29 Aralık 2010 Çarşamba

BİR YIL DAHA

Bir yıl.

Bir yıl daha.

Üst üste mi koymalı, yan yana mı dizmeli?

İyisini kötüsünü, ışığını gölgesini mi seçip öbeklemeli?

Umudu sonraya bırakıp hep başlangıçları mı kutlamalı?

Yok yahu, yaşamışlık da mühim deyip sonları da mı onurlandırmalı?

Sonu-başı, kutlamak iyi şey deyip bir vurgu atmalı ama.

Öyle paralar saçarak değil de, dikkatim sende dercesine: Farkındayım. Akan zamanın, getirdiklerinin-götürdüklerinin..

Hayatın!

20 Aralık 2010 Pazartesi

DİYET

Yeni, yepyeni bir icadın tanıtım videosunu seyrettim: 6. duyuyu geliştirmek demişler adına. Başınıza takacağınız bir kamera, boynunuza asacağınız cep telefonu-bilgisayarcık, parmaklarınızdan birkaçına geçireceğiniz sensorlardan oluşan (ileri kuşaklarında iyice ufalıp şıklaşacağı vaat edilen) bir donanımla çıkıyorsunuz sokağa. Baktığınızı sizinle birlikte algılıyor bu yeni mucize. Fotografını çekmek istediğiniz bir şey mi karşınıza çıktı, yüksük biçimli sensorları geçirdiğiniz parmaklarınızla kadraj alır gibi yapmanız yeterli; gerisini bu hareketin “foto çek!” komutu olduğu belletilmiş donanımınız hallediyor. Çekim yapılıyor. Yansıtmak için ekrana bile ihtiyacınız yok, bulduğunuz ilk boş yüzeye yansıtıyor, oradan dilediğiniz gibi kesip biçip (sensorlu parmaklarınızla) oynuyorsunuz çekimlerinizle.

Mutfak alışverişinizi yaparken almayı düşündüğünüz ürünü donanıma “göstermek” yeterli; önceden belirlenmiş ölçütlerinize göre (ekonomik-çevreci-dayanıklı vb) sizin için notunu veriyor ve mal üzerine yansıtıyor.

Kullanım alanları böylece uzayıp giden bir parlak keşif daha.

Arkasındaki dâhiyi ayakta alkışlıyor heyecan dolu sesler çıkaran izleyiciler. Bu ve benzerlerini edinebilme telaşı uykularını kaçırmazsa düşlerine girecek yeni bir “olmazsa olmaz.”

Üretimine katılmadığım şeylerin tüketimi beni yoksullaştırıyor mu, zenginleştiriyor mu? Bu çağda üretimine doğrudan katılabildiğim kaç şey olabilir, doğru. Sorduğum, dengenin giderek sırf tüketici yana doğru bozulması. Tükettiğimden olsun dişe gelir bir şey üretemez olmak. Üretemedikçe doyumu daha da fazla tüketimde aramak. Sekiz yönden çılgınca bir hızla burnuma uzatılan birbirinden leziz havuçlara hamle ederken neyi kaçırıyorum?

İpin ucundaki kukla olduğuma uyandığımda ne yapabilirim?

Üretemiyorsam hiç değilse tüketimime karar vermek bir başlangıç olabilir mi?

Kendimi arzulatılmaya bırakmak yerine durup iki dakika gerçekte neye ihtiyacım olduğunu düşünmek, seçimimi de ucu açık parlak vaatler yerine buna dayandırmak (cep telefonumdan yumurta da çırpmasını, bilgisayarımın hiçbir zaman kullanmayacağım özelliklerle dolu olmasını beklememek vb)?

*

Çok yakın bir geçmişte Thoreau’nun Walden’ını bu çağda yazamayacağını düşünüyordum. Kullandığımız teknolojinin algılama biçimimizi geri dönüşsüzce değiştirdiğini. Zaman algımızın, yoksunluk tanımımız, oyalanma ihtiyacımız, hayattan tatmin olma yetimizin bir daha eskisi gibi olmayacağını. Geçmişe biraz da burun kıvırarak, çok kanallı beyinler haline geldiğimizi.

Ama işleyişi hâlâ evrim takvimini izleyen beyinlerimiz değişti mi, yoksa sel sularına kapılıp gidişe umutsuzca ayak uydurmaya mı çalışıyor sadece?

Kavrayış hızı şartlı refleks marifetiyle artan aklımla daha mı zekiyim? Bir oyun daha öğretilen evcil hayvana mı benziyorum daha çok?

Walden’ın Thoreau’sunu bu çağın tadına bir kez vardıktan sonra (ne demezsiniz!) getirip ormanın ortasına bıraksalar, uyaran açlığından (ya da bağımlılığının yoksunluğundan) ölür giderdi diyordum.

Şimdiyse dediğim, acaba? Neyle nasıl, ne kadar besleneceğime hâlâ karar verebilir miyim?

Çağı yakalamak derken kendimi, insanı kaçırmamak için.

19 Aralık 2010 Pazar

SESLERİN ARKASI

Seslere ne yer var hayatınızda?

İnsan sesi. Doğal sesler. Gürültü. Müzik.

Başka?

Dün, Gitar Kafe’de Yiorgis Sakellariou’nun seslerini dinledim. Sokakta, dışarıda kaydettiklerinden dönüştürdüklerini.

Ondan söz edildiğinde kafamda (kulağımda) canlanan daha başka bir şeydi. Algısı ses ağırlıklı biri olarak içinden geçtiğim seslerle benim kendi kendime yaptığıma yakın bir şey.

Sıklıkla sesi fon olmaktan çıkarır, ön plan algısı haline getirir, sonra içlerinden seçtiklerimi daha da öne çıkarıp birbirleriyle bağlarım. Martı çığlığının devamı olur mesela tramvay tekerinin kavislenen raydaki gıcırtısı. Biraz ötedeki bağırış ona bir ok çeker. Küçük kompozisyon, dükkanın birinin önüne boca edilen bir kova su ile tamamlanır.. Öyle şeyler.

Ama benimkiler hala tanınabilen seslerdir. Var olanı yeni biçimlerde bir araya getirmekle yetinir.

En iyisi kapayın gözlerinizi -zaten görecek bir şey de yok- ve dinleyin, dedi, ince uzun parmakları bilgisayarına bağlı mikserin tuşları üzerinde hazır bekleyen genç Sakellariou. Işıklar kısıldı. Arkadan vurup şarabımın kızıllığında oynaşan ufak mumun dairesine çektim bakışımı.

Ses başladı.

Olacağını canlandırdığım gibisi değil; kulağın tanıdığı seslerin işlenmişiydi. Blenderden geçirilmiş sebzelerin karşılığı bir tür.

Anında kabul ettim ve açtığı kapıdan içine daldım.

Düşüncenin aradan çıkmasıyla (açıklık denen budur belki) bedenimle karşıladım sesleri. Puslu bir uzaklık olarak başlayıp tekdüze, belli belirsiz bir tırmanışla sürüp genişleyerek yakınlaşmalarını. Bir kapı kemerinin ötesinden, korunaklı bir yerden izlenir gibiyken üzerime gelerek ya beni dışarı çıkarmış ya da kendileri içeri dalmış gibi büyük bir dalga halinde içine alışlarını. Gövdemde açtıkları büyük delikten öteme akışlarını ya da beni içlerine emişlerini. Kimi net, doğal halinde, kimi buzlu cam ardında gibi işitilen tanıdık seslerin (aniden bir martı kahkahası-gök gürültüsü-yağmur-bir kapı ya da palamar gıcırtısı belki..) serpiştirilmesiyle yüzümün gülüverişini..

Işıklar yandığında bu kıvamlı sesler akımı içimi hoşnutlukla doldurmuştu.

Sevdim mi?

Alakasız kalıyor bu soru. Deneyime sevmenin-sevmemenin ötesinde açıldım. Sıfatı yoktu, çünkü kendisi yeniydi.

Algıma, bildiğinin arkasına geçerek seslerin yeni bir çeşitlemesini kattı.

Genişletti.

15 Aralık 2010 Çarşamba

KLİK!


İnsanlar senin bir halinin şöyle bir fotografını çekiyor; en sık, belirgin halin oluyor bu, dikkatleri ancak öyle çekiliyor çünkü. Sonra seni düşünmeleri gerektikçe bakmak üzere o resmi bir yana atıyorlar. Artık öyle olmayalı çok uzun zaman geçmiş, bir bakıyorsun karşına çıkardıkları bu imgen oluyor.

Resmin uygun bir anda çekildiyse ne ala. Bir vakitlerdeki halinle şimdiki arasındaki fark ayyuka çıkmadığı sürece önceki gibi biliniyorsun.

Kafalarına sabitlenecek bir imge haline gelmenin ikinci yolu sevimsizleşmek. Olumlu halinin dondurulması kadar sık tekrarı gerekmiyor bunun. Şöyle bir iki, kredin yüksekse üç kez rahat boz, damgan hazır.

Mürekkebi de çok daha sabit. Eh, ayakkabına giren taşı mı hatırlarsın daha çok, beklenmedik anda yüzüne esen tatlı sabah yelini mi?

Söylenecek şey yok. İnsan kafası böyle işliyor. Hemen hiçbir şeye iki karelik zaman ayıracak halde olmadığımızdan bir sönüp bir çakan flaş misali ediniyoruz izlenimlerimizi ve sorgusuz sualsiz bunların hemen üzerine bina edilmiş fikirlerimizi.

Kendini karelerden kurtarmaya çalışmanın anlamı yok. Bırak, imgen dilediklerince hapsolsun.

Sen filminde akmaya bak.

14 Aralık 2010 Salı

I-NA

Bir yakınımdan:

"I-pod I-pad I-phone derken 'I' siliniyor, yaşam başkaları ile paylaşılması gereken ıvır zıvıra indirgeniyor (başkaları ise pek algılayıcı değil gerçekte, zira onlar da karşı yönde lüzumsuz bilgi üretmekle meşgul). Yani herkesten bol bol çıktı, ama kim bilir ne kadar cüzi parçası birilerine makbule geçecek girdi oluyor?

Bienal sanat fikri: Bir terazi, bir kefede bütün bu I-zımbırtılar, öbüründe ise küçük bir ayna, adı da I-na!"

12 Aralık 2010 Pazar

SOĞUK DUŞ

Claude Chabrol’ün 1975 yapımı Les innocents aux mains sales (Kirli Elli Masumlar) filmini seyrederken öne çıkan ne oyunculuk, yönetmenlik ne de öykü akışı oldu.
Zenginlik ve onun, statünün simgesi nesnelere sivrildi dikkatim.

“Son model” spor Datsun. “Şahane!” bir yat. Pahalı ve “zevkli” mobilya ile koca bir ev..

Erişilmek için ömürler harcanan, harcanan ömürlere bunlarla değer biçilen, başarı ölçütü nesnelerin 35 yılın ardından büründüğü görünüm. Neredeyse şefkat uyandıran acıklı-gülünç geçkinlik.

Sahip olmak için ölünüp bitilen şeylerin 35 yıl sonra göze nasıl görüneceğini hayal etmeli.

Saçma düşten soğuk bir duşla uyanmak için!

11 Aralık 2010 Cumartesi

İYİ DİNLEMEYİCİ

Dinleyicinin değilse de dinlemeyicinin iyisini bulmak ne kolay! Aramaya bile gerek yok. Gözünüzü kapayıp iki, bilemediniz üç körebe adımı attınız mı birini yakalarsınız. Olmadı, yakalanırsınız.

İyi dinlemeyici, kulağını size verdiğini sanırken (hiç değilse ilk iki dakika boyunca sanabilirken) ilgisi ilk temasta sizden sekip kendi alemine dönendir. Daldan dala sıçrayan odaklanmamışlığına. Size, iletmeye çalıştığınıza açılmak yerine sizi kendi bildiğine kapamaya kalkışır. “Derdiniz” daha dökülememiştir bile, teşhisleri, reçeteleri, çözümleri sıralamaya koyulur. Kafasındaki imgenizi mi bozuyorsunuz, bunları dostça bir paylama (nedense şifa vericiliğine pek bir bel bağlanan yoldur bu) ve eleştiriler izler, belki bu bile izlemez. Sizi bir anda tuval eder, üzerine sadık bir zemberek gibi döndüğü kendi deneyimlerini çizer-boyar.

Bunca zahmete neden giriştiğini sorarsınız kendinize; çoğu zaman dinlenmek isteyen bile olmamışsınız, onlar istemiştir “içinizi dökmenizi.”

Bir parçası dökülmüş içinize hırsız girmiş gibi hissedersiniz iyi dinlemeyiciyi. Kendi kendiliğinizi çalmış, kalanı ortalığa saçmış, kulağını sizden çok önceden doldurmuş kendi gürültüsüne karışıp gitmiştir.

İçinizden, işaret parmağınızı sokup kulağınızı bir güzel silkelemek gelir. Orada bıraktığı nahoş izi silmek.

7 Aralık 2010 Salı

Diyelim evinize birilerini çağırıyorsunuz. Söz konusu olan düğün ya da cenaze değilse konuklarınız belirli bir başlık altında toplananlar olur, değil mi? Konu, komşu, aile, yakın dostlar, kumar, iş vb. arkadaşları.

İlişkilerinizin her bir sektörünün canlandırdığı bir kimliğiniz vardır. En kolayı da bunları birbirleriyle uyumlandırmaya çalışmadan ayrı ayrı yaşamaktır. Patronunuz ve canciğer arkadaşınızla birlikte içmek istemezsiniz çayınızı; bu bileşim sizi ne deve ne kuş bir iki aradalığa zorlar çünkü.

Bilgisayarda belgelerinizi nasıl tek bir dosya altına kaydetmiyorsanız ilişkilerinize de kendiliğinden öyle ayrı alanlar açarsınız.

Facebook’un getirdiği bir “yenilik” de, etrafınızda, etrafınızın etrafında, geçmişinizde olan (ve bu araç sayesinde daha da oldurduğunuz) kim varsa aynı salona buyur etmeniz (ya da kendinizi buyur ettirmeniz).

Yarım yüzyıl geride kalmış çocukluklarda nasıl misket, gazoz kapağı, artist-sporcu resmi biriktiriliyor idiyse koleksiyonun bugün insan suretleriyle sürdürülmesi.

Ve bu sosyalleşmenin getirdiği dil, jargon: Öyle bir ortalama tutturacaksınız ki (derdiniz kartvizit toplar gibi insan biriktirmek değilse) alt kişilikleriniz bir çatı altında uyum içinde yaşasın. Sulu siz ile bir konuyu ölümüne ciddiye alan, suya sabuna dokunmayan gündelik hasbıhalden haz alanla, hayır, ele aldığının dibine kadar giden, “entel!” yaftasından cüzamdan kaçar gibi kaçanla bu yaftayı hak eden, alabildiğine mesafeli olanla alabildiğine yakın olan… yanlarınız uyum içinde, bunlara karşılık gelen çevrelerinizle aynı anda varolabilsin.

İlginç bir sosyo psikolojik olgu ve beraberinde getirdiği yanıt bekleyen bir soru olabilir ama ara duvarların kalktığı, sanal-gerçek, hayatıma girmiş ne kadar farklı yönde kişi varsa hepsinin tek bir bohçaya döküldüğü bu sosyal ağa takılmış istavrit gibi hissetmeye başladım ben kendimi!

6 Aralık 2010 Pazartesi

GENEL OBEZİTE

Obeziteyi nasıl bilirsiniz?

Yükte ağır-pahada hafif diyebilir miyiz?

Halaç dayağından geçmiş pamuk gibi kabarık.

Kof.

Bunların hiçbiri işlevini yadsımak olmamalı. Sağlıklı olup olmaması bir yana, her türden obezitenin esaslı bir işlevi var çünkü. Ya da iki: Tampon ve uyuşturucu, obezite.

Dikkati hedeften, çok can yakıcı ya da ziyadesiyle emek gerektiren nokta her neyse, ondan uzaklaştırmaya hizmet ediyor.

Açlığın doyurulmasına olmasa da doldurulmasına.

Hizmetinin bedeli, doymak ile dolmak arasındaki farkta saklı.

Uykunun devamı için fiziksel ihtiyacın, mesela susuzluğun rüyalarda giderildiğinin görülmesi gibi. Gereksinimin karşılandığı yanılsamasıyla uykunun sürdürülmesi, obezitenin hizmeti ve bedeli.

Ve galiba her tür bağımlılık obezite.

Uyaran bağımlılığımızı düşünüyorum. Geçende biri, Zürih’teki metronun duvarlarını anlatıyordu. Trenin hızında sabit algılanacak tempoda görüntüler yansıtılıyormuş.

Üç dakika da boş duvara bakıversinler! diye isyan ettim: Uyaran bağımlılığımız dolduruldukça içimiz boşalıyor.

5 Aralık 2010 Pazar

SOSYAL OBEZİTE

Kısa, isabetli vuruşlarıyla turnayı hep gözünden vuran bir yakınım böyle deyiverdi Facebook için.

Geçende oturdum, kurucusu cin fikirli Mark Zuckerberg ve başımıza sardığı Facebook’u üzerine yapılan filmi seyrettim, Sosyal Ağ’ı. Anlatılan o sıkıcı, akamayan, kasvetli yasal savaş değildi beklediğim. Ama gözler önüne serdiği kader cilvesi, ayırdığım zamana yine de değdi: Başına yapışanların, bağımlısı oluverenlerin 500 milyonu bulduğu bu fenomen, sosyal yandan pek yoksul büyük bir zekanın ürünüydü. Eksikliğinin hıncını çıkarma, yarasını yalama yolu.

Bir gedik onu dengeleyecek bir zeka, ardından da büyük bir taleple birleşince ortaya çıkan Facebook olmuş.

Facebook Zuckerberg’in ruh yaması.

Peki ya bizim, benim?


Ona sosyal obezite diyen yakınımın başka bir saptaması da insanın hayattaki bütün amacının “oyalanmak” olduğuydu. İnsan ilişkilerinden başlayıp inceltilmiş, yüceltilmiş biçimlerinde bilimi, sanatı, felsefeyi veren bütün bir yelpazenin oyalanma dürtüsü, ihtiyacı ile özetlenebileceği.

Aşk, tutku, arayış, yaratıcılık, idealler vb. baş tacı edilen etiketlerin bir anda soyulup çıkarılması ve geride kalanın sıradanlığı pek gönül okşayıcı değil tabii. İrkiltici. Ama onun bütün saptamalarında olduğu gibi itirazlara girişmeden durup şöyle bir evirip çevirmek de ayıltıcı.

Sonuçta insana en iyi gelen bu değil mi; şeker-çikolataya bulanmamış, damak buran gerçeklik.

Enerji en kolay akacağı yolu seçer. Arada suyu ters akıtacak, insanı sarp kayalıklara yalınayak tırmandıracak özel bir tutku yoksa yapacağı odur.

Facebook’un da sunduğu bu. Elinizin altında bir bilgisayar, biraz elektrik, bir de modem varsa bağlanın gitsin! Oyalanma ihtiyacınızı kapıya çıkıp çenenizi komşularınızla yormadan, sinemaya, kahveye kapağı atmadan oturup kaldığınız yerden gidermenin en kestirme yolu; yemek pişirmekle kim uğraşacak, damardan serumla beslenmenin.

Ah Zuckerberg, kız arkadaşınla işler bir ilişki kurmanın yolunu bulsaymışsın keşke, diyemiyorum.

Kendi yarasını yalarken zaten oracıkta olan genel ihtiyacın da kolay yoldan giderileceği yatağı açmış o sadece.

Tencere paldır küldür yuvarlanmış, kapağını bulmuş!

30 Kasım 2010 Salı

KEDİFONİ

Tuhaf bir kedi. Benzerleri yerde dört ayak üzerinde alıştığımız kediliklerini sürdürürken atlamış piyano sehpası üzerine, ön ayaklarını klavyeye uzatmış. Yarı ölü bir hayvanı yoklar gibi dikkatle tuşlara dokunuyor. Çıkan seslere daha da büyük bir dikkatle kulak veriyor. Bir tuş. Biraz berisinde başka biri. Aceleye getirmiyor. Olanca kedi sabrı, temkin ve odaklanmışlığıyla alışılmış avlarını değil, sesleri izliyor. Bir ses, derken peş peşe iki tane daha.. Usulca tuşları kokluyor. Yetmiyor, aşka gelip başını sürüyor iki-üç yeni ses arasında. Ve asla suyunu çıkarıp dört ayağıyla atlamıyor. Piyanoyla iki ayaklı bir piyanistin yapacağı gibi sevişiyor.


Ve esinlenmiş bir şef. Alıyor kedinin piyano serüvenini, onun çıkardığı sesler ve asıl uyandırdığı duygu etrafına bir kompozisyon örüyor. Arkada, dev ekranda piyano başındaki kedi videosu, orkestrasıyla çalıyor.

*

İki bölümü başka yerlerden gelip bamtelime dokunan bir hikaye.

Kendini geride hiçbir şey bırakmamasına veriş.

Bir şeyi (herhangi bir şeyi) almak, özünden hissetmek, kendinden katıp çoğaltarak geri yansıtmak. Esin dedikleri.


http://www.youtube.com/watch?v=zeoT66v4EHg

20 Kasım 2010 Cumartesi

EKRAN

Tamam, bir de ekran gerek, uygun bir öteki. Şöyle pürüzsüz, temiz, eni boyuyla da uygun ki çekilen film gösterilebilsin. Tabii.

Yansıtmada sorun o değil.

Ekranı, ötekini, oynatılan filmin önce içine çekip onun ayrılmaz parçası, olmazsa olmazı yapma, ardından da bununla bir olma dürtüsü.

Sapı saman, ekranı devranla karıştırmak.

YANSIT-MA!

Birine iyi nitelikler boca etmek, sonra da karşısına geçip gözleri kamaşmaya bırakmak yekten kötü şey değil.

Kızılı sıradanken baldırda parlatılmış elma gibi alımlı hale getirmek.

Yansıtma.

Gördüğün sensin düsturu doğru ise, görmez olduğun kendi niteliklerini kendi karşına çıkarmanın bir yolu. Hatırlamanın. Böylece de yeniden seferber etmenin, hayata geçirmenin.

Bunu tehlikeli kılan, projektörü unutup perdeye dört elle sarılmak. Perde beklenen cevabı veremediğinde de (nasıl verebilsin ki?) sırça gibi tuz buz olmak.

Gündelik düş kırıklıklarından ruhun dipsiz karanlıklarına yuvarlanıvermeye, engin bir yelpazede durmadan olan da bu değil mi?

O halde yansıt. Film seyreder gibi mesela. Nasıl ışıkları kıstığın gibi divana şöyle bir yayılıp seyirciliğine ortamı hazırlayarak sürdüğü sürece kendini gözünün önünden akıp akıp gidenlere bırakıyorsan, öyle. Bittiğinde kalkıp işin gücüne dönmek üzere.

Yoksa yansıtma!

13 Kasım 2010 Cumartesi

KARŞILAŞMA VE PATRICIA BARBER

Doğu rüzgarı denizin ışıltısını pul pul yayıyor. Tuzuyla kurumaya bıraktığım tenimde sonbahar güneşinin tatlı sıcağı. Tek bulutsuz gök. Sakin renkler. Akdeniz.

Patricia Barber imbiğinden geçmiş Triste’yi dinliyorum. Geçirdiği ne olursa olsun, öbür ucunda kendine özgü bambaşka bir şeye dönüştüren bir imbik bu.

Barber’ın elinde Triste adı gibi başlıyor. Usul usul değişiyor, seçilemeyen bir eşikte tersine, dizginlenmemiş bir yaşam gücüne dönüşüyor.

Müziğiyle karşılaştıklarımdan Patricia Barber.

“Karşılaşmaya” benim yüklediğim anlam, anahtarın kilide oturması –ve klik!- açılan bir kapıdır. Bir insan, yaşantı, sanat eseriyle,.. yüz yüze gelirsiniz. Ondan ta çekirdeğinize giden yolda kapılar, geçitler hizalanır. Karşı karşıya olduğunuz uzanır, ham algınızdan başlayarak duygunuzu, sezginizi, derken işi kese biçe, parçalara ayıra anlamak-anlamlandırmak olan aklınızı içine alarak gider, bamtelinize dokunur. Güzergahı daha kısa, etkisi tek bir fiille sınırlı olan “beğenmekten” böylece ayrılır karşılaşma. Kat kattır. Tek bir anında bir şekilde dokundurup canlandırdığı geçmiş vardır. Ve henüz şekillenmemiş, sadece nüvesiyle mevcut algınızla gelecek. Sıkı yaşantıdır karşılaşma. Yoğun. Ayrıntılarını hatırlamadığınız derin bir düşten beslenmişlik hissiyle uyanmayı andırır.

Bir kez karşılaştığınız şeye alanı boşaltırsınız. Kapının arkasında bekleyen mutat tepkilerinizi, hazır (ve tabii bayat!) fikirlerinizi bir yana iter, algınızın taze taze üretildiği “boş” bir alan açarsınız ona. Lafını, yolunu kesmeden olacağını olmaya bırakırsınız. Pek sık yaşanmayan şeydir haliyle. Sonu da ziyadesiyle ödüllendirici. Konusunu, vesile olanı aşarak size lekesiz bir açıklıkla algılanan şeyin (her şeyin) nasıl bir zenginlik olduğunu öğretir.

Her şey gibi bu da sizde başlar, sizde biter elbette. Doğru dalga boyunu yakaladınız mı bira şişesini açmak gibi sıradan bir iş bile karşılaşmaya dönüşebilecekken tersi de pekala geçerlidir: Dış kapınız kapalıysa isterse sanatının devleri gelsin, oracıkta kalır.

Benim için oracıkta kalmayanlardan Patricia Barber. Mandalı indirdiği gibi içeri giriyor. Gerisi, karşılaşma.

* * *

Keith Jarrett, “başka şeylerin” (yazmak, felsefe..) müziğinde ne kadar önemli olduğu sorusuna “müzikten daha önemli” diye karşılık veriyor: “Sanat ve bazı müzik çevrelerinde sık rastlanan bir yanlışlık: Müziğin müzikten geldiği düşünülüyor. Bebeğin bebekten geldiğini söylemek gibi oysa bu. Müzik, bütün bir sürecin son ürünüdür.”

Patricia Barber bu yaklaşımın örneği. Ruhunu dört koldan besliyor. Geniş bir edebiyat ve şiir birikimi var. Dinlediği, çalıştığı, incelediği müzik yelpazesi bundan geri kalmıyor. On (piyanoyu yalınayak çaldığı düşünülürse yirmi) parmağıyla dilin, müziğin, güzel sanatların ve (Satori’ye nasıl ulaşırım diye soran müridine “bulaşıkları yıkadın mı?” yanıtını veren Zen ustasını gülümsetecek şekilde) “gündelik hayatın” içinde (meyve-sebzesini kendi yetiştirdiği bir bahçesi var).

Rüyalarla ilişkisini sorulduğunda “düşlerle ilgilenmiyorum. Uyanıkken zihnim dört dönüyor, şeyleri ilginç biçimlerde evire çevire alternatif gerçeklikler araştırıyor. Müziğin düşsel bir şekilde yazılabilmesi için alışılmadık ya da tuhaf senaryolara odaklanıyor” yanıtını vermişti. Bu sivrilmiş ilgi, dikkat ve açıklık ile gerçekten de müziğine hayret verici bir başarıyla düşlerin yoğunluğunu katıyor. Tıpkı tensellikle entelekt gibi, düşsellik ve gerçeklik de müziğinde iç içe.

Hakkında hiçbir şey bilmeden ilk dinlediğim albümü, Ovid’in Metamorfozlarından esinlenerek bestelediği Mythologies albümü olmuştu. Düşlerle ilgilenmediğini söyleyen birinden beklenmeyecek şekilde arketipik bir düşün etkisini uyandırdı. Ne nasıl oluyor anlamadan çarpıldım. Anladıkça da sığlaşacağına derinleşti.

Kendi sesini arayan ve bulan Patricia Barber işte böylece “karşılaştığım” sanatçılar arasına girdi.



THE THING I CALL ENCOUNTER AND PATRICIA BARBER


Clear sky. Calm colors.

Another Mediterranean sundance!

The east wind spreads out the glimmer on the sea. On my salty skin is the sweet warmth of the autumn sun, I am listening to Triste as rendered by Patricia Barber. Under her hands Triste begins as its name would evoke and then subtly becomes an upwards spiraling liberation, to end as it began. Her interpretation is as always deeply transforming.

Patricia Barber is one of those artists I experience an encounter with.

What I call an “encounter” is the matching of the key with the lock and –click!- the opening of a door. In an encounter with a person, experience, work of art, doors and doorways are aligned. The subject of the encounter reaches your perception, feelings, intuition and finally your intellect, and touches the very core of your being. It nourishes both the senses and the intellect. The psychological layers covered in an encounter are what differentiates it from mere admiration, the range and effect of which is limited by definition. An encounter is layered. A single instant of it encapsulates all the somehow revived past, present and the dimly intuited future. And it is an intense experience not unlike awakening from a charged dream with a feeling of being richly nourished.

Leaving all of your ready-made (and therefore inadequate) reactions, opinions aside, you make room to what you encounter; an empty space where your perception becomes highly receptive. You simply let it be. An encounter is a rare occurrence and correspondingly rewarding. Going beyond its subject, it teaches you what richness such an openness might be.

Like in everything else, you are the key. Getting the right wavelength, even the most mundane of the tasks such as opening a beer bottle might be transformed into an encounter. The opposite is equally true: if your door is closed, may the giants of their arts come, they couldn’t step past your threshold.

This is not the case with Patricia Barber: the door is opened. And the rest is encounter.

*

On the question about how important the “other things” (writing, philosophy..) were to him, Keith Jarrett says that they are more important than music. It’s one of the frequent fallacies in the circles of art and maybe music also, he says: They think that music comes from music. But it’s like saying that babies come from babies. Music is the end product of a whole process.

Patricia Barber is another convincing example of this approach. She nourishes her soul from the most various sources including literature, poetry, fine arts, philosophy, not to mention her broad musical spectrum. But, sophisticated as it may be, all this being just one aspect of existence, she doesn’t neglect the earthly side of life either. Taking plenty of time for the grounding exercise of gardening, for instance, she grows her own vegetables. (Which reminds me of the famous Zen story about the Master saying to his disciple who asks him how to attain Satori: “Are you done with the dishes?” and to the disciple’s negative answer: “Go and wash them!”) Thus covering all the major aspects of living, she leaves no untouched area as she also does with the keyboard.

To the question about her relationship with dreams (whether she uses them as an inspirational source) she answered, “I believe my mind wanders a lot when I'm waking and considers alternative realities, turns things around in interesting ways. Concentrating very hard on unfamiliar or strange scenarios in order to write music can be dream-like. That's probably all I can handle.” Her keen interest and attention bring indeed to the music the intensity of dreams astonishingly well. Just like sensuality and intellect are intertwined in her music, so are the dreamlikeness and reality.

Her first album I’ve heard without knowing anything about her was Mythologies based on Ovid’s Metamorphoses. Surprisingly for someone who isn’t interested in dreams, her musical intensity affected me the same way as an archetypal dream. Without grasping what is going on and how, I was struck. And the more I “understood” the more it deepened instead of becoming shallow.

A musician who avoids being popular in order to stay loyal to her own voice, Patricia Barber joins the artists with whom I experience that thing I call encounter.

8 Kasım 2010 Pazartesi

CİLALI DÜŞ DEVRİ

HD ya da onun ready’si yaya kalır, art arda gördüğüm düşlerin görsel canlılığı akıl alır gibi değil.

Soluğum kesilir gibi uyanıyor, böyle bir görsel keskinliğin etkisinde boş boş karanlık ya da aydınlanmakta olan tavana bakıyorum uzun süre.

Mükemmel ışığa tutulmuş kusursuz diyapozitifler diyeceğim, yanına pek yaklaşamayacak. Renkler, nüansları ve ışık, asıl ışığı anlatamamak gerisin geriye hafızama kapatıyor onları. Hafızanın tutabildiği ise orijinal görüntüler değil, olsa olsa etkilerinin yoğunluğu. Yapılacak şey, yine gelmelerini umarak uykuya yatmak. Yanımda konuk da götüremeden..

*

Sabahın ilk, belki akşamın geç saatleri ışığında masmavi bir deniz. Ben soldan sağa ilerlerken karşımda bir insan akışı var. Birbirine paralel iki çizgi üzerinde ters yönlere kayıyoruz. Arkadaşlarım. Hemen üstlerinde bir an parıldayan, sonra gözden kaybolan ince bir ipe mandalsız çamaşırlar gibi asılmışlar (bunun canlı bir Photoshop çalışması olduğu geçiyor aklımdan). İzlendiklerinin farkındalar mı? Kendi alemlerinde, gülerek, kahkahalar atarak geçiyorlar önümden. Ben rüyanın içinde rüyanın canlılığıyla sarhoş gibiyim daha çok. Derken.. geçidin bir anında, ipin görüşümden çıkmak üzere olan sol ucunda yatağa onunla girdiğim kırmızı-beyaz geceliğimle kendimi görüyorum. Bir benim yüzüm asık, karanlık ifadeli.

*

Gerçek hayatta e-postalarının anında cebine düşeceği telefonlardan kullanan bir arkadaşımın önüne, çalışmak için başına oturduğumuz masada sekreteri getirip avuç içi kadar, siyah bir alet bırakıyor. Yarım silindir biçimli. Posta almadığı vakit “yoksunluğu” gidericiymiş. Ayarlanabilen aralarla bilgisayarın “mesajınız var” sinyalini çıkarıyor. Sesinden hoşnut değil arkadaşım, inandırıcı bulmuyor.

*

Geceleri iple çeker oldum..

5 Kasım 2010 Cuma

SÜLÜK SENEM

Avluyu dolduran kalabalığı geçtim, gözüm ona takıldı. Merdivenin dibindeki dökük tahta banka tek başına çökmüş çok yaşlı kadına. Bastonunu dikleyip avuçlarını üzerinde birleştirmiş, çenesini ellerine dayamış oturuyordu öylece. Yok, öylece değil, cenaze evinde onca kalabalık içinde ölüme en yakın oymuş gibi. Alıp götürdüğünün acısıyla da değil. Ne de şaşkınlık, isyanla. Soluğundan ve uzun zamandır tanırmış gibi onu. Ta derinden. İçinden. Biçimini çoktan yitirmiş bedeninde kat kat çaput, köşede unutulan çuval gibiydi. Yine de o bilen hali.. Gidip yanına oturdum. Beklemediği şeymiş gibi döndü. Ne kadar seçebildiğini kestiremediğim kurşun rengi bulanık gözlerine baktım. Çalkantısının bir anında donmuş su gibi kırışık yüzüne. Bir şey söylemedim. Söyleyecek şeyim de yoktu. Sadece olmak. Orada onun gibi sessiz, bildiği her ne, bilen her kim ise ona öylece “dokunmak.”

Senem’miş adı. Göçüp giden kocasının üzerine kalan lakabıyla Sülük Senem. 90’a yaklaşan yaşıyla hala tarlada çapa yaparmış.

Ertesi gün, banktaki gibi yığılmışçasına tek başına oturduğu eşek arabasında giderken gördüm.

Vasiyeti varmış. Öldüğünde mezarlıktan önce tarlaya götürüp şöyle bir dolaştırmalarını istemiş.

1 Kasım 2010 Pazartesi

ÜÇ ŞEY




Son kürek toprak da atıldığında ciğerlerimi uzun bir solukla boşalmaya bırakıp etrafa baktım. İlkbaharda bir de iris kaynar, binbir yeşile havai morlarını katar burada. Şimdiyse oluruna bırakılmış otlar, mevsim çiçekleriyle dalga dalga alçalıp yükseliyor bitki örtüsü. Aralarda içime oldum olası aydınlık bir huzur veren okaliptüsler. Yatsam uyuyamam, öyle canlı bir mezarlık.


Traktör, bir vakitler ortasında devasa bir okaliptüsün yükselip gölgesini zamanının parmakla gösterilen konağına yaydığı avludan römorkuyla birlikte çıkarken gökyüzü de açılmaya başlamıştı. Tam olarak hangi ara, bilemiyorum. Gözüm o ana dek yeryüzündeydi.


Emektar kırmızı traktör iki kanatlı mavi demir kapıdan homurtularla girdi. Ardı sıra da beyazı kirlenmiş römork. Daha da kirli yeşil harflerle yazılı Morg ve Cenaze Yıkama Aracı ibaresine takıldı gözüm. Lastikler çakılları hışırdatırken römorktan gıcırtılar yükseliyordu.


Dedemin diktiği devleşmiş okaliptüsü çok yaprak döküyor diye amcam kestirmiş: Bu alemde ya da öte aleme göçmüş dokuz kardeşten köyde, baba ocağında kalmış sonuncusu. Dedemin o çocukken yaptırdığı konakla birlikte büyümüş, çoğalmış, yaşayıp yaşatmış, görmüş geçirmişler. İnişe de birlikte geçmiş, bel vermiş, onarılamayacak kadar yıpranmış, çöküşe iç içe ilerlemişler.

Son adımı ilk atan amcamın bedenini merdivenlerden indirdi çocukları, torunları. Evi, avluyu dolduran sessiz kalabalık açılıp yol verdi. Römorkun kapı yerine geçen kalın kirli muşamba kanatları açıldı, soğutucunun kapağı, cenaze içeri sürüldü. Muşambanın kanatları kapandı. Sesler geri döndü.

Çatıya çıktım. Ötelerde, bereketli topraklar ardından yükselen Toroslar görünüyordu. Fransız işgalinden kaçışlarında hastalanan bebek yaştaki amcamı, bırakmasını söyleyen dedemi dinlemeyen babaannemin bağrına bastığı gibi götürdüğü Toroslar. 90 yıllık ömrünü ona nenemle birlikte ikinci kez bağışlamış dağlar. Kadınlar baş başa vermiş konuşuyor, gülüşüyor, ağlaşıyordu, kiminin elinde tellenen sigaralar. Duvar dibindeki kiremit yığınına takıldı bakışım. Alacalı küflerinin aralarından sıyrılan tatlı tuğla rengine, üzerlerindeki “Marsilya yapımı” baskısına..

Cem evinden beklenen dedenin geldiğini söylediler. Sarıksız, cübbesiz, beyaz gömlek, siyah pantolon, aydınlık ağırbaşlı yüzüyle genç bir dede. Römorkun etrafını aldık, o da ölene helalimizi. Beden yıkandı, yakınları bir bir muşambayı aralayıp içeri girdi, bir avuç suyunu döküp vedalaştı. Ben girmedim.

Göğü o zaman fark ettim. Açıldığını, geride kalan tek tük beyaz bulutla mavileştiğini. Hacı hocayla değil, deyişlerle uğurlanmak isteyen amcam şimdi hoşnutmuş gibi.


Birkaç saat sonra uçakta, akşam göğündeydim. Kanat ucundaki Uçan at sembolünün ötelerinde dolmak üzere olan ay, içim bir tuhaf boşlukla dolu.


“Marsilya yapımı” kiremit, bakışımla birlikte bilinçaltıma da takılmış, baba ocağından yeniden geçerken bir tane almak istedim.

“Eyvallah!” dediler. “Nenenin sinilerinden de ister misin?” Evet, hem nasıl! Açılan asırlık tahta sandıktan kalayı eskimiş bir bakır kase seçtim.

Bir de.. tespihlerinden birini belki amcamın?

Hep elindeydi, dediklerini uzattılar. İmamesiz. 17 boncuğu (gelip geçmiş kim bilir ne düşünceler, anılar, hisler eşliğinde) çevrile çevrile, tende, canda cilalanmış.


Amcamdan, onunla birlikte dolan bütün bir devirden yadigar bu üç şeyle devam ettim yoluma.

16 Ekim 2010 Cumartesi

RUTİN

Sahnede olduğu durum az değil.

Hayat hareketlenip karmaşıklaştığında.

Basitleşip durağanlaştığında.

Enerji gürleşip dört yana saçılmaya meylettiğinde.

Cılızlaşıp rutinden ötesini götüremez olduğunda.

Bir kap, dere yatağı, nirengi ya da gerisin geriye dönülmüş ana rahmi ikamesi olarak rutin.

Kılıktan kılığa, dozdan doza o.

Azı avutucu, şekle şemale sokucu.

Özellikle de ayak sürüyerek yaşarken.

Ama ruhun kanı biraz bitlensin, dar geliyor.

Yanlış programda yıkanıp iki beden ufalmış korse misali tene basıyor.

Dur orada, diyorsun, haddini hatırla!

Sonuçta sen bana hizmet için varsın.

Tersinde bir yanlışlık olmalı!

9 Ekim 2010 Cumartesi

SANATÇININ KÜFESİ


Sanatçı, diyeceğini sanatıyla ortaya koyandır. Şarkısını söyler, yazacağını yazar, heykelini yontar, resmini duvara asar, müziğini seslendirir..

Sonra da bizden biridir. Bizim kadar politik ya da apolitik, dünyanın gidişatını umursayan-umursamayan. Yaşamı şöyle ya da böyle anlamlandıran bir Ademoğlu-kızı.

Ne bir eksik ne bir fazla.

Peki sanatıyla sivrilmiş, gönlümüzde bir yer edinmiş ama bunun dışında bizden bir farkı olmayan birinin ne demeye sırtına bir küfe, küfesine de ekstradan görevler, beklentiler yükleriz ki?

Ülkemizi gereğince (tabii bundan da bizim anladığımızca) temsil etmeli.

Hayır dediğimize evet, evet dediğimize hayır dememeli.

Topluma örnek olmalı.

İnsanlara yolu göstermeli..

Siyaset yapmalı.

Hayır, sanatçılığını bilip siyasetten uzak durmalı.

Bir davaya baş koymuş olsun olmasın, sanatçı sırf sanatçı sıfatıyla sanki bizden çok daha etraflı, derin, ileri görüşlü olabilirmiş ve zaten olmalıymış gibi.

Karşılanmadığında öfke uyandıran bütün o beklentilerin temelindeki varsayım irkiltici:

Bir şeyleri “iyi” yapan birilerinin tüm geri kalanda da bizden iyi olacağı.

Bu varsayımın beslendiği ihtiyaç daha da irkiltici:

Yar bana bir eğlence.

Eh, onun yanında bir izci, bir rehber, bir de KENDİ cılız sesime şöyle davudisinden bir hoparlör!

Bıraksak, sanatçı sanatıyla ışık tuttuğunu aydınlatsa. Gönlümüzdeki yerini. Böylece gündeliğin üzerine yükselmiş bakışımızla yetinsek, sırtına bir küfe, içine de olmadık beklentiler yüklemesek.

Elimiz böğrümüzde kaldığında duyacağımız öfke yerine bize sunabildiğine karşılık şükranla yetinsek.

Düşüncesini eleştireceksek bunu “ama o sanatçı!” itirazıyla dallandırıp budaklandırmadan yapsak.

İşini seviyorsak sevsek, sevmemişsek yürüsek gitsek kendi işimize.

Tamam, pek güzel sebze çorbası yapıyor diye aşçıbaşından oteli tam da bizim isteyeceğimiz gibi yöneten bir genel müdür filan olmasını beklemesek?

5 Ekim 2010 Salı

GÜNLERİN KÖPÜĞÜ

Geride nereden geldiği hatırlanmasa da tuhaf, yabancılaştırıcı tadını bırakan koyu bir uykudan şerit şerit uyandım. Karanlık boşlukta bir süre süzüldükten sonra çıkardım maskeyi gözümden. Hepsi de beyaz duvarların, dolapların yüzdüğü gür ışığa anlamadığını bile anlamayan gözlerle baktım. Boş. Boşluk. Neden sonra kendimi ellerimle gömdüğüm deminki karanlıkla arasındaki yaman karşıtlığı görüp güldüm.

Ne gerek var ki sınıfından küçük teknolojik cine göre güneşin şiddeti 10 üzerinden 7 küsur UV. (Ben ona “ultra-viol” diyorum, bu durumda daha isabetli.)

Kupamı bıraktığım yerden toplamaya üşendim; şekersiz, uykum kadar kara kahvem Tarsus usulü çay bardağında, terasta bulduğum dar gölge şeridine çektim rejisör sandalyemi.

Yeryüzünün, Rüzgarlar Adasının (bu tarihi isim, şimdiki tatsız yazlık kooperatif adından çok daha besleyici düş gücüne), evin, terasın, zamanın bu aynı noktasında kaç gün geçti döne döne, kim bilir.

Bir ölçeri olmuş olsa Yaşama Sevincinin 5-6’nın üzerinden başlayıp 9-10’a dayandığı görülecek kaç sefer?

İçimi genişletip daraltan tutku, öfke, barış, derin bir tefekkür hali, kendimden büyük bir şeylere teslimiyet ile renklenmiş-gölgelenmiş, biçimlenmiş kaç mevsim?

24? 25?

Kendimi sereserpe bıraktığım denizle birlikte dalgalanır ya da döşenmiş bir yolda ilerler gibi değil bu seferki.

Nereye çıkacağını bilmediğim, başımı kaldırıp öğrenmeye de zahmet etmediğim bir merdivenden tırmanır gibi daha çok.


Kalem arandım şöyle bir, bulamadım. Zihnimde birden belirip bol pudralı peruğunun altından hiç de küçük olmayan ağzını büzerek “Öyleyse sen de bilgisayarına yaz!” diyen Marie Antoinette’e güldüm. Dizüstünü kucağıma açtım. Gölgenin çoğunu ona bıraktım. 234 sözcüklük bu yazıyı tıkırdattım.

29 Eylül 2010 Çarşamba

GEÇİŞ

“Şu anda kendini yeni bir kurguya oturtmaya çalışıyorsun belki de.”

“Sen öyle mi yaparsın? Kendini bir kurguya mı yerleştirirsin?”

“Bence çoğu kişi bir kurguda yaşıyor. Ben de istisnası değilim. Arabanın transmisyonu olarak düşün bunu. Seninle katı gerçeklikler arasında duran bir transmisyon. Ham gücü dışarıdan alır, sürtüşmesiz bir akış için vitesleri kullanırsın. Kırılgan bedenini öyle korursun. Bir anlam ifade ediyor mu bu sana?”

Sumire hafifçe başını salladı. “Yeni kurguya da henüz tümden uyum sağlamış değilim. Bu mu dediğin?”

“Şu anda en büyük sorun, ne tür bir kurgu içinde olduğunu kestirememen. Olay örgüsü yabancın, tarz henüz oturmamış. Tek bildiğin baş kişinin adı. Yine de bu yeni kurgu senin kimliğini yeniden harmanlamakta. Zaman tanırsan seni kanatları altına alacak, yeni bir dünyaya kapı aralayacaktır. Ama daha orada değilsin, bu da seni belirsizlik içinde bırakıyor.”

“Yani eski transmisyonu söktüm, yenisiniyse daha yerleştiremedim diyorsun. Motor ise çalışmaya devam ediyor, öyle mi?”

“Böyle de söyleyebilirsin.”

(Haruki Murakami, Sputnik Sweetheart)

27 Eylül 2010 Pazartesi

PROJEKTÖR

“Aşk dediğin, yansıtmaya bilerek-bilmeyerek can attığın şeylere uygun bir perde buluvermek galiba. Bu bir de karşılıklı ise yangın körüklendiği gibi bacayı sarıyor. Mercekler değişiyor o zaman; balıkgözü, tele, makro.. Gündelik gerçeklikte pek kullanılmayan ne kadar çeşidi varsa gözünde onlar, kulakların dörtleşmiş, tenin alev alev..

Sürdüğü kadar. Ateş cılızlaşıp sistemin olağana dönmesi, serilmiş ekranın geri dürülmesi ardından sular çekilmiş de batıklar birer birer belirir gibi görünür olan defolar sonra. Büyütülme sırasının onlara gelişi.

Yeniden aşık oluşla bir sonraki perde, insanın belkemiğini zangırdatıp ışıklar saçarak açılırken düşünmeli;

Gözüne düz, ölgün (incitici, düşüncesiz, sığ..) görünen ‘eskisi,’ senden sonra karşılaşacağı insan için parlaklığı Jüpiter’inkinden geri kalmayan bir ‘yenilik’ olacak.

Seni senden alan yeni sevgiliyiyse bir de onun ‘eskisine’ sormalı.”


Taze bir aşığa yazılmasa daha iyi olacak bir nottu yine de..

26 Eylül 2010 Pazar

GÖRMEK DOKUNMAK

Benim için görmek dokunmak.

Öylesine bakarken değil ama durup gördüğümde gözlerimden hemen önce değilse aynı anda dokunma da harekete geçiyor.

Bakışımın üzerinde dolandığı şeyin sıcaklığı, dokusu görüntüsüyle birlikte akıyor algıma.

Böyle bir kavuşma noktasına kadar kendi yollarında gidiyor oysa bu iki algı.

Dokunma dürtüm güçlü. Neredeyse otistik denebilecek bir.. ihtiyaç.

Parmaklıklar, taş duvarlar, güneşten kabarmış, yağmurlarla şişmiş afiş uçları, durgun ya da akarsular, yapraklar, bitki sap ya da gövdeleri.. Parmak uçlarımla kaydını tuttuklarım. Çok sıcakta, soğukta, bedeninkinden farklı hissedilmeyen sıcaklıklarda. Pütürlü, kaygan, engebeli, keskin, eğrili yüzeyler. Katı, az veya çok dirençli dokular.. Hafızamda sürekli genişleyen bir “arşiv.”

Dokunma dürtümü açığa çıkaranlar durup baktıklarım değil ama. Yanından, içinden, üzerinden geçtiklerim.

Baktıklarıma pek az dokunuyorum. Ama bakmanın görmeye dönüştüğü an, dokunma arşivinin kapısı ardına kadar açılıyor ve gördüğümün dokunsal karşılığı da canlanıveriyor.

“Fişlenenle” sınırlı olmayan böyle bir fişleme sayesinde üzerinden uçtuğum bulutların, gözümü diktiğim ayın, fotografını çektiğim ördek ayaklarıyla resmini/filmini gördüğüm taşan süt, ayıbalığı, azılı bir bataklık vb.’nin dokunacak, vücudumda hissedecek olsam nasıl bir duygu vereceği şak diye canlanabiliyor.

Gerçeğe ne kadar uyduğu soru işareti olsa da son derece hakiki bir biçimde.

Görmek o zaman dokunmakla bir oluyor.

24 Eylül 2010 Cuma

YARIM SES

İçinden tek parça halinde bir ses yükseliyor. Bir duruş. Öykü. Karşılık ya da bir ilk hareket. “Doğruluğundan” emin, dışa vuruyorsun.

İfade edildiği an, üreme sırasında ikiye bölünen kromozomlar gibi tek parçalığı yitiyor.

Oluşturacağı yeni bütün, muhatabının, muhataplarının onu nasıl aldığına, kromozomların diğer yarısının nasıl geleceğine bağlı artık.

Ona atfettiğin doğruluk-güzellikte alınırsa ne ala, güzel ana babanın güzel çocuğu gibi bir devamlılık oluyor.

Senin hayal bile etmediğin bir açıdan bakılıp algılandığındaysa kapkara, kötü, sinsi bir varsayımın taşıyıcısına dönüşüyor.

Bu muydu benden çıkan diyorsun.

Evet ve hayır. Bir düşünce, duygu sende kaldığı sürece ne kadar tam, som olursa olsun, ifadesi, ancak algılanıp geri yansıtıldığında bütünlenecek bir yarım.

Şu Zen koanındaki gibi, “tek elin sesi,” yarım bir ses.

Ağırlık merkezin (kendini başkalarının gözünde görme derecen) ne kadar dışına düşmüş, varlığının onaylanması fazladan ne kadar önem kazanmışsa, senden çıkanı da o kadar az sahipleniyor, geldiği halle özdeşleşip ondan utanç, pişmanlık duyuyorsun.

Oysa bu haliyle senden ve hiç senden değil.

21 Eylül 2010 Salı

SAKIN SAKINMA

Balmumu kulak tıkaçlarımı sevgiyle düşünerek sordum:

“Tıkaç kullanıyor musun geceleri?”

Zaten ıssız olan adacıktaki ev sahibim, “ne demeye kullanayım ki” gibisine omuz silkerek hayır, dedi. Ekledi:

“Sakındığın şey hassaslaşır. Tahammül eşiğin düşer sonra.”

Tınn!

Bohemya kristaline fiske atılmış gibi yayıldı-yayıldı-yayıldı sözünün anlamı.

Geldi ve yaşadığım düğüme dokundu.

19 Eylül 2010 Pazar

BEN TARTIŞMAM

Ayrılığın olduğu yerde görüşümü belirtir, üstelemeden çekilirim. Kıran kırana bir yana, düşük dozlu çekişmelere bile girmem. Önemli olan fikrimi, duruşumu kabul ettirmek değil, insanlarla bu kendiliğinden olduğu sürece çeşitlilikteki ahenkte birlikte olmaktır. Paylaşmayı becerebildiğim şeylere kavga girmez.

Belki her şeyi kapsayacak yakınlıklara göre olmadığımdan.

Belki de ateşli tartışmaları öğrenmemiş olduğum için.

İnsan insanla törpüleniyor. Güç oyunlarından, spor olsun için yapılan münakaşalardan, karşıdakinin var olma biçiminin parçası olan kavgacılıktan da edinilecek şeyler olduğunu kabul edebilirim. Keski keskidir onu kullanana. Ama bununla muhatabının istediği derinlik ve kalıcılıkta değişebileni görmedim. Çekişmenin sinir savaşından öteye gidebildiğini.

Derinlere kök salmış bir tavrın değişmesi dışarıdan gelen dolaylı ya da doğrudan eleştiriler, geribildirimlerle olmuyor. Bunlar olsa olsa takılan kilidi “yoruyor.”

Köklü bir değişim iç düzenin, enerji örüntüsünün yerinden oynamasıyla geliyor. Hormonal, ekonomik, çevresel, beklenmedik bir farklılaşmayla.

Bedeni öteden beri saragelen giysinin ani bir kilo kaybıyla sahibinin üstünden dökülüvermesi gibi, kemikleşmiş tavır ancak o zaman sarsılıyor, dağılıyor, un ufak olup gidiyor.

13 Eylül 2010 Pazartesi

AYNADAKİNDEN İBARET KALMAK

Hayattan beriye, İnternet karşısına çekiliyorsun. Oradan buradan edindiğin “arkadaşlar,” kapının kapıyı açtığı konular.. Renkli, sürprizli. Ne zaman olmuş, nasıl olmuş, öyle mi olmuş bilemeden dışarıdan vazgeçmişsin. Sabahları yataktan kalkar kalkmaz yüzünü yıkamaya gitmeden açtığın ekran artık -kapın değil- penceren. Arkadaşlarınla yerkürede kaplamadığın zaman dilimi yok gibi; sen uyurken akmış mesajları çayından önce içiyorsun. Başka insanların, uzakların renkleri, sesleri. İçin boşaldıkça hayatını daha da dolduruyor odağını çevirdiklerin.

Karşılığını kendi renklerin, seslerini sunarak veriyorsun. Sana pörsümüş gelen elindekiler (arada bir yaşadığın ışıltı dışında yeni bir şey çıkmıyor kafandan, algılarından) heyecanla karşılanıyor. Belli ki dünyanın bir yerlerindeki birilerinin sabahları ilk iş açtığı ekranı dolduranlardan biri de sensin. Kendi gözünden düşmüş, onlarınkinden bakıyorsun dönüp dönüp kendine; fena görünmüyor, hiç fena görünmüyor hem!

Artık sana varlık bahşeden, nasıl göründüğün. Pekala. İncelikle oynamaktan geri durmuyorsun bununla. Şişinmek elbette değil, ama şuraya biraz daha ışık düşürüp burayı daha da örtecek olursam.. İşte! Kasabanın cini olup çıkmak işten değil. Bayat mayat, ceplerinde her zaman bir şeyler oldu.

Dışarıda, onunla bir yandan da kendi içinde yaşamaya yaşamaya sönüp giden özgüvenine bu pompa bağlı şimdi. Seni şişirmekle kalmıyor, biçimlendiriyor da.

Bir yorumun beğenildiğinde dikleşiyor başın.

Yanlış anlaşıldığında sen o yanlış anlaşılan oluyor, diplerinden bir yerden “ama ben böyle demedim-böyle olmadım” isyanı cılızca yükselse de bu hücreciğin içine hapsoluveriyorsun.

Çıkıp seni savunan-doğru anlayan birileri oluyor kefaretini verip “serbest” bırakan.

Gözün onların gözünde şimdi. Sesleri, bakışlarıyla varoluyorsun. Aynalarındakinden ibaretsin artık.

Senden geri kalandan: Orada burada parlayıp sönen kaprisli yansımalarından.



Nous ne sommes nous qu'aux yeux des autres et c'est à partir du regard des autres que nous nous assumons comme nous.

Jean-Paul Sartre, L'Être et le néant

7 Eylül 2010 Salı

http://picasaweb.google.com.tr/sedatoksoy/U2#

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/U2?authkey=Gv1sRgCPzWkcrZ0eitSQ#

U2




Dün U2’nun konserindeydim. Konser lafın gelişi; algı bombardımanlarında.

100 bin kişilik Olimpiyat Stadyumu –sahadakiler oturtulacak olursa- herhalde doluya çok da uzak değildi.

Dünyanın dört bir yanından gelenlerle turnenin “360 derece” başlığını bir de bu açıdan doğrulayan küresel bir kitle.

Saatler öncesinden başlayan heyecanlı bekleyiş, hazırlık, artan iştah.

Devasa bir alanda kitlenin parçası olmayla gelen farklılaşma. Bireylik, ayrılık geride kalırken ondan çok büyük bir organizmanın parçasına dönüşmenin yüklediği enerji. Parçanın bütünle beslenirken dönüp onu semirttiği çığlaşma bir tür.

Bastıran yağmur, şiddetlenen rüzgarla hiç bozulmadığı gibi doyurulmaya hazır, aç keyfin bir de bu çeşnilerle renklenmesi. Biraz daha macera!

Saatler geçti. Yağmur da rüzgar da dindi, hava karardı. Sahanın ucundaki, uzaylı bir örümceği andıran dev sahne yapısı ışıklar saçmaya, gövdesindeki çepeçevre ekranlarda (alın işte, bir 360 da burada) görüntüler belirmeye başladı.

Ön grup çıkıp kulaklarımızı ses şiddetine alıştırmaya, heyecanımızı gecenin merkezine doğru tırmandırmaya girişti.

Sonra biraz daha. Ve geliş yollarında fışkıran sis bulutları arasından U2, stadyumu yerinden oynatan bir tezahüratla sahneye koştu, doldurdu, köpürttü, taşırdı onu.

On binlerin katıldığı şarkılar, yerinde duramayan (durulacak gibi değildi, zemberek bir kez boşaltılmıştı) insanların dansı. Spotların dilim dilim taradığı kitlenin (çalışan kıyma makinesinin etin parçalarına ayrıldığı ucundaki kıvıl kıvıl şeritlere benziyorlardı) parçaları aşıp bütün oluşu.

Grubun müziklerini “sırf eğlence” olmaktan çıkarmaya bakarak dünyayı umursama mesajlarıyla “aktifleştirmeleri.” (Dünya barışı, insan hakları, insani felaketlerin önünü alma.. Böyle güzel şeyler. Sevdikleri bir şeye yedirerek mesajı başka türlü kulağı bunlara kapalı kalacakların yutaklarından aşağı indirme yolu. Balıkyağını portakal suyuyla vermek.)

Artık kıyamet kopuyordu. Başta Bono, grup da kitle de iyice ısınmış, istenen yönde biçimlenen tatlı bir balmumu kıvamına gelmişti.

Bir ışık-ses vd. mühendislik harikası olan sahne binası, füzenin ateşlendiği Satürn rampası gibiydi şimdi.

Işıklar, sisler, dönen köprüler, çılgın bir organik-mekanik hareket.

Ve ses tabii. Göğsüme diklemesine yaslanarak kemiklerimde, iç organlarım, oradan iliklerimde gümbürdeyen, aklı baştan alıcı bir hacimle tomur tomur titreşen ses.

Gönüllü, saldım kendimi.

Bir yanım saydam kaldı ama. Gösterinin gerisinde.

Ustalığı tartışmasız bir reji eseri renk-hareket cümbüşünün, bin bir grafik oyunun çağıldadığı 360 derecelik ekrana bu yanımla baktım.

Ekrana ve altındaki sahneye.

Büyütülmüş, sesi çılgınca yükseltilmiş, renklendirilmiş, hareketiyle sınırsızca oynanan versiyonlarından bakışımı altlarındaki sahnede sıradan ölümlü ölçeklerinde işlerini yapan insanlara indirdim.

Işıkları kapadım. Hoparlörleri fişten çektim. Akvaryum-stadyumu tıpasını açıp boşalttım.

Bono’nun sevdiğim başka dünyalı sesiyle grubun karakteristik gitar akorları kaldı geriye.

Başka da hiçbir şey.

5 Eylül 2010 Pazar

İNSAN AYNALAR

Bazısı var, aklı hayatta şimdilik kalmaya anca yeter bir ebleh gibi hissediyorum karşısında kendimi. Kafamdan, içimden geçeni söyleyecek olduğumda, raketi bir tenis şampiyonuna yaraşır şiddet ve kesinlikle topa çalar gibi kapının arkasında bu aymazlığımı bekleyen cevabını çakıveriyor. Ufalıyor, bir kez daha sıradanlaşıyorum. Cevapların pırıl pırıl kavanozlar gibi dizili olduğu onun raf-dünyasına ait olmadığımı böylece yeniden öğreniyorum.

Bazıları ellerini sevinçle çırparak karşıladığı varlığımı şenlikli bir şey gibi duyumsatıyor. Taze, şaşırtıcı, eğlenceli.

Kimiyle bana geri yansıyan algım Mr. Bean kadar sarsak, dağınık.

Kimiyle net bir ışık huzmesi misali derli toplu duyumsuyorum kendimi. Etkili, verimli.

Tabakta yarısı öylece unutulmuş yulaf lapası kadar sıkıcı bir tat alıp verdiklerim var kendimden.

Kendime görüntüde, bazen de tatta zengin gelmeme yol açan.

Hiçbir yerimden kavranmayarak aynasında görüntüsüzleştiklerim.

Bende bulup çıkardıklarıyla güzelleştiklerim.

Kıvılcımlarımızın çakıştığı gibi hoş bir etkileşimle kıvraklaştıklarım.

Kırk yılda bir de şu ya da bu halimi şöyle ya da böyle kırarak geri yansıtmak yerine aynasını tutarak bana görüntülerin ötesindekini, özümü yansıtır gibi olan bir veya iki kişi..

29 Ağustos 2010 Pazar

23 Ağustos 2010 Pazartesi

KUYUNUN DİBİNDE




Tepemde cırcırböcekleri (Eylül sonu başlayan yaz tatillerime tek tük kalmışlar gibi de değil; gücü kuvveti, müzikal yeteneği yerinde olanlardan bolca), sol kulağımda hışırtıyla kıyıya abanıp taşların üzerinden çıkır çıkır dökülür gibi çekilen deniz. Verandanın zeytin dallarından örülme çatısından serinleyerek üzerime yağan güneş. Bir derdim, olsa olsa acıkan karnım.

Assos’un az berisinde, Küçükkuyu’nun dibindeyim. Fazlalıksız motel dolu ama insanlar televizyonla müziğin yokluğu, İnternet’in varlığıyla kendi alemlerine çekilmiş, sessiz sakin.

Bol uyku, rüyalar rüyalar, neşeli uyanıklık.

Yemekler leziz, deniz serin, hayat basit.

13 Ağustos 2010 Cuma

IMPLANT

Üç aydır oyuğuna çivi, çivisine de diş bekleyen çenem muradına erdi!

Gıcır gıcır seramik dişi iki parmağının ucunda pencereden akan sıcak yaz günü ışığına tuttu hekim arkadaşım. Sonuçtan memnun gülümsedi. Asistanının uzattığı küçük palete ince fırçasını batırıp açtırdığı ağzımdaki dişlerin tonuna ulaşmak üzere çalışmaya koyuldu. Biraz sarı, az biraz pembe, çok hafif beyaz, şöyle bir dokunup kalkılan turuncu.. Hatta gerçekçilik adına tınn! bir fırça ucu da katran siyahı. Sanatmış, dişlerin öğüttükleri bin bir şeyin alacasından oluşan tonunu tutturmak. Ama oldu. Birlikte büyümüşüz gibi duruyordu çıplak porselenin kat kat giydirilmiş son hali. Rengini fırında sabitledikten sonra çene kemiğimden meşum bir korsan bacağı gibi sarkan çiviye geçirdi. Ve tamam!

Tamam mı?

Çok.. katı, dedim. İskambil kağıtlarından yapılma kulübenin çakıl taşından bacası gibiydi hissi.

Güldü. “Dişlerimiz oynar. Buysa sabit. Alışman biraz zaman alabilir.”

Öyle duruyor şimdi. Ortamı kaskatılığı, mizahtan yoksunluğuyla geren biri gibi.

Halay çeken, horon tepenlerin arasına girdiği gibi dansı şaşırtan bir hareket fukarası misali.

Sabit fikir.

Tutarlık, erdem diye satılmaya bakılan taşlaşmışlık.

Heykeli dikilen bir uyumsuzluk örneği.

Ama iskeletim –arada dünyayla birlikte kavrulup gitmezse- un ufak olduktan binlerce yıl sonra “benden” kalmaya devam eden de o olur herhalde.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

DUMANIMIN TİK-TAKLARI

Ben Gidiyorum adlı romanında Jean Echenoz, kahramanın sigarayı bırakışını şöyle anlatmış:

“Noktalamalarını Marlboro ile yaptığı yaşamı o vakte dek düğümlü bir ipe tırmanmak gibi idiyse, sigaralardan yoksun kaldığı şimdi artık düzleşmiş aynı halatta sonu gelmez bir tırmanış olup çıkmıştı.”

Uzak, yabancı bir memlekette yakın bir akrabamla yüz yüze gelmiş gibi oldum.

Evet!

Bağımlılığımın altında tütünün bana da verdiği hizmet tam bu: Bir tür metronom oluşu, uzayıp giden zamanı önce tahammül edilir, sonra da tadına varılır dilimlere bölmesi. Tırmanmayı kolaylaştıran düğümler atması. Zamanı işaretlemesi!

Böyle bir anlamla işlev atfedildikten sonra sigarayı hayatından çıkarma düşüncesi, vurmalı çalgılarıyla belirgin vurguları çekip alınacak bir müzikle aynı duyguyu veriyor. Böylece asansör müziğine çevrilen Beethoven mesela!

Bir yerden bir yere gidildiği hissinden yoksun, vurgusuz, kaygan, yavan bir kayışa dönüşüyor zaman fikri. Tırmanılan halat düğümsüzleşmekle kalmıyor üstelik, tırmanan da belirginliğini yitiriyor. O da vurgusuz, iskeletsiz, eş tatlı bir püre olup çıkacakmış gibi sanki.

Tartışılabilir, üzerine çok şey söylenebilir vesaire tabii ama anlamlı ya da saçma, bağımlılığı işler tutan da böyle okkalı bir “işlev” işte.

6 Ağustos 2010 Cuma

BİTTİ

Deneyimler. Binbir zahmetle ya da kendiliğinden öğrenilenler. Unutulanlar. Mücadele, kavga, zafer ve yenilgiler. Bütün bir paleti yaşanmış duygular. Edinilenler. Biriktirilenler. Yitirilenler. Kafadan geçip giden-gidemeyenler.

10-20.. 80-90 yıllık bir buradalık.

Uçup gidenden kalan oracıkta. Beyaz bir pikeyle sımsıkı sarılı artık boş kılıfında tüm bir ömrün.

30 Temmuz 2010 Cuma

AN

Uzun uzun bir vapur düdüğü.

Çıkıveren esintiyle bir tur, ardından yarım tur daha dönen koca turuncu fırıldak.

Yaprakları dolanan hışırtı.

Geçen uçak.

Boğulup açılan ışık.

Uzakta bir yerde şıngırdayan rüzgar çanı.

Işık boğuldukça yeşili koyulaşan gür yapraklar.

Sardunyaların tüylü kokusunu burnuma şöyle bir getiren yeni bir esinti.

Gür yaprakların koyulaşan yeşiliyle kafiye tutturmuş hüzün.

RULET

Bir kanı zaman içinde oluşmaktayken, hızla çevrilmeye başlamış ruletin önce dış kenarında, ona ters yönde dönen küçük beyaz top gibi.

Biri bir yöne, diğeri öteki tarafa ama iç içe dönüyorlar bir süre.

Derken küçük beyaz topun yörüngesi daralmaya koyuluyor. Rulet dilimlerini birbirinden ayıran duvarcıkların üzerinden seke seke dönmeye devam ediyor biraz daha.

Kanı artık varacağı yere varmak üzere. Belirginleşmiş. Somutlaşmış. Elle tutulur, ifade edilir hale gelmiş epeydir.

Dönüş yavaşlıyor, yavaşlıyor.

Küçük beyaz top bir iki daha sekiyor.

Sonra hareket her ikisi için de bitiyor.

Kanı pekişmiş, öldür Allah kımıldamayacağı yere oturmuş.

Oynanır mı oynanmaz mı, belli olmayan yeni bir oyuna dek.

Kazanan kazanmış, kaybeden kaybetmiş.

* * *

Rulet tekerimin hızla döndüğü vakitler, oyuna katılmasını istediklerimin, bitirdikleri hareket içinde çoktan durmuş, oturmuş küçük beyaz toplarıyla karşılaşmak her defasında afallatıyor beni. Yalnızlaştırıyor.

Çevir bir daha şu çemberi, topu hareketlendir, çıksın gömüldüğü yerden. Yeniden düşün. Sıfırdan başlayarak düşün. Özgür bırak hislerini, karışıp bambaşka bir alacalı ibrişim oluştursunlar. Başka bir ışık altında gör hep baktığını. Bakıyorum canım! sandığını. Evir çevir.

Hayır. Her rulet kendi aksında dönüyor, dönecekse.

DEĞİŞİM

Biri, bir konu üzerine yeni bir kanı (düşünce, izlenim, his) baş veriyor. Belki bir soru işareti olarak. Kendi kafanda ya da dışarıdan düşen bir ışıkla.

Yağmurun ardından ayrıkotları gibi büyüyüp belirginleşmeye başlıyor. Mevcudu önce örtmeye, sonra yerine geçmeye.

Bir bakıyorsun, o konu ya da kişi artık bambaşka bir ışık altında. Verdiği tat, duygu, öncekinden apayrı.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

LOVE PARADE

Duisburg’daki izdiham faciasını bir haber-belgeselde seyrettim.

Gelenek haline gelmeye başlamış devasa bir şehir partisinin pembe isminden çığ gibi çıkarak karabasana dönüşmesini.

Aklından uzaklaşarak kalabalığın itici gücüyle çalışmaya başlayan insan tehlikesi. Önce taşkın bir neşe, ardından panik ve can havliyle kudurmuş bir manda sürüsü olup çıkması.

Kıyamet koptuğunda bütün bölge hastaneleriyle doktorlar alarma geçirilmiş. Onlarca insanın getirildiği hastanelerden birinde, işleri travmalarla olan “kaza cerrahlarının” sesi titriyordu.

Dehşet uyandıran, "insanın" hemen altında yatan vahşi güç. Yerkabuğunun (medeniliğin) altındaki fay hatları, magma tabakası gibi zıvanadan çıkmaya hazır.

Toplumsallaşma (medenilik) madalyonun öteki yüzüne, sürüleşmeye çevirdiği an..

19 ölü burunlarının dibinde yatarken partiye devam edenler sonra. ("Tuhaf değil mi sizce?" diye soranlara adamın birinin "Valla kendi sorunları, sağlık sorunu olanlar evde kalmalı, napalım!" deyişi..)

Adli, vicdani ama belki asıl, bir günah keçisi bulup korkuyu, dehşeti, utancı ondan çıkarma eğilimiyle psikolojik nedenlerle aranan suçlu.

Bulunamaması. (Nasıl bulunacak ki! Herkesin, Tümün “suçlu” olduğu yerde artık kimse suçlu değildir.)

İnsan seyrederken bunlardan herhangi biri olabilirdim diyor; ezen-ezilen, parti yine de sürdürüldüğü için infiale kapılan ya da kendi suçları! diye omuz silken.

Sadece zarların ne zaman nasıl düştüğüne bakıyor.

Galiba asıl ürkütücü olan da bu.

23 Temmuz 2010 Cuma

KÖREVİZYON

Önce kabahati gözlerimde aradığım belli belirsiz bir bulanmayla başladı. Katarakt başlangıcı olabilir miydi? Bu yaşta? Birkaç günde ışığı da çekilir, kalan görüntüler çamurlaşır oldu.

Belirtilerine aldırılmayan bir hastalık gibi oradan oraya atlayarak hızla kötüleşti. Televizyonluktan çıktı.

Nesnelerle düşünceler nasıl da örtüşüyor bazen.

Hayatiyeti azalan, sağlığı bozulan zihin üzerindeydim kaç gündür. Hep turp gibi kalacağını varsaydığımız, o haliyle özdeşleştiğimiz işleyişin gerçekte işini iyi yapan bir kutu transistordan pek farklı olmadığını, yani işlemez ile işler arasında çok geniş bir yelpazenin incecik bir dilimi olduğunu düşünüyordum. Onunla özdeşleşmek ne hata! Kendimizi bir bileceğimiz bir şey olacaksa yelpazenin tümü olmalı asıl..

..derken perde perde kaydı televizyon.

Açılışında çok parlak lekeler, koyu görünen açık renk benekleri dışında ekranı artık karaydı. (Soyut, çok güzel birçok görüntü de seyrettim böylece. Bir tür kendiliğinden ya da tesadüfi sanat denebilecek kareler boldu.)

Bir süre askıda kaldıktan sonra hızla ilerleyen Alzheimer gibi.

Isınmasını bekledikten sonra görüntünün hâlâ geri gelebilen kısmı beliriyor, nispeten anlaşılır oluyordu. Isınma süresi giderek uzadı. Saatini bildiğim bir programdan 15-20-30 dakika önce açmam gerekiyordu artık.

Bu sıcaklarda aşırı pozlanmış bir fotograftan başka şeye benzemeyen kendi zihnin, ruhun gibi. Ancak akşamüzeri, geceye doğru canlanmaya, belirginlik kazanmaya, eriyip gittiğin dağılma hissinden çıkmaya başlıyorsun sen de.

Yeni bir televizyon aldığımı anlamış gibi son renk beneklerini de bu sabah teslim etti ve sesi hiç fena olmayan bir radyoya dönüştü.

Eksilmiş canlılığın iç burkan anısına.

Yansımalar - Seda işte - Picasa Web Albümleri

Yansımalar - Seda işte - Picasa Web Albümleri

22 Temmuz 2010 Perşembe

DAİRE



Elif Şafak TED konuşmasında daireden de söz ediyor.

Geleneksel bir kadın olan büyükannesinin çıban, siğil, yaralarla ona gelenleri bu kusurlar etrafına birer daire çizdiği gibi nasıl iyileştirdiğinden. Soran torununa kerametin okuduğu dualardan çok tam da daire içine almakta yattığını söyleyişinden. “Etrafı çevrilen kurur gider!”

Sonra da kendisinin içinde yer aldığı çok çeşitli dairelerin, çevrelerin farklılığıyla önce nasıl zorlanıp işleyişi bir kez anladığında bunları nasıl çok yönlü bir beslenmeye çevirdiğinden.

Daire, halka, çember, çevre..

Şu mükemmel biçim. Düzen ve korunma getiren, ruha konfor sunan.

Öyle tatlı ki bu rahatlık, rehavete dönüşmesi neredeyse kaçınılmaz. Oluşmuş bir dengeyi zorlamak, başka şeylere açmak insanın doğal eğilimi değil. Doğal eğilim, iyi gelene dört elle sarılmak.

Böylece tamamlanıp kapandığında halka sermayeden, kendi içindekileri yemeye başlıyor. Suyu değiştirilmeyen, toprağı farklılıklarla havalandırılmayan halka içi durağanlaşmaya, kabuk bağlamaya, kokuşmaya başlıyor. Öyle oldukça da etrafındaki sur kalınlaşıp yükseliyor. İçindekiler çıbanlaşıyor, derken kuruyup gidiyor.

Etrafı kusursuzca çevrilen, sonra da sadece onun içinden yaşanan her çevre için geçerli bu. İnsanın barındırdığı pek çok kişilik de dahil. Bunlardan baş rolü verdiğimizi döne döne pekiştirmek, duvarlarını belirginleştirmek değil mi çoğunlukla yaptığımız, yapmakla kalmayıp başkasından da beklediğimiz. Tutarlılık, öngörülürlük. Karşımıza çıkaracağı değişiklik, farklılık ancak nefsimizi okşayacaksa kabulümüz, değilse ilişkiyi tehlikeye sokacak bir irkilme uyandırıyor.

Hasılı daire hem iyileştirici hem tüketici.

Doğal dürtülerin tersine gidip başka dairelere de açılmayı, duvarları geçirgen kılıp içeriye farklı olanı alabilmeyi gerektiriyor.

Ne kadar büyük, etraflı, mükemmel çeperli olursa olsun, içte dışta tek bir dairede değil, irili ufaklı, orada burada pek çok dairede olmak, bunlara da yaşam hakkı vermek en güzeli.

Merkezden vazgeçmek.


http://www.ted.com/talks/elif_shafak_the_politics_of_fiction.html

21 Temmuz 2010 Çarşamba

TUHAF BİR HİS

Cam cilalı parke zemini çıplak, geniş bir mekanda kapıya koşmaya, hatta yürümeye çalışan tırnak arası tüyleri iyice uzamış köpek gibi olmak..

Hareketi dengelemeye, desteklemeye yarayacak hiçbir şeyin olmayışı.

İlgisizlik, itme, bunalmışlık değil. Sadece bir şeyin diğerlerinden öne çıkamayışı. Seçilebilir olmayışı, ardından da yürünebilecek bir yol sunamayışı.

Bir iki cılız denemeden sonra şeylerin hareketsizlikte eşitlenmesi.

Derinlere nakşolmuş, uzaktan uzağa anımsanan bir “Kımıldamalı, bir yerlere gitmeli” dürtüsünden başka şeyin kalmayışı.

Hız alıp ilerleyememek. Tutunamayış.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

AMFİBİK BİR HİKAYE

Bunları buradan çekmeli dediğim nice kare oldu denizdeyken. Kıyıdan birden yükselişini su seviyesinden, hatta biraz altından vereceğim dimdik bir uçurum. Burnuma kadar suya girerek seyrettiğim yansımalar, ışıltılar. Yanı başımdan süzülüp giden iri pisibalığı. Diplerde otlayan deniz kaplumbağası..

Suda da çeken ucuz bir fotograf makinesi bakınıp buldum. Oğlunun yanına Amerika’ya giden arkadaşımdan siparişi oraya göndertmek üzere adresini istedim. Verdi.

Macera da asıl böyle başladı.

Kapı numarasını yazarken bol sıfırlarından birini heyecandan atlamışım. Bir sıfır eksiğiyle paket de delinin attığı taş gibi birkaç kilometre ötede bir kuyuya düşmüş.

Teslim edilmeseymiş kolaymış. 10-15 telefonla iade edildiği posta servisi bulunabilirmiş. Ama bu kadar telefon trafiğiyle bütün anlaşılabilen teslim edildiği olmuş.

Arkadaşımın oğlu onca işi arasında ilgili memuru bularak yapsa yapsa bir Türk’ün sergileyeceği beceriyle yanlış adrese yeniden gidip paketi geri almaya ikna etmiş.

Ama olmamış. İş, Hotel California gibi varlıkla yokluk arasında tuhaf bir yerde asılı görünen o garip adresi yine de bir şekilde bulup çıkarmaya kalmış.

Bir diş kliniğiymiş burası. Paketi dört kökten çeneye kenetlenmiş 20 yaş dişi gibi çekip almışlar.

Arkadaşım dönüşünde paketi ikimizin de daha önce görüşeceği süt kardeşime verdi. Süt kardeşimle gideceğimiz konser aşırı yağış yüzünden iptal olunca ablası başka bir konserde iletecek bir arkadaşıma götürdü.

Sonunda, sözcüğün beş parmaklı organımız ve diyar anlamlarında ellerden ellere dolaşmış küçük yeşil makineye dün, sevinç göz yaşlarım yağan yağmura karışıp giderken kavuştum!

Ortalığı hiç uğruna (ne demezsiniz, sorunun kaynağı gerçekten sıfırdı) bu kadar ayağa kaldıran şeyin adına Kermit de bari, dedi kardeşim.

Oldu bil, dedim!

SORU

Neden 10 yaş genç görünmek isteriz?

10 yıl sonraya göre zaten öyle değil miyiz?

VAR MISIN YOK MUSUN?

Şeylere isim takmaya can atmak da önüne gelene sahip olmayı arzulamak kadar kötü neredeyse, diyor Edward Abbey döne döne okuduğum kitabında. Biraz aşağıda ekliyor:

Hoş Rilke, şair gelip de onları adlandırana dek şeylerin hakikaten varolmadığını söylemişti.

Su zambağının umurunda değildir ona hangi dilde ne isim verildiği. Gölün. Kaz ya da Olympos denilmiş dağın. Seksen bilmem kaç santimlik plazma ekranın –varsa bir umurları.

Sorun, umuru olanda, insanda.

Ad verilmek, fark edilmek, sesi duyulmak, yer açılmak.

Bir eşik bu. Sınırlardan yoksun bir varlık çorbası oluştan belirgin bir kimliğe, özelleşmeye geçiş.

Ama bir de şu var ki, verilen ad, çoğu zaman kalınlığı mevsimine uymayan yorgan gibi.

Bana bir kimlik bahşediyor da, bu bazen üstüme basıyor, terletiyor. Bazen de pek az geliyor, ürpertiyor.


(Edward Abbey, Desert Solitaire)

4 Temmuz 2010 Pazar

TRUVA ATI KASABA DIŞINDA

En güzeli, insanın şu kötü kasap gibi kese biçe yargılayan yanının devrede olmadığı zamanlar..

Kafasında dümdüz, kaskatı bir olması gereken bulunur. Kör bıçağı da o olur ya.

Bir açık yakaladı mı koşulları hiç gözetmeden başınızdan aşağı kazan dolusu kızgın yağı boca ediverir. Suçluluğu, utancı.

İçeri önceden yerleştirdiği bir de işbirlikçisi vardır. Truva Atı.

Onun yardakçısı, ayağının paspasıdır bu yanınız. İçinizi kıymeti kendinden menkul bu dış olması gerekene ille de uydurmaya bakar. Olacak iş olmadığından üretse üretse ılık, sığ bir uygunluk, tezahürü kurtarma, daha ağır durumlarda da riya üretir.

O olmaksızın Yargıç-Kasap canınızı yakamaz. Dışınızda kalır. Kılınıza dokunamaz. Güler geçersiniz.

Böyle berrak anlarda, yaptığım bir kalınlığın farkına varışım duygudan yana kupkuru oluyor. Ne utanç ne altına saklanacağım kılıflar arama, kendimden fellik fellik kaçma, görünmez olma arzusu..

Sadece görüyorum. Havanın kapadığını, yağmurun eşikte olduğunu görür gibi. İncelikten yoksunluğumu, bencilliğimi, cevapsız bıraktıklarımı. Ve ortalık yerde söylemekten gurur duyulmayacak daha nice defoyu.

Ayırdına vardığım her kalınlık (isabetsizlik, yersizlik, cevapsızlık), karşımdakilere de bir bonus daha vermek oluyor. Ben lekesiz miyim ki sizden öyle davranmanızı bekleyebileyim, olmadığında bir düş kırıklığı daha yaşayayım. İşte kusurlarım! Buyrun, sıra sizin, demek gibi bir şey bu.

Nasıl rahatlatıcı!

Kasabın da, işbirlikçisi Truva Atının da kasaba dışında olduğu güzel zamanlar.

2 Temmuz 2010 Cuma

AMA..

Kasa kuyruğunda önümdeki yaşını başını almış hanım, aldıklarını telaşla torbaya doldururken yanındaki ufak oğlanın “Arkadaşlarıma..” diye mırıldandığını işitmedi. Oğlanın bilmiş yaştaki ablası işitti.

“Saçmalama! Okul tatilde, ne arkadaşı!”

Oğlan, öfkesiyle nefesi ayrı düşmüş, tıkanıp patlarca:

“Okula gittiğimde!!” dedi.

Kasiyer sevecendi:

“O zamana çok var. Bayatlar bunlar..”

“Ama arkadaşlarıma vericem ben!.” dedi oğlan yine.

Yaşlıca hanım, bir kutu cipsi torbaya koymuştu, ikincisini gördü:

“Bunu ben mi almışım?!.”

Oğlanı gösterdiler hep birden.

Kadının acelesi vardı, fazla kutuyu hoyratça beriye koydu. Torbaları toplarken,

“Okul kapalı oğlum, arkadaşlarını görmeyeceksin” dedi.

Oğlanın yüzündeki kesintiye uğramışlık ifadesi yaşından çok çok büyüktü.

27 Haziran 2010 Pazar

PAS

Bulutlar. Ateş. Su. Ve pas!

Yerçekimi kadar şaşmaz bir etkileri var üzerimde.

Özellikle de ateş ve pasın.

Alice’in tavşan deliğinden yuvarlanışı gibi içlerine çekiliyor, dalıyorum. Aklım emilip gidiyor, geriye sinirsiz-kemiksiz büyülenme kalıyor.

Aslında.. biraz düşününce, aynı aileden bu ikisi.

Ne ki pas?

Dumansız yanış.

Pas - Seda işte - Picasa Web Albümleri

Pas - Seda işte - Picasa Web Albümleri

26 Haziran 2010 Cumartesi

BEN KAÇ KİŞİYİZ?

Kendimiz için birinci tekil şahıs kullanıyorsak öylesi kullanışlı olduğu, dış görünümle de (ne olsa karşısında bir beden görüyor göz) desteklendiğinden..

diyen bir kitap okuyorum (Multiplicity, the new science of personality, Rita Carter).

Çok da derinleşmesine gerek olmayan bir gözlemle herkesin kendisi ve başkalarında fark edeceği bir olgu konu alınıyor: Her birine ayrı bir karakter denecek kadar farklılaşan çok sayıda kişilikten oluştuğumuz.

Bunlar başlı başına birer insan olabildikleri gibi (ana kişilikler), en yakındakilere eklemlenen ikincil roller de olabiliyor (yan kişilikler).

Kendimiz ve başkalarının algısında bize bir tür devamlılık hissi veren baskın karakter(ler), sahneyi genelde dolduranlar. Ama rol kaptırmaları hiç de nadirattan değil. Birdenbire biz dahil kimsenin ne beklediği ne istediği (ama bazen de tam tersi) bir yan kişilik ya da geçmişin gölgesinde uyuyakalmış irikıyım bir şahsiyet direksiyona geçtiği gibi gazımızı kökleyebiliyor.

Kendimizi aslanlar gibi özgüvenli, bağımsız, pervasız hissederek yaptığımız atılımları izleyen “Ben hangi akla uydum da?!.” pişmanlığı, utancıyla yanıp kavrulduğunuz anları hatırlayın.

Bunların başlı başına karakterler yerine aynı kişiliğin değişik yönleri olarak görülmesi fazla açıklayıcı olmadığı gibi yanıltıcı da. Karşımızda fizyolojik temelinden başlayarak farklılaşan “kendilikler” var. “Ateşlendiklerinde” beynin farklı bölgelerinin harekete geçtiği, yeni görüntüleme teknikleri sayesinde açıkça izlenebiliyor. Hafızanın olduğu kadar potansiyel olarak barındırdığımız yetenek ve zayıflıkların da başka başka dilimlerinden nasiplerini alıyorlar. Algıları ve dış dünyaya verdikleri tepkiler taban tabana zıt denebilecek kadar başkalaşabiliyor. İrade ve yönelimleri, tercihleri de. Dolayısıyla kaynakları tek beyin olsa da ondan “beslendikleri” temeller ayrı.

(Carter bunu güzel bir örnekle basitleştirmiş: Ampullerden oluşturulmuş bir Cola İçin billboard'u düşünün, diyor. Devreler öyle ayarlanmış ki elektrik, bir Cola’yı, bir İçin’i öne çıkacak şekilde akıyor. Ayrı kişilikler buradaki Cola ile İçin gibi düşünülebilir.)

İlkten ürkütücü gelebilse de bu çoğulluk aslında doğal halimiz. (Kişilikler birbirlerinden tümden kopup izole olmadıkça. Yoksa eski adı çok kişiliklilik, yenisiyse kimlik çözülmesi rahatsızlığı -dissociative identity disorder- olan patolojik hapı yutmuşuz demek oluyor.) Üstelik, hayatın son derece “parçalı” yaşandığı günümüzde iyi belirlenmiş, vurgulu, bütünlenmiş görünümlü tek bir kişilikte direnmekten çok daha uyum sağlayıcı. Elbette artık tek sporcunun değil, bütün bir ekibin iyi kötü çalıştırıcısı olmayı bilirsek.

Kaldı ki ancak kendimizi bir kişi olarak düşünmeyi bir yana bıraktığımızda çelişkilerimize, iç baltalamalara, kontrolden çıkış ya da zaten giremeyişlerimize, verimsizleşmeye çok daha işe yarar bir ışık altında bakabiliriz.

Sonra?

Kitapta onun da yanıtları, bu kalabalığı olabildiğince uyumlu bir takıma dönüştürmek için yapılabileceklerle verilmiş.

Gerçekte bir beden zarfında tek kişilikten çok daha kalabalık olduğumuz yeni bir bakış değil. Roberto Assagioli, gelin, biz bu işin analizinden değil, tersinden gidelim diyerek psikosentez okulunu daha 1960’larda kurmuş. Odağını da içimizdeki çoğulluğun önce birbirinden haberli, ardından da daha uyumlu bir hale getirilmesine çevirmiş.

Yine de, çoğulluk yaklaşımının günümüz koşullarına yalınlaştırılarak uyarlandığı Multiplicity, üzerinde durulmaya değer.

23 Haziran 2010 Çarşamba

KLAKET

İnsanın uzun bir süre “aynı” ruhsal kılıkla dolaştığı zamanlar değil de ara ya da geçiş dönemleri..

Baş rollerinde eriyik oyun hamuru görünümlü figürlerin olduğu animasyon filmlerini çağrıştıran.

Filmdeki yeşil bebek, soluğu mor köpeklikte almazdan önceki gibi, “ben” dediğinin yabancılaşıp uzaklaşması.

Kendini tanıyamama.

Kah, çözülen bol buzun kalan az alkolü iyice yavanlaştırdığı ılık içki gibi algılama.

“Ben” demenin zevk verdiği halle kıyaslayıp eli böğründe kalma.

Kah, derisini evde bırakıp sokağa öyle çıkmış gibi savunmasız, dağılıp gidici hissetme.

Derken değişime uyanış.

Bırakmak “Nerede benim bildiğim” diye yanıp yakılmayı.

Bakalım neler oluyor, daha da olacak tarafsızlığıyla seyre koyulmak.

Sevgiyi bir oktav alttan, öfkeyi bir buçuk perde ilerden, ataklığı şimdi üç adım önden, an sonra derinlerde bir yerden yaşamak. Bilmediğin su birikintilerinde boğulmak. Geçmediğin tepelerden süzülmek.

Parmakların kadar tanıdık beş duyunun bile artık-pek-o kadar-tanıdık-da-değil hale evrilmesi.

Koşuda bayrağın başka ele geçişi.

16 Haziran 2010 Çarşamba

BEDENLER ALEMİ




Arkasında iri puntoyla yazılı olanı tekrarladı gişedeki genç: “65 yaş üzerine indirim var.” 35’ten sonrasının uzak bir asteroit kuşağı gibi, kuşağın yakın-uzak uçlarının da eşit göründüğü yaştaydı. Teatral bir irkilmeyle ben yine de üzerime düşeni yaptım.

Elimde tam bilet, kafamda ömre, bedene, onun girip sokulduğu hallere ilişkin yığınla ucuz çeşitleme, gülerek girdim siyah geçitten içeri.

Dev ekranlarda yavaşça akan kadın-erkek yüzleri karşıladı. Birazdan ötesine, katman katman derinliklerine dalacağımız gündelik alemden alışık olduğumuz görüntüler.

Her yanı siyah mekana insanı hizaya sokan bir giriş.

Siyah. Ölümün siyahı değil de, dikkat dağıtanların karartıldığı, anlatılanın öne, ortaya, çiğ olmayan güçlü bir ışık altına tek başına getirildiği fon. Saygının siyahı.

Hemen ardından bir yol ayrımı geldi. Duyarlı olabileceklerin atlamaları için uyarıldığı bölüm: Başlangıç!

Döllenen yumurtanın birkaç saatlik halinden 33 haftalığa kadar embriyolar.

Bilincine çok sonra varabildim ama böyle bir sergiye yaraşır tempo daha buradan alıyor izleyiciyi. Bir doğa tarihi müzesi filan gezer gibi, dikkatim toplana dağıla değil, mükemmel belgelemeye de zaman ayırarak, sergilenenlerin üzerine titrediğim hissiyle gezdim. Görünen o ki istisna olmaktan da uzaktım. Hiç tenha değildi. Ama çıt çıkmıyor, insanlar en fazla fısıltıyla tek tük konuşuyordu. Yanında birileri olanlar da büyülenmiş, yalnızlaşarak.

Korumada kullanılan teknikle renkler ölü değil. Ne de abartılı. Bedeni iticileştirmiyor, dikkati olması gerektiği yerde tutuyorlar. Saygıyla sevgi karışımı bir yakınlıkta.

Ve sonra, beden deyip geçtiğimiz muazzam kontrpuanın dilim dilim fasetaları. Kemikler, kaslar, sinirler, damarlar, organlar, sistemler. Diğerleri çıkarılarak tek başlarına ya da ikili ilişkileri içinde verilişleri.

Duruşlar.

Artık üzerinde olmayan tek parça halindeki derisini pardösü gibi parmağına asıp kaldırmışı.

Kasları, sinirleri, bir yanı açılmış kafatasından görünen beyni, gözüyle oturmuş satranç oynayan.

Kol boyu uzattığı elinde fırçası, ölçek alan ressam.

Parmak uçları üzerinde balerin.

Amerikan futbolunun bir anında rakibiyle omuz omza gelen atlet..

Basitten karmaşığa, oradan da en karmaşığa; bütüne: Açılarak normalde kapladığı alanın 3-4 katına genişleyen vücut. Her bir parçası saydam iplerle çatıya asılmış. Gösteriden sonra dolabına kaldırılan kukla gibi. Ne kukla ama!

Beden. Hastalıkları, anomalileri, sağlığı, ölümüyle.

Alışık olduğumuzun, yüzeyin altındaki güzelliği. İşleyişinden gelen güzellik. (Grandeur.)

Derken dev bir sürpriz! (Ama artık onu da yazmayacağım.)

Güne, güneşe, sıcağa, allak bullak edici bir konserin son notasına asılmış kalmış gibi çıktım.

Sürüp giden bir huşuyla.

Helal sana Gunther von Hagens!

14 Haziran 2010 Pazartesi

BELEDİYE OTOBÜSÜNDE CLAPTON



Zor bir yazı.

Yansıdığı aynayla birlikte tuzla buz olmuş gibi hiçbir şeye ilişemeyen bir yaşantı nasıl anlatılır ki?

Dağılanı bir araya getirebilen bir odak olmaksızın.

Kızgınlık, düş kırıklığı bile iş görürdü. Neden “bile” ki hem? Bu ikisi, en az beğeni, hayranlık kadar iyi hamur tutar.

Onlar da yok.

Ne hissedeceğimi bilemediğim opak bir sürüklenip gitmişlik var sadece.

Biletini seve isteye aldığın bir konsere neden gidersin? Seçtiğini dinlemek için. Canlı canlı. Görerek. Aynı havayı soluyarak.

Bu akşam bunlardan sadece sonuncusu baştan sona oldu diyeceğim, onu da diyemiyorum. Benim soluduğum hava, uzun bir zaman yanına sıkışıp kaldığım kızarmış patates tezgahından üzerimize çöken ticari kızartma yağı ve bira kokulu olandı. Eric Clapton ile Steve Winwood bu kesifliğe benim kadar maruz kalsalar, müzikleri daha da silikleşirdi allah bilir.

Tatlı bir yaz gecesi. Sıcak yatışmış. Konserden yarım saat önce Kuruçeşme Arena önünde uzayıp giden kalın kuyruk. Ona kıyıya yanaşan motorlardan dalga dalga katılanlar. Binler binlerce insan, renkli, keyifli. Sonunda içerdeyiz. Sahne yanına yakın ama yine de öyle bir kalabalığın arkasında ki başlayıveren ustaları düşük çözünürlüklü dev ekranlardan görebiliyoruz sadece. Kısmen.

İstiap haddinin çok üzerinde doldurulmuş alanda kalabalık, bir türlü sindirilemeyen mide muhtevası gibi kımıl kımıl. Durulmaya, yatışmaya, müziğe gömülmeye çalışıyor. Nafile. Yer yok. Fiziksel yer olmayınca müziğe açılmış zihinsel alan da parçadan parçaya daralıyor. Clapton ile Winwood da kolaylaştırmıyorlar işi. İçe dönmüş müziklerinden öte dinleyiciyle bağ kurdukları yok.

Ustalıktan tutkuyu çekip alın, ateşi, oradalık halini, geriye otomatikleşmiş, konservelenmiş bir beceri kalıyor. Duygudan kopmuş anı.

Sundukları bu. Olağan koşullarda oturup (ayakta durmaya da razıyım ama böyle Siklon B duşunu bekleyenler gibi değil tabii) bunun da tadını çıkarabilirsiniz. Koşullar olağandan bu kadar saptığında ise kalabalığı müzikte tutmak ters yönde olağanüstü bir enerji gerektiriyor.

Kopuyor millet, gruplar halinde oradan oraya sürüne sürüklene durmadan yer değiştiriyor. Konserdeymiş gibi davranma çabalarının sonu çabuk geliyor.

Deniz kenarındaki şeride kayıyoruz. Burada hiç değilse biraz daha kıpırdama özgürlüğü var. Bira tezgahları, kahve masaları, basamaklar canlanıyor. Sohbetler. Kahkahalar, bağıra çağıra telefon konuşmaları.

Bira alıp patır patır başlayan havai fişek gösterisini seyretmeye koyuluyoruz. Denizin renkten renge girişini. Uzaklardaki sahnede kendi halinde çalıp söyleyen ikili, bunca gürültüye bir yerinden katılıyor. Demokratik bir gürültü. Winwood, Clapton, içki satıcıları, sosyete gülleri, neye uğradığını şaşırmış gençler neredeyse eşit temsil ediliyor.

Layla, geçen yüzyılın bir yerlerinden kalma sepya fotograf silik solukluğunda başlayıp bittiğinde yüzümde yine de bir gülümseme, çıkıyorum.

Bu kadar!

9 Haziran 2010 Çarşamba

TAKSİDE

Kuzinimle gök delinmiş gibi boşanan yağmurda canımızı dar attığımız taksinin kırpık kır sakallı şoförü oflayarak buğulanan camlara hamle etti. Bu havada yolcu almakla işlediği sevap birden ağır gelmiş gibi öfkeyle sildi, bir daha sildi pencereleri.

Arabayı sarsan bir dönüşle gerisin geriye koltuğuna gömüldü.

“Kurban olduğum Allah, nasıl da yağdırıyor! İhtiyacımız vardı” dedi minnetle hiddetin sarmaş dolaş olduğu bir sesle.

Ama meteorolojiye göre bu kadarı fazlaymış artık, diyecek oldu kuzinim.

Şoför patladı.

“Meteorolojiymiş! Allahımdan iyi mi bilecek meteoroloji, ha?! Neymiş meteoroloji!! En iyisini O bilir. Yağacaksa yağdırır, daha da yağdırır. Ne zaman isterse.”

Sustuk.

O ise durup durup devam etti. Boşalamıyordu bir türlü.

“Meteoroloji! Meteoroloji filan tanımam ben. Bir tek O’nu bilir, O’nu söylerim. Tersini diyen kafirdir!”

Kuzinim, taksiye binmekten işte bunun için hoşlanmıyorum, dedi bana doğru eğilip İngilizce.

Bir arkadaşımın, “Bunlara uygun bir de halk ithal etmek gerek” sözünü hatırladım ama pek gülemedim. Arada kaldığım bir seyirdi bu.

Elinde direksiyon yerine kasatura olsa, biz de öfkeli bir kalabalığın karşı tarafında duruyor olsak gırtlaklarımızı onunla kesiverir miydi?

Allah adına evet, elbette, her zaman, ama bir tanrı kulunun da meteoroloji adına cihada girişmediği ne de girişeceği şimşek gibi gelip geçti aklımdan. Hangi yönelimin kendini nasıl savunma ihtiyacı hissettiği.

8 Haziran 2010 Salı

LEVENT!

Dün kuzinimle tiyatroya gidiyorduk. Yani niyetimiz bu idi. Tiyatro Talimhane diye bir yere. Ayrı ayrı krokisine baktık. Anlayacaklarımızı da ayrı ayrı anladık. Metroyla gidelim, oradan biraz yürürüz, dedi her şeyi her zaman en iyi bilen kuzinim. Bir süre bakıp Kanton dilinden bir metinmiş gibi umutsuzluğa kapıldıktan sonra "ilkokul mezunları bile TIR kullanıyor mesela, sen de biraz kafanı toplarsan bir şeyler çıkarabilirsin!" diyerek kendime gaz verdiğim krokiyi hatırladım, "pek BİRAZ değil ama" diye mırıldanıp arabayı Levent'te bıraktım.

Yağmur şimdiki gibi yağıyordu. Yani Nuh'un son zürafayı da kıçından iterek gemiye dara dar soktuğu andaki kadar. Taksim'de indik. Yeraltında yürüdük yürüdük yürüdük. Meydanın Gezi Parkına yakın çıkışına yöneldik. 40 kere yıkanmış çocuk bezi kadar solgun bir sesle "erken çıktık" dedim. "Krokiye göre.." Elbette bunun da en iyisini bilen kuzinim doğru yolda olduğumuzu bildirerek yağmura atıldı. Yürüdük -ben koşma arzusuyla yanıp tutuşurken o en iyi bildiği tek tempoda, iki yana sallana sallana nihavent makamında. Yürüdük, yürüdük.

Yağmur yeryüzünden son bok böceğini de silmek isterce yağıyordu. Görünürde atlayıvereceğim bir gemi de yoktu.

Krokiye göre, diye yeniden başladım, sokak buradan bayağı aşağıda, tiyatro da caddeden hayli uzakta.

Ah, o bir şey değil, dedi kuzinim; sadece 300 metre uzakta görünüyordu caddeye.

300 metrenin, kımıldayacağı zaman kinetik kontenjanını taksiye adım atmada kullanan kuzinime kağıt üzerinde göründüğünden bayağı daha uzun olduğu konusundaki görüşümü kendime sakladım. İki koluna daha kramp girip tuhaf açılarda çarpılarak yarı kapanan şemsiyenin sunduğu koruma alanına sığmaya çalışıyordum. (Acemi bir Çinli kontorsiyonist gibi hayal edebilirsiniz o halimi; nihavent makamına tercüme etmeye çabaladığım presto tempom içinde kıvrıla büküle daha az ıslanmaya bakarak ilerlemekteydim. Buna ilerlemek denebilirse, saatte 0,0002 kilometro hızla.)

O kıyamette gelmeyen-geçmeyeni saçak altından seyreden esnafa Taksim caddesini sordu. Taksim-Dolapdere, diye düzelttim, öyle yazıyordu.

Kibarca tersledi beni: "Olur mu! Dolapdere nerede?!" Adını ben mi verdim, bir anlamı olması için sorumuzun kast ettiğimizle örtüşmesi gerekir, eh, bu da öyle devrimci bir fikir olmasa gerek.

Saçak altındaki ayrıcalığının tadını fukara mahallesinden Mercedes'i içinde geçen fabrikatör gibi çıkaran şekerleme satıcısı, kolunu uzuun uzun sağa-sola-ileri-yeniden sola çevirerek menzili havaya çizdi.

Yürümeye devam ettik. Yağmur dereler, derken havuz ve göller oluşturmaktaydı. Az sonra hepsi birleşip..

Biz hala gideceğimiz yerin daha mı aşağıda, yoksa yukarıda mı olduğunu tartışırken önünden geçtiğimiz bir saçak adamı "ilerdeki merdivenlerden alt sokağa inin, oradan aşağıya yürüyün" dedi. Şu 300 metrenin saymaya başladığı yere gelmiştik demek.

250. filan metresinde bir yokuş başına geldik. Oradaydı, 50 metre aşağıda. Sel sularına atladığımız gibi inersek varmıştık işte.

Döndük, mevlamın yağmurla birlikte uzattığı çare gibi hiçlikten beliren bir taksiye attık kendimizi. "Levent!" dedik maceranın başından beri ilk kez bir ağızdan.