26 Haziran 2016 Pazar

CIRCIR BÖCEKLERİ İLE SEDA



Koyda tek kul ben değilim bugün. Kısmet. İndiğimde biri suda, üç genç vardı. En uçtaki yorgun şezlonga havlumu serdim. Suya girip çıkayım da bir, flüt çalışsam rahatsız olurlar mı diye sorarım. Su.. dupduru. Boy boy saydam, uçuk türkuaz, koyu mavi, lacivert. Şımarık Akdeniz çocuğunu mutlu edecek kadar da ısınmış. Saçlarımda, gözlerimde, genzimde. Kollarımın altından, bacaklarımın etrafından, gövdem boyu dolanıyor, akıyor, kaldırıyor. Geriye attığım başımla tepelere eteği sökülmüş tül perde gibi pusu düşen gevşek bulutların seyri. Haydi uç! Koyun ağzına kadar hızla yüzüp döndüm. Notaları çakıllara yayıp usulca üfürdüm şöyle bir. Kıyıdakilerden biri sudakiyle avaz avaz bir sohbet tutturdu. Konusu zıpkınlanmış balıkların kaçıp kaçamayacağı. Torbamı omzuma vurup ağaçların arkasından yamaca çıktım. Az pürüzlüsünden bir kaya seçip çamın iğneli gölgesine oturdum. Isınıp kurumuş reçine kokusunu içime çektim. Tenimin tuzlu kokusuna da kızıl toprağınki karıştı. Cırcır böceklerini dinledim önce. Sahneyi paylaşacaksak.. Yükseliş alçalışı insan kalabalığınınkiyle birdi. Üflemeye başladığımda biraz seyreldikten sonra daha da sıklaşması rastlantı da olabilirdi tabii ama “Bu da kimlerdenmiş” diye kulak kesildiklerini hayal etmek hoşuma gitti. Koya burada biraz yüksekten, dallar arasından bakış güzeldi. Başladım. Bunlar sadece egzersiz çocuklar. Sadece deyip geçmeyin ama. Parmaklarınızı, nefesinizi önlerine gelecek parçalarda başlarına geleceklere hazırlıyorlar. İlk anda çalıverdikleriniz. Önünüze duvar gibi dikilenler. Fındık fıstık ile çetin cevizler. Adım adım, ağır ağır, belli belirsiz evrilen acemilik. Helva kavurur gibi birlikte kavrulmak. Tepede güneş, yol yol ter, şakaklarımda, ağzımın etrafında, parmaklarımda. Siz kurusunuzdur cırcırlar. Biyoloji dersinde böceklerin terlediğini öğrettiklerini hatırlamıyorum. Flütle biz ise sırılsıklam, çok sıvı, az biraz katı. Böyle böyle akıcılaşıyoruz ama. 


17 Haziran 2016 Cuma

AKIŞKAN

“Sigarasızlık nasıl gidiyor?” dedi Hüseyin.

Bir an durdum.

“Sigarasızlık mı?. Hiç içmemişim gibi.”

Fatoş gülerek, “O öyledir” dedi benim için. “Yedi ay boyunca burayı ballandıra ballandıra yaşar, sonra bir İstanbul’a gider, unutur.”


Neredeysem o, dedim. Fena bir şey mi ki bu?

6 Haziran 2016 Pazartesi

PORTO'NUN S'Sİ -2

Hava tahmini yağmur diyordu ama gün ışıl ışıl başladı. İş saatine denk geldiğim sıkışık metrodan dara dar indim. Teresa gör demişse bir bildiği vardır diye dün atladığım Aziz Francis kilisesine yollandım. Haklıymış. Yoksulluğu erdem bilen tarikatın 13. yy’da sade bir yapı olarak başlayan kilisesi yıkım, onarım ama asıl güçle ilişkisindeki değişimle katman katman zenginleşmiş. Taş yapı, 17-18. yy’da giydirilen altın yaldızlı ahşap oymalar arkasında neredeyse kaybolmuş. Dövülmemiş yanı kalmayan dövme tutkunlarının vücudu gibi. Zamanla mimari ve bezemeye yansıyan bu dönüşümü görmek ilginç. Bitişiğindeki yapının bodrum katındaki duvar mezarlığı da.



İnişler, yokuşlar, kalabalık caddeler, ıssız geçitlerde yönsüzlükle büyüyen mesafeler boyu yürümek yürümek. Sol dizime arada bir saplanan ani sancı dışında bedenim akıyor. Bunu uzak olmayan bir gelecekte hasretle hatırlayacağımın, hareketliliğin nasıl bir lütuf olduğunun farkındayım. Hala sahip olacak kadar genç, değerini bilecek kadar yaşlı.



Derken.. Clérigos kilisesinin şehre panoramik bir bakış sunan çan kulesine tırmanmak isteyenlerin kuyruğuna girdim. Bir görevli inen-çıkan trafiğini düzenliyor, sayıyı eşit tutuyordu. Dar, yüksek basamakları dönerek çıkar inerken karşıdan gelenin iri yarı olmamasına dua ediyor, karşılaştığınızda nefesinizi tutup duvara yapışıyorsunuz. Şehir, ırmak bu yükseklikten hoş görünüyor ama mazgallar, kalın duvardaki açıklıklarla beklenmedik çerçevelenişlerine birkaç saniyeden fazlasını ayırmak, parçası olduğunuz kalabalığın mekanik hareketinde imkansız. Turistik kalabalık, parçalarının toplamından çok daha küçük, beyinsiz, anlamsız bir.. şey.



Hava kapadı. Kırmızı otobüse atladığımda silecekleri bir iki çalıştıracak kadar atıştırdı. Serralves-Modern sanat müzesini bu zamana düşünmüştüm.

Aslında bir sergi binasıymış. Silvestre Pestana ilgimi çekti. Şiire antifaşist direnişin görsel dili olarak yaklaşan 60’ların Portekiz deneysel şiir grubundanmış. Dili eğmiş bükmüş, parçalarına ayırmış, yerinden oynatıp başka anlatımlarla birleştirmiş.

Serralves’in geniş bahçesi başlı başına bir sanat.



Hava yeniden açmıştı. Karşıya, yüzlerce yıllık şarap üreticilerinin tadımlık ve satış yerleriyle ırmağın Gaia kıyısına geçtim. Şaraphanelerin, önlerindeki lokanta, kahvelerle eski, renkli, hoş bir yapı şeridi ve suda şarap fıçısı dolu tarihi-güya tarihi teknelerin hemen arkasında gri, özelliksiz yeni yerleşim yükseliyor. Porto’yu, tarihi kordon boyunu bir de sırtımı Gaia’ya vererek seyrettim. Ezbere söylediğim Porto şarabını epey bekledim. Lello Kitapevinin saygıdeğer Domingo beyi başını esefle iki yana sallar, güneş altında bekletip durdukları müşteriler etrafında ilgisiz, etkisizce ayak sürüyen garsonlara kitapevinin görkemli vitrayındaki sloganı işaret ederdi: “İşiniz saygınlığınızdır.” Müşterinin evrildiği biçimi hesaba katar, yeni hizmet kuşağından anlayışını esirgemezdi. “Ama yine de.. kiminle ne şartlarda olursa olsun, işiniz hakikaten saygınlığınızdır mirim.”



Karşılaştırma imkanım olmadan (ilk ve son Porto kadehimdi) şarabın her yudumuna kulak kesilerek içtim. Ayaklanan duyularımdan yükselen nidaları süzmeden sıralıyorum: Tatlı ve oturaklı, koyu, kızıl, çekici bir loşluk içinde tınılı. Daha kesin bir ifadeyle çello dengi bir his aldım. Bahtiyar oldum.



Evet, ama pilim de bitmişti. Onu oraya konduranın ecdadına rahmet okuyarak teleferikle yukarı, köprü başındaki metro durağına çıktım.

Koma benzeri uykudan uyandığımda akşam yemeği vaktiydi. Pastanelerle bir et lokantası dışında bir şeye rastlayamadan yürüdüm. Sonunda karşıma El Corte Ingles çıktı, İspanyol Yeni Karamürsel’i. Altıncı katındaki restoranda bu defa dile kulak vermek yerine bir Cuma akşamı eş-dost, aileleriyle gezmeye gelmiş Portekizlileri seyrettim uzun uzun.

Bir kez daha Afrika-Akdeniz-biz çağrışımları. Avrupalılığı fazla gelen bir ceket gibi çıkarıp sandalyenin arkalığına astı asacak bir kendine özgülük.

5 Haziran 2016 Pazar

DÜNYANIN EN GÜZEL KİTAPEVLERİNDEN: LIVRARIA LELLO

Fazla kalabalıklaşmadan görmeye niyetlendiğim Livraria Lello’ya yine de biraz geç kalmışım. Dünyanın en güzel kitapevlerinden biri olarak tanınalı ilgi o kadar büyümüş ki turist akınlarının önünü biraz almak için bilet kesmeye başlamışlar –ama kitap alırsanız bilet parasını düşüyorlar.

Tadilatta olan cephesi perde arkasında; başlı başına görülmeye değer tasarımının şöyle bir dışından seyrine varıp onunla hazırlanarak giremiyorsunuz içeri.



Lello, 19. yüzyıl sonları Porto’nun önde gelen aydınları arasında sayılan Lello biraderlerden başlayıp tasarımı gerçekleştiren mühendis Esteves'e, 52 yıllık kitap satıcısı Domingo beye, burayı bir buluşma noktası etmiş yazarlar, aydınlar, sanatçıların kitap aşkıyla ortaya çıkmış. Neo gotik mimarisi, bezemeleri okuma-yazma ve ona yüklenen anlamlardan esinlenmiş, cesaretlenmiş (o merdiven!). J.K.Rowling, bir yandan İngilizce öğretmenliği yaparak Harry Potter’ı Portekiz’de yazarken bir rivayete göre Lello Kitapevinden ilham almış.


Ama ellerinde telefonları, kameralarıyla girip çıkan benim gibilerin kesintisiz kalabalığında durup atmosfere sarınarak şöyle sakince kitap karıştırmak bile zor iş. Girişte elinize verilen broşürde buranın kitaba adandığı hatırlatılarak olabildiğince saygılı foto çekilmesi, selfie çubuklarının kullanılmamaya “çalışılması” rica ediliyor. Ortam, demlenmişliği insanı ne kadar derinleşmeye çekiyorsa vızır vızır hareket o kadar yüzeyde, diken üzerinde tutuyor.



Burada çalışmak da Majestic Café’deki kadar zorlayıcı olmalı. Oysa kıdemli satıcı Domingo bey (kitapevi kadar ağırbaşlı ama candan hayal ettiğim sesiyle) örnek bir kitapçıyı şöyle tarif etmiş:



Tüm mevcudu yazarlar, başlıklar ve yayın yıllarıyla ezbere bilmeli.

Nadide baskıları teşhis edebilmeli.

Her müşteriye ilgili ve nazik davranmalı.

En iyi müşterilerinden gelecek malumata kulağı açık olmalı; bu şahıslar sipariş edilecek kitaplara ilişkin önemli bilgiye sahiptir ve tavsiyelerde bulunurlar.

Ah ah!


(Vitraydaki Latince düstur: Decus in labore, işin saygınlığındır)

Genç satıcılar yine de sabırlı ve kibar. Ortalıktaki kitaplar ise harcıalem ama asıl hazineler, kimi Lello kadar, hatta daha da eski, az bulunanlarla ilk baskılar, rafların üzerindeki camlı dolaplarda maymun iştahlı güruhların hoyrat ellerinden, flaşları, değer bilmezliklerinden korunmuş.

Zamanın değişmesiyle güzelliği varlık nedeninin önüne geçip onu boğmuş bir yer Lello.

Şimdiki turist akını da bunu canlandırmıyor, başka bir şeye dokunuyor.

Şöyle sıkı, yoğun, dişe gelir bir şeylerin mayalayıcılığına duyulan özleme?

Yavanlığın ötesine?

Kıvamlanmaya?

Kim bilir.


4 Haziran 2016 Cumartesi

PORTO'NUN S'Sİ

Dokuz saati aşkın dolanmanın ardından sırt çantamın bir cebinde bira, diğerinde içinde ne olduğunu sadece tahmin ettiğim bir panini ile otele döndüm. Kahve ile ekleri önden ve köşedeki pastanede oturarak götürmüştüm. Fazlasına gerçekten halim yoktu. Uzun bir duşla şehrin kirli havasını, buz gibi rüzgarı izleyen terini, okyanusun tuzlu nemini üzerimden attım. Fox Crime kanalında eski bir dizinin Portekizce alt yazılarını okuyarak sandviçi (leziz bir peynir ve jambonluymuş) gövdeye indirdim, birayı da dikip televizyonu ve gözlerimi kapadığımda saat 9 bile olmamıştı. Gitmişim.

Sabah, sevimsiz Gaia’nın otel ile kıyı arasındaki 3-4 kilometrelik kısmını metroyla atlatıp başında indiğim 1. Louis köprüsünden yürümeye koyuldum. 1800’lerin sonunda Gustave Eiffel’in ortağınca yapılmış. Köprüden bakış evet ama kendisi de başlı başına bir varlık. Altı araç, üstü metro trafiğine ayrılmış iki katıyla sürekli zangır zangır çelik bir örgü (içine karpuz konulmuş ters bir pazar filesi biçiminde).



Yanından Porto’ya çıktığım kale-katedrale (sé) şöyle bir göz attım. (Yapmaya, içini doldurmaya, korumaya, ayakta tutmaya yüzyıllardır ne emek sarf etmişsiniz. Haşmet, altın, süsleme kıyamet ama bugünün şunda bunda göz sektiren, tek bir şey yerine şeyler arasında seğirtmeyle kafa yapan bir turistiyim işte. Bağışlayın. Benden-bizden bu kadar, Tarih!)



Tatlı sabah serini. Tenha taş meydan, merdivenler, yamaçtaki diğer kilisenin taraçası, kıvrım büklüm geçitlerden indim. Turizm ofisinde şimdiden bıkkın memurun önündeki kısa kuyruğa girdim. Önümde, benden büyükçe yorgun bir kadın vardı, sırt çantasından onunki gibi terlikler, meyve torbaları, başka ıvır zıvır sallanan daha da yaşlı ama gayet dinç bir adamın başlattığı sohbetle hac yürüyüşünde olduklarını anladım. (Mayıs, Hazreti Fatma’nın ayı, hac vakti imiş). Adam elindeki bir tomar “hakikaten yürüdü” belgesine turizm bakanlığı memurundan damga alacakmış da. Almandılar. Hacılıklarını resmi makamlara onaylatma ihtiyacını yadırgamamalı. En öndeki hepimizden yaşlı, kibar, koca sırt çantalı Hollandalı çiftin “Bir de şunu soracaktık”larının sonu gelecek gibi değildi. Çıktım. Kıyıda aradığımı buldum: Kırmızısı, sarısı, mavisi ile iki katlı in-bin tur otobüslerinin gişesi. Kırmızısı tanıdık. Uzun-kısa iki çeşit turu, şarap tadımı, Torre dos Clérigos (Clérigos kilisesinin Porto panoramalı çan kulesi) bileti dahil iki günlük bileti 15 E. Taksiden elbette ama toplu taşıma kartından da ucuza geliyor. Karşıma ilk çıkan uzun turun otobüsüne binip tam bir devir yaptım, görmek istediklerimi kararlaştırıp Gaia kıyısında indiğimde ortalık iyiden iyiye canlanmıştı. Rıhtım boyu açılan hediyelik eşya tezgahları arasından dolanıp köprüyü bu kez alt katından yürüdüm, beyaz güneşlikleri altındaki Porto tezgahlarıyla doldukça dolan kahve, lokanta masalarının yanından yukarı, Aziz Francis kilisesine vurdum. Teresa tavsiye etmişti. Kendimi yokladım, bir kilise içini daha üstelik bilet alıp görmek istemediğimi hissettim. Sen bilirsin!



Ses düzeni kötüydü, çalıştığında bile ne dediği pek anlaşılmıyordu ama kırmızı otobüs ile bir tur epey fikir vermiş, neyin nerede olduğunu görüp yerleri kafamda birbirine bağlamıştım. Praça (prasa) da Liberdade, Özgürlük Meydanına çıktım. Gara doğru kıvrıldım. Mavi seramik tablolu aydınlık girişi içimi kiliselerden çok daha fazla açtı, çekti. Bugünün trafiği. Anonslarda Portekizceye fazladan katılan seksi tondan hoşlanıp hoşlanmadığıma karar veremeden dolandım, rastgele detaylardan seramik panoların öykülerine daldım, dijital tablolardaki tren tarifelerine baktım. Gideceğim bir yer, ait olduğum bir hikaye varmış gibi yapmak hoştu. 



Otobüsler dolusu turist kaynasa da boşluğu hiçbir akınla dolamayacak kadar büyük görünen Özgürlük Meydanına dönüp çalışı ilkten hoşuma giden bir sokak saksafoncusunun bitişiğindeki kafe terasa oturdum. Avaz avaz baharatlı görünen, bizimkinden ince Portekiz sucuğunu denemeyi bir kez daha erteleyip hepsi de haşlama kuşbaşı et-patates ve midyeden oluşan bir tabak seçtim, damağı kutsal bilen arkadaşlarımın yağdıracağı aşağılamayı hayal ederek güldüm. Benim içinse gayet iyiydi. Bir şişe de Pedras (yemeğe aldırmayabilirim ama maden suyu konusunda da benim damağım son derece uyanık ve seçici: Pedras da iyi bir tabii maden suyu). Saksafoncu düş gücünden yoksun olduğunu fark etmeyecek kadar vasat bir müzisyen çıkmış, sıradanlığına bakmadan iddialı bir gürültüyle üfürüp durduğu standartlar kafamı ütülemeye başlamıştı. Kalktım.



Seramik kaplı kilise tarafında olduğunu hatırladığım Majestic Café’yi iyi kalpli Portekizlilere sora sora buldum. Ortak bir dil olmasa da durup ellerinden geleni yapıyor, hiç değilse bir yere kadar tarif ediyorlar. Yazarların, sanatçıların kahvesi olmuş Belle Epoque tarzı Majestic, burada bir kahvesini (iki üç katına) içmeden onu da yaptı listesi eksik kalacak turistlerin akını altında. Sırf fotografını çekmek için girmiş olmayayım diye oturdum ama bunalmış personelin ilgisizliği ve anlamsız kalabalıkla vazgeçip çıktım. Araç trafiğine kapalı alışveriş caddesi Rua de Santa Catarina’daki akışa karıştım.

Hollandalı teorisyen, mimar Rem Koolhaas tasarımı konser salonu, Casa da Musica geniş bir meydanın ortasında. Soyulduktan sonra limonlu suda kararmadan tutulan orta boy bir yarım kerevizi andırıyor. Asimetrik açılı değişken yüzeyleri, tabana ortasından daha dar yüzeyiyle değişi kütleselliğini azaltıyor. Ne uçucu ne de lök diye oturucu. İyice güneşli günlerde meydanıyla birlikte göz yakıcı olmalı ama bir konser salonunun akustiğine kulak kesilmeli zaten asıl, değil mi?



Kırmızı otobüse atlayıp upuzun Boavista caddesi boyunca gittim. Şehrin dış ucundaki yüksek bloklar uzaktan görünüyor. Buradaysa varlıklıların bahçe içindeki evleri. Kent merkezinin curcunasından uzak, nefes alan bir bölge. Caddenin ucundaki şehir parkı ülkenin en büyüğüymüş, geniş bir zamanda görmeye değer. Okyanusla sonlanan Boavista’nın çeşit çeşit isim alarak uzanan kordon boyuna döndüğü yerde indim. Kuzeyde, geniş bir kumsal ve kenarında yükselen apartmanların ötesinde silolarıyla liman, suyun kaldırdığı pusta renksizleşmiş, tuhaf bir iki boyutluluğa bürünmüştü. (Ama belki de tersi. İki boyutlu, renksiz bir şehir dilimi, okyanusun pusunda çekici bir tekinsizliğe bürünmüş.)

Rüzgarlığımı dürüp sırt çantasına soktum. Yürümeye başladım. Ara ara ağaçlık parklar, kafe teraslar. Sütlü kahverengi kumsal, kayalık kıyıda ceplere bölünüyor. Burada olsa olsa güneşlenilir, bileklere kadar suya girilir. Atlantiğin kendince sakin bir günü ama nabzı uykuda bile yüksek atan bir dev gibi. Kayalara, dalgakıranlara çarpan dalgaları metrelerce yukarı fışkırıyor. Tuzlu pusu görüşü bulandırıyor. Ortalık yürüyenler, o kıyamette balık tutanlar, kahveleri dolduranlarla rengarenk kalabalık ama bir yanım onunla hep olduğu gibi okyanusun içine düşmüş, derinliklerine çekilmekteydi. Sessiz, hipnotik, kendi kendinin dinamosu bir yürüyüşle boşaldıkça dolarak gittim gittim. 

Sadece bileğine kadar bile girsen seni enginliğine çeken böyle bir suya değen hiçbir şey kendinden ibaret kalmıyor. Ne köy, kasaba, şehir, ülke ne de kendini salacak olduğunda bir turistin öğleden sonra yürüyüşü.


Okyanus dokunanı değiştiriyor. 




3 Haziran 2016 Cuma

COIMBRA'DAN PORTO'YA

Sabah eski şehrin şiddetle İstiklal Caddesini çağrıştıran bir caddesinde yeni yeni açılan pastanelerden birine oturduk. Kahvaltımı koyu tatlı şeylerle yaptım (sigaradan sonra tatlıyla bağımı da çözmem gerekecek). Raflardaki içki şişeleri dikkatimi çekti. Yalnızca Porto şarapları değil, her türlü alkol. İçki satışı için özel izin gerekmiyor mu? Gerekmiyormuş. Böylece fırınlarda, pastanelerde bile her çeşidini bulmak mümkün.

Bir kez daha Medine kapısından geçip tepeye, üniversiteye yürüdük. Yamacın ortalarında bir kilisenin açılmasını beklerken Teresa karşıdaki bir binanın duvarında Karanfil Devriminin ünlü şarkıcı-ozanı José Afonso’nun  (O Zega) seramik portresi ile bu evde yaşadığına dair plaketi gösterdi. Devrime sesini verenlerden çok önemli bir figürmüş. Açık bir pencerenin kenarına bir çift spor pabuç duruyordu. Evi müzeye dönüştürülmemiş.




Kilise açılmadı, yola devam ettik.

Portekiz’de gördüklerimin daha fazlası değilse yarısı dünya kültür mirasından sayılmış, Coimbra Üniversitesi de onlardan. Tarihi yapıların etrafına Salazar döneminde kişiliksiz binalar eklenmiş. Göz onları hızla geçip tıp ve edebiyat fakülteleriyle tepelerden ırmağa, şehre bakan meydanda duruyor. Dünyanın hala eğitim veren en eski üniversitelerindenmiş (kuruluşu 13. yy).




Bilet alıp kütüphane önündeki kuyruğa girdik. Belirli zamanlarda ziyaretçi alınıyor. Nedenini içeride anladım. Ama ilk “bilgi” okuduklarımdan değil, bedenimden geldi. Kuru, serin loşluğuna adımımı attığım an huşu duydum. Yüksek tavanına kadar iki katı fırdolanan kafesli dolaplar, raflar dolusu yüzlerce yıllık kitap. Yanlarda büyük masif masalar. İç içe salonların büründüğü koyu kahve, altın yaldız, bordo. Kokladığım en hala yaşayan geçmiş kokusu. Eski, yine de taze.

Sessizlik.

İçerideki bütün bir ziyaretçi grubuna rağmen seslerin üzerine hepsini eşit boğan bir sessizleşme örtüsü atılmış gibi.

Tanrıya şükür foto çekmek yasak.

Sadece gör, hisset. İstersen çeşitli dillerde hazırlanmış broşürlerden bilgi edin.

Şunları öğren sözgelimi:

Kütüphane ısı yalıtımıyla bir tür termos gibi tasarlanmış –heybetli kapısının belirli zamanlarda açılmasının nedeni buymuş. Kitaplar böylece ısı ve nemden azami ölçüde korunuyor.

Kurtları uzak tutan bir ahşap kullanılmış.

Yine de kadrolu personeli arasında ufak zararlılara karşı yarasalar varmış; gece el ayak çekildiğinde uçuşmaya başlar, içeri sızan, üremeye cüret eden ne kadar böcek varsa silip süpürürlermiş –ama tabii raflar bundan önce yarasa pisliğine karşı örtüler ve özenle kapatılırmış.

İçimden yerlere kadar eğilerek çıktım.

Barok kütüphaneden aşağı, hapishaneye indik. Üniversitenin ayrı yasama organı olduğu zamandan kalma, dar bir döner merdivenden inilen, beyaz badanalı boş odalardı. Bizden başka kimse yoktu, yankısını şöyle bir yokladım. Müthişti. Saldım sesimi, eğip bükmeyi, çoğaltıp doldurmayı, uzatmayı mekana bıraktım. Bir iki nota, derken doğaçlama cümle parçaları-cümlelerle serpilen sesler.

Çıkarken durup kulak kabartmış insanlarla karşılaştım.

Üniversite şapelinin kapısında girmek için tıklatın notu vardı. Görevli bir öğrenci açıp bizi iki kişi dışında boş kiliseye aldı. Nispeten ufak, aydınlık ama bezemede kaynak esirgenmemiş diğerlerinden hiç geri kalmayan bir mekan. Hala kullanılıyor, burada düğünler de oluyormuş (profesörlerin ve parasını verirse dışarıdan çiftlerin). Çıkarken koca bir ziyaretçi kuyruğuyla karşılaştık.

Yön konusunda tanrının unuttuğu bir kul olabilirim, buna karşılık kusursuz bir zaman-ritim duygum var. Rehberken de turist olarak da en olmayacak yerlerde kalabalıkları teğet geçmemi sağlayan, gürültü, kargaşa arasında sükunet adalarının kokusunu aldıran şaşmaz bir içgüdü.

Ya da belki, sen hep yollarda ol, biz arkandayız diyen seyahat pirlerinin işidir.




Akademik doktor adaylarının jüri karşısına çıktığı büyük salona üst galeriden baktık. Köşede bir bölüm şamatacılara (fanfar) ayrılmış. Tezin kabul edildiği bunların kopardığı kıyamet (ziller, davullar, kim bilir daha nice gürültü aleti) ile duyurulur, salonun sessizliğe bürünmesi ise olmadı! anlamına gelirmiş.

Buradan çıkılan dar balkon boyunca kente nefis bir bakış var.

Çıkışa yakın aşağılardan çatal bıçak sesleriyle sivrilen bir uğultu yükseliyordu. Üniversite kantini! Bayılırım. İnelim de çocuklarla bir kahve içelim dedim. Bol mürekkep (artık printer mürekkebi), kağıt, yüzlerce genç kokunun o kendine özgü karışımıyla okul nefesi. Sarı, kırmızı, beyaz plastik sandalyelere çökmüş, kitaplarına notlarına, sohbetlerine gömülmüş, beklentileri, korkuları, umutları hayatça kim bilir kaç değişime uğratılacak gençler. Taslak yaşamlar.




Aşağı, şehre dönerken bakımsızlığın, kir pasın bile halel getiremediği güzellikte binaların önünden ve meyve-sebze-et-balık (biraz da çul çaput) halinin içinden geçtik. Kirazın kilosu 11 E’ya kadar çıkıyordu.




Toparlanıp otelden ayrıldık.

Arabanın bagajı, benim görevim dün sonlanacaktı, sen de nereden çıktın yine dercesine bavulumu almıyordu. Şöyle bir kazı çalışması ardından yeri değişen bir çekmecenin engel olduğunu fark ettik. Ahşap işli eski, güzel bir çekmece. Teresa hayretle bakıp bunun burada işi ne ki dedi araba ve içindekiler kendisine ait değilmiş gibi. Çekmeceyi ikna edemeyince içeri aldık.

Otoyola bulaşmadan, oradan 60 küsur km olan yolu biraz uzatıp Portekiz Venediği Aveiro’ya geldik. Kanallarla gondolların fotografik güzellemesine kapılmışım. Girişi sıradan, merkezi ufak art nouveau yapılarla hoş, Venedik benzetmesinin kaynakları ise şeylerin asıllarından şaşmama gereğini hatırlatır büyücek bir şehir. Gondol turu yaparım diyordum ama Gençlik Parkı havuzunda dolanmaktan daha heyecan verici olacağa benzemiyordu, vazgeçtim. Gondolların burunlarındaki birer çizgi roman zenginliğinde sahneler (ve “edepsizlikte birbiriyle yarışan isimler”) eğlenceliydi ama.

Teresa bir kez daha haklı çıktı: Bundan hiç şaşma, nerede yediklerini yerlilere sorarak lokanta seç, pişman olmazsın. Arkalarda bir halk lokantasına öyle gittik. Üzerine yine bir manastır tarifiyle yapılmış yerel tatlıdan aldık ama şiddeti benim için bile biraz fazlaydı.

Olabildiğince kıyıda kalarak denizin içlere girdiği sazlıklarla batak alanlar, kumullar boyu ilerledik. Sahil kasabası Esmoriz’in (“Portekiz St.Moritz’i?”) okyanusta sonlanan ana caddesinin ucuna kadar gittik. Kıyı boyu bir duvar çekmişler, Atlantik görünmüyor, sadece gümbürtüsüyle kaldırdığı tuz serpintili pusu geliyordu. (Neden getirildiği anlaşılmayan bir otobüs dolusu ilkokul çocuğu vardı, duvarın önündeki dar alanda çığlık çığlığa, sevinç içinde kaynaşmaktaydılar.) Biraz ilerideki açık ve boş kumsalına yürüdük. Rüzgarın tuzlu tokatları fazlasına elvermiyordu, döndük.




Otelim Porto’da değil, Douro (doro) ırmağının karşı kıyısındaki yeni yerleşim Gaia’da imiş. Onca sakin saatin ardından iş çıkışı trafiğinde şehir curcunasına buradan daldık. Odama yerleştim. I. Louis köprüsüne kadar yarım saate yakın yürüdük. Köprünün üst katı iki şehrin tepelerini, alt katı da kıyılarını birleştiriyor. İkisi de yayalara açık. Baş döndürücü bir yükseklikten nehre, Porto’nun tarihi, rengarenk rıhtımı Cais da Ribeira’ya, şarap fıçılarıyla dolu, uzun kürekli teknelerine (rabelo), ufacık insanlara bakarak karşıya geçtik.





Dönüşte böylece beni Porto ile de tanıştıran Teresa ile kırk yıllık ahbap gibi vedalaştık. Suyunu döküp kollarımı Porto’ya sıvadım.

*

Fotograflar:

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/6291082994702432769#

2 Haziran 2016 Perşembe

SAO MARTINHO DO PORTO ÜZERİNDEN İÇLERE

Sabah yağmurluydu. Kahvaltı salonunda güler yüzlü, yaşlıca bir garson karşıladı. Babacan bir beyefendi. Teresa ile hararetli bir sohbete koyuldular. Manzaralı bir yol ve bana görülecek yerler öneriyormuş. İstanbul’dan geldiğimi öğrenince gözleri parlayarak “Fenerbahçe!” demişti. Takımın Portekizli oyuncusu Raul Meireles’in amcasıymış!

Buradan bir an önce çıkmak istiyordum ama Teresa seramik fabrikası ile kaplıcaların tarihi kısmını bir göreyim istedi.

Kraliçenin kurduğu tarihi şifa yurdu kapandıktan sonra Caldas da Rainha eski önemini, harapça yapılara bakılırsa ışıltısını kaybetmiş. Ama belli ki alımlı bir yermiş. Geniş parkları, güzel taş yapılarıyla eski yerleşim şimdikinden çok farklı.

Keskin hicviyle güce meydan okuyan Rafael Bordalo Pinheiro buralıymış. Karikatürist, seramik tasarımcısı, heykeltıraş, illüstratör, Portekiz’in ilk çizgi roman yaratıcısı. Doğumunun 170. yılı kutlanıyordu.

Şehri ünlü eden seramiklerin üretildiği fabrikayı o kurmuş. Seramikler bir vakitler pek gözdeyken demode olup unutulmuş, şimdi yeniden artan bir rağbet görüyormuş. Belli zamanlar gezilen fabrika yerine satış mağazasına göz attık. Lahana, balık, patlıcan biçimli servis tabak çanakları derken Rafael Bordalo Pinheiro çizgilerinden grotesk figürler.



Raul Meireles’in amcasının tavsiye ettiği kıyı yoluna Sao Martinho’da kavuştuk. Yol göbekten geçilmiyordu. “İnsanları bıktırıp otobana yöneltmek amacıyla olduğundan kuşkulanıyorum.” Daha beteri buralarda işaretleme ya kötü ya da hiç yok. Böylece hemen her birinin etrafında bir tur attıktan sonra nereye sapacağımıza karar vermekten serseme döndüm. (Tersi belirtilmedikçe son gösterilen yönde devam et diye genel bir kural çıkardım. İşe yaradı.)

Ağırlıklı olarak İngilizce ama üç dilde konuşuyorduk. Portekizceye ilişkin sorular sorup duruyordum.

“Martinho mu? Portekizliler –cık ekine bayılır. Lokantada bir çorbacık istersin, ayacıkların yorulur, evciğini özlersin. Tanrının azizine bile Martincik dersin!”

Aziz Martincik, dar ağızlı geniş bir koy. Yerleşimin büyük kısmı, deniz rüzgarlarından korunmak için olsa gerek koyu çevreleyen tepelerin kara tarafında. Su tarafında kumsal ve kumullar ile havuzlaşmış güvenli bir deniz var. Kumlar sabah atıştıran yağmurla koyulaşmış, hala ıslak.



Nazaré’ye kadar dar kıyıdan devam ettik. Bahar çiçekleriyle kaplı dik yarlar, aşağıda uzanıp giden bakir kumsallar.. Çok güzel bir yol.

Tek tük ev için “Bunlara göçmen evi” deriz dedi. “50’ler, 60’larda ülkeden çok göç oldu. (Eğitimsiz, umutsuz insanlardı. Portekizlilere ilişkin olumsuz klişeler onlarla oluştu. Bugün yeni kuşaklarla biraz aşılsa da hala direnen kalıplar var. Beni görüp aa bıyığın yokmuş, çok da kültürlüsün, biz Portekizlileri, hele kadınlarını öyle bilmezdik diyen çok.) Tatillerde dönmek için göç ettikleri yerlerin mimarisine heveslenen yazlıklar yaptırırlar. Kar nedir bilmeyen bölgelerde dimdik şale çatıları filan görürsün. Ne kadar başarılı olduklarını dosta düşmana göstermek için heyula gibi lüks ciplerle gelirler –bir kısmı kiralıktır bunların.”

Nazaré’den içe saptık.

“Burası tipik bir balıkçı kasabası. Diğer adı ‘Dul bıraktıran’ ya da ‘7 etekler.’ Kocalarını denize kurban veren kadınlar geleneksel yas kıyafeti yedi eteğe bürünür.”

Keskin dönüşleri hoşuma gitmeye başlayan mizah anlayışıyla dayanamadı. Gülerek, “İşe geç kaldıkları sabahlar suçu altı ya da yedinci eteklerine yükleyiveriyorlardır tanrı bilir” dedi.

Alcobaça (alkobasa).

“Al ile başlayan isimler –Almedina, Algarve vs- Arap etkili fakat Alcobaça adı Alco ve Baça adlı iki ırmağın burada kesişmesinden. Tarihi Roma’ya kadar uzanıyor ama bugünkü yerleşim 12. yy’dan kalma bu manastır etrafında oluşmuş. Etkileyici, sevdiğim yerlerden. Görmeni istedim.”

Gerçekten de 200 küsur metre uzunluğuyla haşmetli bir yapı. Hiç süssüz kilisesi alışılmadık bir aydınlıkta. Huzur veriyor.

“Bütün o bezemeler, tarzlar tamam, sanat tarihine meraklıysan ilginç ama tanrıya, ruhuma, adına ne diyeceksen, daha derin bir temas peşindeysem geleceğim yer burası.”

Evet.



Manastır, dev davlumbazları ve ırmaklardan birinden buraya çektikleri kanal ile mutfak da ilginç. Manastırların iç bahçelerini çevreleyen revaklarda dolaşmak hoşuma gidiyor. Onlarla en yakın duygusal ilintiyi buralarda kuruyorum. Sütun ve kemerlerin iç içe geçen tekrarında insanı yatıştıran, trans ya da tefekküre sokan bir şeyler var sanki.



Öğle üzeriydi. Teresa yoldan geçen birini durdurup yemek için nereyi tavsiye ettiğini sordu. Arka sokaklardan birinde gayet temiz, leziz bir lokantada balık yedik.

Balça nehri incecik kalmış; bir daha gelmek için tükürüğümü isabet ettirecek kadar bile suyu yoktu. Alco daha iyi durumdaydı.

“Geleceğin savaşlarının su yüzünden çıkacağını söyleyenler haklı olabilir.”

Otobanı bırakıp iki şeritli yolları tutmak iyi fikir. Köy, kasaba, müthiş bitek tarla bahçe arasında yolun kendisini hedef yapmak.

“Batalha (batalya) özellikle kilise kompleksinin bitmemiş şapelleriyle etkileyici.”



Buranın savaş anlamına gelen adı, Kastilya hakimiyetine karşı 1. Joao önderliğinde yakınlardaki Aljubarrota’da verip kazandıkları mücadeleden geliyor (1385). Zaferin ardından kral adağını yerine getirerek Meryem Ana’ya sunduğu Santa Maria da Vitoria manastırını yaptırmış. Böylece bu yapı Portekiz’in bağımsızlığının simgesi olmuş.

Muzaffer gencecik kralın atlı heykeline bakarak karakter analizine giriştim:

“Anasının oğluymuş. Layık olmak için didindiği babasından ise kendini bildi bileli nefret etmiş..”

Teresa gülüp sanat tarihi açıklamalarına devam etti. Biletimi alıp tek başıma manastıra girdim. Kralın Dominiken rahiplere bağışladığı manastırı tarikatlarının 19. yy’da dağıtılmasına kadar onlar kullanmış. İç bahçe, evet. Tonozlar, evet. Kemerler, evet. Bol lahit, kaçınılmaz süslemeler. Tamam. Sonra dışarıdan dolanarak ünlü bitmemiş şapellere girdim ve vuruldum. Nedenini bilemiyorum. Kubbe eksiğiyle olanca görkemleriyle oradaydılar. Akşamüzeri güneşini arkadan alan yüksek vitrayların yansıması yağmurun aşınmış taş zeminde kalan birikintilerine düşüyor, korunaklı olması gereken iç mekanda sert bir rüzgar dolanıyor, saçımı, yüzümü, yansımaları ürpertiyordu.

Tamamlanmamışlık kusursuz bir tamlık iddiasıyla çatışıp onu beş paralık ettiğinden miydi bu etki? Fazla da kurcalamadım. Etkisini duy, nedenini sorma.

“Coimbra?” (kuimbra)

“Coimbra!” 

Annesinin memleketiymiş. Çocukluğunda yakınlarda kaybettiği babasının aileyi getirdiği tatillerin anılarını anlattı. Abisiyle Medina kapısında oynadıkları oyunları, şehrin iç gıcıklayan duygusunu.

Lizbon ve Porto ile birlikte içinden, kenarından ırmak geçen üçüncü kent. Ülkenin ilk başkenti ve en eski üniversite şehri. En yukarıda üniversite (ve tembelleri dürtüp duran çanları yüzünden öğrencilerin Kaltak adını taktığı kule) ile tepeden aşağı akan tarihi dokusu, kıyıdaki kolonyal garı, Rio Mondego (ülkenin EN uzun nehri) üzerindeki modern köprüleri, yeşilden de hiç geri kalmayışıyla pek güzel görünüyor. Üstelik koca şehir; turdu, transferdi, seçeneği boldur.

Teresa istasyonun karşısındaki kiliseyi işaret ederek bir süredir ballandırarak anlattığı lokantayı orada kime sorsam göstereceğini söylüyordu. “Adı Zé Manel ama Kemikler lokantası desen de herkes gösterir.”

Adı Almedina olduğuna göre otel de şehrin aynı adlı bu eski kısmından uzak olmamalıydı. Gerçekten de bu sefer elimizle koymuş gibi bulduk.

Coimbra ile Porto arası bir de Portekiz’in Venedik’i dedikleri Aveiro (aveyru)’yu görmek istiyordum. Resepsiyondaki gayet akıcı İngilizce konuşan görevliye sorularımı kendim sorarken artık tur düzenlemediklerini öğrendim. Kapanmak üzere olan turizm ofisine danışabilirdim ama.

Teresa’nın arkamdan mırıltıyla homurtu arası “Pekala, yarın şehir turu ve Aveiro'nun ardından seni Porto'ya götürüyorum ama bu gerçekten son-son gün” dediğini işittim. Ekledi: “Neden böyle yufka yürekliysem?”

“Belki biraz da bu turda benim kadar iyi vakit geçirdiğindendir?”

Çok sevindim tabii. Körün istediği bir göz.



Arabayı bırakıp ufak bir tur için çıktık. Kemerli kapısından Medine’nin bel büken dedikleri dik yokuşlarına vurduk. Kare planlı geniş Santa Cruz meydanına geldik. Meydana adını veren kiliseyi gezdik. Apsisinde Portekiz’in ilk iki kralının karşılıklı lahitleri yer alıyor. “Ben bu en kutsal köşenin İsa’ya ait olduğunu sanırdım” dedim. “Hem sizde insanlar mezar gördü mü kimin ve ne zamandan olduğuna bakmaksızın dua etmeye koyulmaz mı?” Yokmuş öyle bir adetleri.

Meydan, eski şehir.

“Burası hoşuna gitmişe benziyor.”

“Çok güzel. Muito bem?”

“Daha dur.”

Kiliseyle aynı adlı bitişikteki eski kahve oturaklı tavanı, ufak altıgen mermer masaları, ağır masif tahta panelleri, pencereleriyle harikaydı. Meğer kilisenin bir kanadını kahveye dönüştürmüşler. Ufacık sahnesinde iki sandalye, Coimbra tarzı (boynu gözyaşı biçiminde sonlanan) bir fado gitarı.



Köprüden karşı yakaya, bir boy yürüdük. Üst üste gelen taşkınlara karşı önlemlerini sonunda almışlar ama güzelce restore edildikten sonra yeniden sular altında kalan tarihi bir kilise için çok geçmiş. Birkaç metre yükseklikte mil altında kalmıştı.

Medine’ye dönüp arka sokaklardan Zé Manel’in dar geçidini bulduk. Yedi buçukta açılmasına fazla kalmamış, önünde şimdiden yirmi kişilik bir kuyruk oluşmuştu. Japonlar, Fransızlar.. Bu ufak lokanta öyle gözdeymiş ki kapısında beklemek (beklerken kurulan ahbaplıklar)  bile deneyimine dahil bir hoşluk sayılırmış.

Çok geçmeden sahibi Zé kağıdı kalemiyle görünüp her grubun kaçar kişilik olduğunu not etti, içeri girip masaları düzenledi, yeniden çıkıp bizi yerlerimize götürdü.

Duvarlar masaların beyaz kağıt örtülerinden koparılan parçalara bin bir dilde yazılan kat kat notlar, şiirler, mesajlardan görünmez olmuş. Kağıtlar arasından burada olması dünyanın en doğal şeymiş gibi gözlüklü bir yaban domuzu kafası uzanıyor. Gıcır gıcır çelik tezgah mekanın geri kalanının köhneliğiyle çelişiyor.

Et (keçi, domuz), sakatat, bir iki deniz ürünü ile yerel mutfağın kendine özgü çeşitlerine yumulan insanlar bir süre sonra masadan masaya söyleşmeye başlıyor. Havanın ısınmasında Zé ile garsonlarının sözde atışmasına dayalı tuluatla garsonların müşterilere takılmasının da rolü var. Komedi, mönünün parçası.


Teresa’nın önerdiği kemikli eti (ya da etli kemik) denedim. Lezzetli ve eğlenceli bir yemek oldu.