardeşim.

O, tarifin geri kalanını yazarken bilgisayarı bırakıp körelmiş bir kurşunkalem çektim, bir kağıda daire çizip nasıl böleceğime baktım. Oluyordu.

“İçi yayıp bunları dörde katla.”

“Dur bir dakika. Üçgeni nasıl dörtgene katlayabilirim ki?.”

Chat penceresinde bir “ayy” belirdi. Ardından telefonum çaldı.

Epey bir zaman gülmesinin yatışmasını beklememiz gerekti. Sonra derin bir nefes alıp “220 V’u 6 V’a çevirmek” dediğim bilişsel transformatörlük devresini harekete geçirdi ve tıpkı yol tariflerinde olduğu gibi bilgiyi benim anlayacağım şekilde aktardı. Olabildiğince ayrıntısız, madde madde, basit. (İçin yayılmasından sonra yufkanın katlanması faslında Louis de Funes’in bayıldığım filmini hatırladım. Kurtulmaya çalıştığı cesedi halıya sarış sahnesini. Bir yandan da, şimdi anladım diye diye birbirinin yerine geçirdiğim geometrik hayaller belirip kaybolmakta, üçgen yufkalar, tasavvurumda sigara böreği, Havana purosu, kibrit kutusu ve sedir minderi biçimlerine girip çıkmaktaydı.)

Sabah, okulla ilgisi ders yılı başında satın alınan yepyeni şeylerle sınırlı öğrenci hevesiyle alışverişe çıktım.

*
Yemek, mutfak benim için hiçbir zaman kayda değer bir algı kapısı olmadı. İlgi konusu, başarı hedefi, geniş anlamıyla bir dil, ifade yolu. Estetik ve damak incelmişliği. Törensellik. (Dayanamadığım açlık hissinin yerini hoş bir tokluğa bırakmasından ibaretti.)

Olmadı çünkü bedeninde yaşayan biri olmadım.

*
Diğer şeyleri tezgaha bırakıp yufkaya baktım.

Bir ay önce 55 yaşına bastım ve bu benim ilk yufka alışverişim.

Bazı konularda geç inkişafın hoş yönü, deneyimi aralarında on yıllar olan iki kişi halinde yaşamak.

Plastik torbasını, ilk açık kalp ameliyatına giren cerrahın yürek pırpırıyla kestim. Diğer beş tanenin arasından çektiğim yufkayı derin bir zarar verme, örseleme korkusuyla ayırdım. Bebek kucaklama ya da çiçekçi işletme fikrinin uyandırdığı aynı korkuydu.

Yaşaması ya da ölmesi hoyratlığımın derecesine bağlı narin bir varlık gibi keseceğim yüzeye yatırdım.

“İkiye katla, yani bir yarım daire yap. Onu üçe bölmek daha kolaydır.”

Uzak durduğum şeylerden biri de tiril tiril bir kesinlikle sonuçlanması beklenenler. Ütüyü bunun için sevmem. Başarısızlıkla yüzleşme ürküntümü ta başından buruşukluk ardına gizlemek isterim.

Aslında, dedim, kutup ayılarını düşünebilirsin. Bütün o hantallıklarıyla yavrularını ordan oraya kazasız belasız taşıyabilmelerini.

Çok da eşit olmayan üçer parçaları sonuna dayanan sabrımla ikizlerinden ayırdım. (Sabrın geniş başlayıp böyle birden tükenivermesi, son harflerinin feci sıkıştırılarak sığdırılabildiği el yazısı ilanları hatırlatıyor.)

Uçları bir üçgeninkine çeşitli şekillerde en az benzeyen altı yufka parçam vardı şimdi.



İçi koyup dörtgenden kastın her iki yorumuna göre katladım; yandan ve üstten görünüş. Böylece çeşitli uzunluk ve yükseklikte altı börek adayım oldu.


Yanlışı nerede yaptım, bilemiyorum. Fakat sonuç, babamın “Eline sağlık kızım, olmuş işte” demesinin ancak çabama duyduğu şükranın derinliğini gösterdiği bir fiyasko oldu.


14 Mart 2014 Cuma

MORAL

İçim ağır uyandım. Akşamdan kalma, dibini tutmuş bir tava bulaşığı gibi. Derin bir hüzün. Şurada cevapsız soruların kararmış adası, burada cevap yoksa umut nerde diyen körleşmenin çatlakları. Önü kesilmiş enerjinin bağladığı bulaşık kaymağı..

Ya Allah deyip yataktan kalktım. Pırıl pırıl bir gün. Uyandığı an 132. sayfaya geçebilen beynim, Rilke’nin genç şaire öğüdünü raftan çekti:

Hep zorun peşinde olunuz sevgili Bayım. Zira sizinle kalacak olan oradan kazandıklarınızdır. Kolay yolun geldiği gibi giden ödülleri değil.

Banyoda gözüm çamaşır makinesine takıldı. Ağzı aralık, iş bekliyordu. Zihnin sakin hali gibi dedim. Sessiz, dengeli ve hazır. Ama çalışmaya başladı mı bir çalkantıdır  kopuyor. Kirliler. Fışkırtılan su. Sabun. İç ve dış çamaşırlar, yabanlıklarla evlikler, alt alta üst üste. Gürültü kıyamet. Ama benzeme buraya kadar. Çamaşır makinesi işi bittiğinde kirli aldığını aklanmış veriyor. Zihinse çoğu zaman tersini yapıyor. Masum küçük bir çorap tekini kara çarşafa, kara çarşafın uyandırdığı korkuları öfke atkısına, atkıyı pofuduk kulak örtücülere çeviriyor. Kapılıyor kir-sabun karışık çağıldayan sellere, nerelere, ne kabus coğrafyalara yollanıyor. Manzaraya kendi eliyle eklediği yalnız bir kayanın tepesine tüneyip kukumav kuşu gibi daha da düşüncelere dalıyor. Çilesini kendi sararken düğüm ettiği yumakta debeleniyor da debeleniyor.

Çamaşır makinesi işi bittiğinde efendice susuyor. Zihinse bir devri daim makinesi. İşi uç uca düşünce üretmek.

Ama ben ürettiklerinin peşinden cengele girip kaybolmak zorunda olmadığımı çoktandır biliyorum.

Bırak yapacağını yapsın. Sen onun ağzı açık müşteri bekleyen çamaşır makinesi haline dön her seferinde. Boş. Sessiz. Engin. Düşünceler, bozacının şıracı tanıkları, şapkadan birbirlerini sözüm ona doğrulayarak çıkarıp dursun. Sen sen ol, dümen sularına kapılma.

*


Kardeşim, moralin nasıl diye sordu.

Güldüm.

Bırak dibe çöksün kerata. Peşinden sürüklenmezsen bakar dımdızlak kalmış, sıkılır, dağılır.


Moralin insafı, kaprisine kalma vakti değil. Ne içte ne dışta.

.

12 Mart 2014 Çarşamba

DAĞILIM

Berkin öldü.

Haberi okudum. Sonra fotografı gördüm. Gördüm. Başka her şey sustu. Acıya dokundum. Dolaysız, derin. Saf.

Yüzeye çıktı, kalabalığa karıştı. Öfkeye. Kendini çoğaltma zorlanımına. Haberlerden,  heyecan ve gazdan soluk soluğa olay yerlerinden aktaran muhabirlerden kendimi alamaz oldum. Yükselen seslerden. Tırmanan tepkiden. Karşı karşıya gelen iki güç. Halk ve polis. Aynı olgunun sonu gelmez tekrarı ama her bakışta, uzattıkça kendini pekiştirdi. Ağırlık, ivme kazandı. Geri kalan her şeyi içine aldı, farklılaşan, sorgulayan, daha etraflı bir anlayış kazanmaya çalışan diğer seslerimin üzerine zorbaca bir haklılık iddiasıyla yürüdü. Kendinden başka hiçbir şeye tahammülü yoktu artık.

Selden geri çekilmeye yeltenen aklımı küçümsemeyle bir kenara ittim. Sırası değil şimdi!

Tek ses, tek nefes olma vakti! Tarafını seç! “Biz,” değil mi?

Elbette! Düşünme değil, eylem zamanı.

E-motion.

Kabına sığamama.

Çağıldama.

Kulağının, yüreğinin başka her şeye kapanması. Sadece kendi yankısını duyma arzusu.

Mutlaklaşarak karşı karşıya gelen iki güç. Siyah ve beyaz. Ben? Elbette beyazdan yanayım. Beyazım! Karaladıkça, nefrete dönüşen öfkem kalabalıkla çoğaldıkça daha da beyazlaşıyorum. Ötekileri soysuzlaştırdıkça soylulaşıyorum.

Fotograf artık uzakta. Fünyeymiş o. Bomba patladı.



Sisyphos’un kütlesi bir kez daha yuvarlanıyor.

.

8 Mart 2014 Cumartesi

CUMARTESİ SABAHI YAĞMURDA KENDİ KENDİME

Bir kez işi bitmiş ya da faydasız vb olarak kodlanmış kavramları rafa kaldırma. Sözgelimi kendine hakim olmayı bir dönem, belirli bir çerçevede zorbalık addetmiş olabilirsin. Ama açık bırak ki başka koşullarda anlamlı, işe yarar bir tutamak, basamak olabilsin. Ya da tersi. Artık anlamı olmayanı sal. Ne kadar uzun zaman yerli yerine oturmuş, öylece iş görmüş, hayatta bir nirengi olmuş olsa bile her şey çözülüyor. Anlamını yitiriyor. Sonra başka bir çerçevenin, bakışın bileşeni olarak yeni bir cümlede yerini alıyor.


Dikkatini kavramların kendisine değil, bağlama ver. Böylece aslolanı gözden kaçırmamış, akışın önünü sabit değer biçmelerle kesmemiş olursun. (Zaten kesemezsin, bütün kesebileceğin olanı değil, onun şişmiş konservesini gösterecek bakışın olur. Onu pekala dondurabilir, kaya gibi sağlam bir temel bilebilirsin. Ve ayvayı er geç yer, sonra da sıkıntının, boğuntunun sebebini yattığı yerden başka her tarafta arar durursun.)

.

6 Mart 2014 Perşembe

SİGARAMIN DUMANI

Trafik köprüye doğru iyice ağırlaşmış, yolun ortasında, arabaların arasında dikilen satıcılar sıklaştı. Ayağım frenden arada bir kalkarken zihnim de beş duyuyu peşine taktığı gibi sigaranın koyverilen hülyalı dumanı misali sahibinden uzaklaşıp onlara büründü. Şu, ellerinde dörder beşer su şişesi, göğsünde de biri olmasa diğerini satma umuduyla mukavva bir dörtgene geçirdiği telefon şarj aletleriyle temiz pak genç adam. Başında yün takke, ak hacı sakallı berideki başka su satıcısı.. Düşüncemde yerlerini aldım. İlk seferi hayal ettim. Duyacağım tedirginliği, tabanlarımdaki karıncalanmayı. HR kaza senaryosu üretimlerini. Kanıksadıkça serbest kalan dikkatimin yöneleceği gözlemleri. Güneş, yağmur altında, sıcak ve soğukta yağacak izlenimleri. Eve para yerine bunları götürmeyi. Başka başka hayatlara girip çıkmayı. Girip çıktıkça genişleyen, derinleşen anlayışı. Geçirgenleştikçe temel işlevinden (bir nevi psikolojik iç çamaşırı) ibaret kalan sınırları. Bir et-kemik-kanı hücresi olmaktan çıkan benlikten duman kıvraklığı, kolaylığıyla süzülüp süzülüp geri gelme yetisini.


Son bir su satıcısını da (bugün pek çeşit yoktu) geçtikten sonra ayağım frenden kalktı, ta karşı tarafa kadar da bir daha dokunmadı.

.