31 Ağustos 2011 Çarşamba

KOPUP GELEN BİR İMGE

Şişkin, açık renkli bir uçan balon. Tepe noktasından yerde dikilmiş. Havaya dümdüz uzanan uzunca ipini tek eliyle tutan bir insan. Gergin kolunun ucunda, göğe zafer işareti biçiminde açılmış bacaklarıyla boşluğa yükselen gövdesi.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

SAP İLE SAMAN

Birden bir eksiklik hissettim. Diş ağrısının, inşaat gürültüsünün, uzun sürmüş bir yasın kesildiğini fark etmek gibi. Güzel bir eksiklik!

Sağıma soluma baktım sevinçle, parmaklarımı saydım. Olması istenen her şey tamamdı. Olmaması yeğ bir taş düşürdüğümü anladım.

İçimdeki vırvırın sustuğunu. Nasıl olmuş, ne denk düşmüş yine, hiçbir fikrim yok ama susmuş o iç karartan isli ses. Dış alemin olduğu varsayılıp içselleştirilen, ruhumu ümüğünden yakaladığı gibi dünyaya (bundan onun anladığına, yakın-uzak çevresinin çizdiği bir robot resmine) alacalı bir göbek bağı gibi bağlayan ses. Ben-el ayırımı yapmadan kesen-biçen, yargılayan, bol bol senaryolar yazıp güya hakkında yazılan senaryolara tepki gösteren o iç makam.

Alem ne der paraziti.

Sesiyle birlikte dayattığı savunma da susunca kağıt üzerinde bildiğimi içimde bir kez daha anladım.

Alem ne der çekincesinin altında bunun aleme kendi dedikleriyle burun buruna gelme korkusu yattığını.

Kendisi için düşünülmesinden ödü koptuklarını haldır haldır kendisinin ürettiğini.

Salgısını ağı kendi etrafına kıskıvrak örmede kullanan bir tuhaf örümcek gibi çalıştığını.

Ah seni Truva atı! Dış alemin kendi kendini atamış elçisi. Gerisin geri surların dışını boyladığında içerisi ne huzurlu, sessiz, aydınlık.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

NEDEN İL(L)E ANLAM

İnsanın kendi eliyle kendi başına ördüğü çorap, neden ile anlamı birleştirme dürtüsü belki de biraz.

Anlam en baba yakıtımız, en sıcak limanımız. Buldu muyduk dayanıklılığımız, huzurumuz sınır tanımıyor.

Çorabın diğer teki de kendimiz dışında ne varsa insanlaştırma güdüsü. (Bir arkadaşım vardı, gayet hippi ruhlu bir tip. Hep yollarda. Gittiği yerlerde torbasını açar, kaldığı odalara mumlar, tütsüler, heykelcikler yerleştirir, lambaların üstünü renkli ince kumaşla kaplardı orada hepi topu bir gece bile geçirecek olsa. Böylece bulunduğu yeri "kendi evi" haline getiriyormuş, öyle derdi.)

Buradan evreni kafası bizimki gibi çalışan (sadece onun birkaç gömlek üstün haline idealleştirilmiş) bir şey olarak tahayyül etme kısa devresine geçiş an meselesi olmuyor mu o zaman? Sözgelimi “anlamını” sorgulayarak?

Hayata da aynı muameleyi yapıyoruz. Adil olmalı, anlaşılır olmalı, nedenleri birer anlamla çakışık olmalı..

Özgürlük bir açıdan da neden ile anlamı ayrı görebilmek diyebilir miyiz?

Evreni/var oluşu/hayatı bana benzeyen, elinde, dişiyse bir epilasyon aleti, erkekse tıraş makinesi tutan, insan sureti bir oluşum gibi "düşünmekten" vazgeçtiğimde, onu aklıma sığdırmaktan da vazgeçip kendi halinde daha.. fazla/farklı anlayabilir miyim?

Nedeni (ve nasılı) aramalı.
Anlamı ise bulmalı..
Çaba ilkinde makbul.
İkincisinde “anlamsız”.

5 Ağustos 2011 Cuma

GÖZ İTER - GÖNÜL ÇEKER

Hadi, dedim, şuraya bir uğrayayım. Şimdiye kadar güzelim döner merdiveni, sergilenenlerden daha çok ilgimi çekmiş Arter’e girdim. Avustralyalı hiperrealist heykeltıraş Patricia Piccinini’nin “Beni bağrına bas” sergisini görmeye.

Girişte, cömert vitrinde, sarmaş dolaş bir çift gibi algılanıveren cıvıl renkli iki motosiklet vardı. Gülümsedim. Bir iki ince dokunuş ve insanın olmadık şekilleri göz açıp kapayana dek olmadık başka şeylere benzetme, yorma özelliği ne iyi kullanılmış. Al sana iki motordan bir kadın, bir erkek, iki insan. Ve bir hal: Şefkat. Teslimiyet. Aşk.

İyi ya.

Fazla da bir şey beklemeden o bayıldığım mermer merdivenden yukarı çıktım.

Çalışmalara “dur ve bak!” dedirterek düşen gür, diri ışıkların dışında loş olan mekanın dibine gitti gözüm.

Gerçek boyutta yetişkin bir kadının geriye doğru irkilip kalmış balmumundan bedeniyle birlikte irkildim. Başına sıçramış kemirgeni o vakit gördüm. Yüzünü kapamış, pençe yerindeki yamuk insan elleriyle kafasını arkadan kavramış.

Haydi hayırlısı!

Bir loşluğu daha geçip sonraki sahneye yürüdüm. Küçük bir çocuk.. Yüzünde saf bir ilgiyle kolunu biraz uzaktan önündeki iskemleye yayılmış tuhaf bir mahlukun ağzına uzatmış; tüylü yaratığın ağzından parmak parmak sarkan ıslak dilimsi içine parmağının ucu dokunmakta.

Galiba kaşlarım da o zaman çatılmaya başladı. İlgim uyanmaya. Tema birden aydınlandı. Çeşitlemeleri bütün halinde yutarak devam ettim.

Yavrusunu biçim ayırt etmez ana sevgisiyle bağrına basmış hilkat garibi çıplak beden.

Oturduğu bankta başını kucağına aldığı bir başka tuhaf mahlukla sarmaş dolaş uyuyan oğlan.

Eski bir bebek arabasında tek başına, gözleri dört açık bir bebe-yaşlı.

Hayal gücünün burası için ürettiklerinin en irkilticisiyle yatağında kucak kucağa, mışıl mışıl uyuyan diğer bir çocuk..

Sahneden sahneye temayla birlikte kavrayışım da pekişti.

Görünümün ötesine geçen sevgi! Biçimden özgürleşmiş, özden öze akabilen sevgi. Girişteki sevimli motosiklet çiftinin sergilediğinden daha derin bir teslimiyet, yani güven içinde. (Uykudan öte kendini bırakış var mıdır?)

Gözün bir kenara çekilip hükmü gönle bırakmakla kalmadığı; bu hükmün ardından bir daha baktığında bu kez –neredeyse- gönül ile aynı şeyi gördüğü bir aşma hali.

Algılarım sıkı bir uyaranla bir güzel silkelenmiş, aklım -başıma değil, hayır- gönlüme gelmiş, aşık moto-çiftin önünde yine gülümsemeden edemeyerek çıktım:

“Sizin işiniz kolay, böyle cici bici şeyleri sevmek hoş ve o kadar! Hazır motorunuz ve tekerleriniz var, çıkın bir diğerlerine bakın. Gönül gözünden gözün perdesini kaldırmışlara. Sevginin hası belki de odur.”

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/BeniBagrNaBas?authkey=Gv1sRgCOCijrO6pq2u0gE

1 Ağustos 2011 Pazartesi

EKMEK ARASI SESSİZLİK

Kulak verildiğinde ne şekillerini ortaya seriyor insanlar arasındaki sessizlik!

Sığlığı ve derinlikleri.

Akımları ve akımsızlığı. İletkenlikle yalıtkanlığı.

Doluluğu ve boşluğu.

İlişkinin bol laf ve koşuşturmayla ancak ayakta durabildiği yerde pedalları çevrilmeyen bisiklet gibi devrilivereceği telaşıyla yüklü sessizlik.

Alıp verilen hiçbir şeyin kalmadığı bir ilişkisizliği kuşatanı, zamkı güneşte kuruyup yere düşmüş de öylece bırakılan silik soluk bir afişi andırıyor.

Gemlenen dillerle geleninde siyah değil de beyaz kalemle belki ama daha bile büyük harflerle yazılıyor sese vurulmamış yıkıcılık.

Sahneyi sadece bir tarafın gündemi doldurup taşırdığında diğerinin sessizliği tamamlanmayı özleyen acıklı bir yarım kalıyor.

Bazen de bir tarafın sessizliği diğerinin yoluna dikilen kalkana dönüşüyor.

Kimi zaman terlikler kadar rahat bir karşılıklılık.

En sıradanı, sesin yokluğundan ibaret olanı.

En yoğunuysa sözlerin bittiği yerde başlayıp akımı sürdüreni. Karşılıklı farkındalığın alabildiğine arttığı ama insanın “nasıl görünüyorum” diye orasına burasına çeki düzen de vermediği o yakınlık-yakınlaşma sessizliği.

Aynı anda sonuna kadar kendin olmak ama bir o kadar da karşındakini bilmek.

Sindirimi kafada çoktan bitmiş, yüreğe inmiş insani temasın sessizliği.

Ne çok şey söylüyor, sözcüklerin buraya inmede basamaklardan ibaret olduğunu hatırlatıyor sessizliğin ruhu besleyen o türü.