25 Şubat 2013 Pazartesi

ESKİT!

Yok yok, bunda bir eksik var diye söylendim. Yarı içimden. Ve daha daha yeni ne var diye açıp derinliklerinde kaybolduğum web sayfayı kapadım.

Yeni müptelalığı. Yeniden yeniye atlayıp durmak. O meyveden daha tazesine, daldan dala genç bir maymun gibi sıçramak.

İnsene yere. Ağacın gövdesinde bir otur. Elindekine bak, gerçekten bak. Evir çevir. Zaman ver ona, alan aç. Bırak, o sana dokunsun, sen ona. Birbirinizin kimyasını değiştirin.

Kal!

Usulca doğup yavaş yavaş alıp yürüyen keşif sevdasını, sürebildiği zaman kısaldıkça kısalan, eh, seni de kısaltan gelip geçici heyecana trampa etme. Seni pişirecek, kıvamlandıracak olan o.

Seçmeye değer olan da.

Tabii eğer istediğin yarı çiğ, sığ, yüzeyden sekip sekip gitmek değilse.

Edinmek değil de kalmak, olmak ise.

*

Bit pazarı tam da içimde bunların dumanı tüterken geldi. Verdiği his de ona göre oldu.

https://plus.google.com/photos/118198168542066911108/albums/5848782700031465073?authkey=CM-5hdvfjrnn_gE

15 Şubat 2013 Cuma

KAYDIM

Hoşuma gittim.

Kötü inişin çatallandığı yerde yokuşu çıkan kıpkırmızı arabayı karşımda gördüğümde ayağım frene biraz daha ve herhalde sertçe bastı. Patinaj, sübjektifleşen zamanda can sıkacak kadar uzadı. Yapacak bir şey yoktu, sonunu bekledim. Buruşan metal gümbürtüsüyle geldi.

İndim. Kırmızı arabadan öfkeyle fırlayan adama ellerimi iki yana açıp “Hata benim” dedim. “Kaydım. Özür dilerim.”

Şöyle bir hızlanan kalp atışım normale dönerken adam da birden yatıştı. Yağmur altında, yamulan iki kapıyla bir burnun fotograflarını çekti. Karısına kendi hanem kısmen önceden doldurulmuş kaza tespit tutanağını verdim. Üçümüz benim arabamda oturup kütüphanede tezine çalışan üniversiteliler gibi sessiz sakin tutanakları doldurduk. Telefonlarımızı aldık. Komşuymuşuz.

Adam öyle öfkeyle üzerime yürür olduğundan özür diledi. Hatalıydım ama kazaydı dedim.

Yarın sabah yakınlardaki serviste buluşmak üzere sözleştik.

Ne bağrış çağrış ne gereksiz tartışma, laf uzatma.

Olanı anında kabul ve gereğini fazlalıksız yerine getirme.

Tepki israfı yerine karşılık seçimi.

Bozulan adetle karşı tarafın da duruluvermesi.

Dedim ya, hoşuma gittim.

13 Şubat 2013 Çarşamba

YAŞAMIN GÖRDÜĞÜ DÜŞ

Rüyalar dosyasından.

Gece, uykuyla uyanıklık arasında aklımdan geçenler:

Avustralya kaplanı rüyasını unutmamaya çalışıyordum uyku arası. (Ama tam uyanıp yazamıyordum da.) Buz gibi, diye geçti aklımdan. Dolaptan yeni çıkmış karlı bir buz parçası gibi -hatıra- sonra eridikçe eriyor.. Zaten (??) savaşlar nasıl asker yaratırsa Tanrı fikri de tanrılar yaratıyor..

Sonra:

”Ben de gelip geçeceğim, Yaşamın gördüğü bir düş gibi..”


(Dün denize girerken denizanasını seyretmiştim. Suya sarkıttığım ayaklarımın ucunda dört “düğmesi” ile uzantısı ışıl ışıl, çeperini büze aça yüzüyordu.. Martılara baktım. Hepsi de geçip gidecek, dedim, buna itirazları da olmayacak -onların sadece düğmeleri, başlarını geri atıp çıkardıkları çığlık, büze-aça yol aldıkları çeperleri var. Fazla olan da geçip gitmeye itiraz zaten.)

11 Şubat 2013 Pazartesi

KIYASLAMAK ŞARTSA

Aynadaki görüntün içini kapıyorsa (yaşlanıyorum, soluyorum!) kıyasladığın geçmişin yerine geleceği koy sen de. 10 yıl, 15 yıl.. sonrasını. O vakte göre ne kadar daha taze, diri olduğunu gör.

Islığın keyifli, kendini düne göre yaşlı hissetmek yerine yarına göre gencecik bularak atıl güne.

8 Şubat 2013 Cuma

TEZGAHI OLMAK



“Tezgahı olmak,” üzerine yatırılan malzeme her ne ise –yazı-çizi, ahşap, mermer, müzik, insan..- sevgiyle, kendini vere vere işlemek ne güzel şey!

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/AtolyeCivi?authkey=Gv1sRgCMuyuejPgpjAUw#

6 Şubat 2013 Çarşamba

BİRİ BADEM DİĞERİ KÖR

Pabucuma taş girmiş gibi sonradan batan sohbetin ardından yok, dedim. Orada bulunmayan üçüncü kişiyi kesip biçmek ilkten abur cubur yemenin verdiği şişirme tatmini sunsa da böyle beslenmede insanı azaltan bir şey var.

Birini eleştirir, yargılarken kendi artı hanendekilere yükleniyorsun. İyi kotardıklarına. Edinmiş olduğun beceriler, aştığın güçlüklere. Görüş berraklığına, gücüne. Doğru bildiklerine. Bunlardan keskin bir makas yapıp biçimini beğenmediğin öteki kumaşa alabildiğine girişiyor, kesip yeniden biçiyor, halalar, teyzelere bıyıklar takıyorsun.

Eksi hanendekilerden ise hiç bahis yok.

Başkalarının seni gıyabında nasıl kesip biçtikleri, biçebileceklerinden.

Yarısı tutulan muhasebe defteri garabetinde bir hesaptır gidiyor.

Doyurucu tabii. Bir akbaba pikniği ne kadar doyurucu olursa. Servis tabağına yatırılan bir başkasını ortak bir iştahla didiklemek. Ama insan sindirimine biraz kulak verdiğinde böyle beslenmenin şişkinliği kabak gibi ortaya çıkıyor. Ve çirkinliği ve kibri. “Ben senden daha iyiyim!” “Neyin ne olduğunu biz biliriz!”

Öyle mi?

İki özdeyişten üçüncüsünü türetip “Sana kör diyenin iki gözü badem olsa, ah!” diyorum.

İster başkalarıyla ortak ister kendi başına, en pespaye dedikodudan en incelikli eleştiriye, başka birini yargılamak, kör gözünü badem bildiğinle örtmekten başka ne ki?