27 Şubat 2014 Perşembe

ON ÜÇ

Yumuşak bir kararlılıkla, “Cuma günü tedaviyi kesin olarak bırakıyorum” dedi babam.

Peki, dedim aynı yumuşaklıkla, sen bilirsin.

Lunaparkı hatırladım.

*

Geçen hafta yedi kocaman insan Gençlik Parkına gittik.

Dönme dolap, sakince yükselip etrafa bakınmak benim için hoş ve yeterli bir lunapark özetiydi. Sabahın o saati daha hepsi açılmamış rengarenk aletler arasında dolanmak, yüzüm gözüme bulaştırarak pamuk helva tırtıklamak (elbette!), arkadaşlarımla olmak.

Çarpışan arabaları istediler. Günlerim fizik tedaviyle geçerken bunun bende tek uyandırdığı, doktorun masasındaki fıtık maketinin duygusu oldu. Omurlarımı kenarda tutup arkadaşlarımın neşesini, yüzlerindeki çocuksu ışıltıyı uzaktan seyrettim.

“Şimdi neye binelim?”

İnsanın içini dışına çıkaran aletler söz konusu olmayacağı (bunda hemfikirdik), diğerleri de pek sıkıcı kalacağına göre bana kalırsa yapacağımızı yapmıştık. Sesimi çıkarmadım.

Üzerinde Hawaii Swing yazılı bir tanenin önündeydik. Orta boy bir atlıkarınca gibi duruyordu. Atlar, başka hayvanlar yerine arka arkaya vagonlar. Zemini de düz değil, eğimli ve hafifçe dalgalıydı. Henüz müziği bile açılmamıştı. Aralarında bir de mühendis olan yedi kocaman insan, duruşuna baktık, zararsız olduğuna karar verdik. Biletlerimizi alıp arka arkaya oturduk.

Müzikle birlikte şalteri indirilen o şey hışımla ileri atıldı. Şoku enine boyuna yaşayamadan hızı birkaç saniyede doruğuna ulaştı. İki yana eğile büküle gidiyor, dönüyorduk. Neye uğradığını şaşıran beynim bedenimle birlikte allak bullak, DUR! BİTSİN! diye haykırıyor, ona hiç aldırmadan süren cinnetin gücü altında paniğe doğru savruluyordu. İnsanların bu aletlerde neden çığlık attıklarını kendim atarken anladım. Paniği, dehşeti içinde tutarsan dağılırsın. İki ucu açık düz bir boru ol. Atla çığlığına, o korkuyu yangın hortumu gibi önüne katar akıtırken sen de bırak her şeyi, borudan, kendinden uç git!

Böylece hiç kesilmeyen tiz bir çığlığa dönüştüm. Aklını kaçırmanın nasıl bir şey olduğunu kıl payı anlayabileceğim bir haldeydim. Ve dengeyi iyi kötü ve süper dinamik nasıl koruyabileceğimi.

Neden sonra yavaşladık, yavaşladık. Ama.. durmadık. Yeni bir hışımla geriye atıldık. Bu daha da beterdi. Çığlığım tizlikten çıkıp hayvani bir pesliğe tırmandı. Aklım ve içim de. Birkaç tur sonra yeniden yavaşlayıp saat yönünde son bir dönüşe geçtiğimizde beynim de kumanda odasına dönmüş, arşivden işe yarayacak bilgi çıkarıyordu.

“Tek bir noktaya odaklan. Algını dağılmaya bırakma!”

Gözümü önümdeki vagonu tutan iri, paslı perçine diktim.

“Güzel. Orda kal.”                  
                
Sesim kesildi. Varoluşun sırrı ondaymış gibi perçine perçinlendim. Çığlıkla aynı işi görüyordu. Daha bile iyisini. Düşünebilmeye başladım. Sözcüklerle ve bastığın zeminin hiçbir yere gitmediği zamanlardaki gibi değil de, tek bir imgenin müthiş bir hacim kazanıp bunu birden içine boca ettiği rüyaların o dolaysız bilme anlarındaki gibi.

Deşifre edecek olursam, işte bu, diyordu önümdeki perçin.

Ve duyduğum boğuntunun dengini uyandıracak durumların üst üste binen saydam hayallerini canlandırdı. Kendimin ya da bir yakınımın can çekişmesi. Ağır bir travma. Sürüp giden bir bunalım..


“Savruluşları ehlileştirmeye çalışmakla soluk tüketme. Ne de insafa gelmelerini um. Fırtınanın gözünü bul. Orada kal.”

.

26 Şubat 2014 Çarşamba

ON İKİ

Okumasını böldüm.

“Ne diyorsun son hikayeye?”

Gazetesini indirdi. 17 Aralık (Mevlana’nın ölüm günü) çirkef infilakına kadar söyleyecek hep bir şeyleri olurdu. Hukuk, siyaset, tarih.

Sadece güldü. Kelimelerin, düşüncelerin, tepkilerin sonuna gelmiş gibi, omuz silkercesine bir gülüş.

Yüzyıla yedi kalmış bir ömür boyu dayanak alıp üzerine fikir çıkacağı, tutamak yapıp olanı kavrayabileceği bir benzerini daha görüp geçirmemiş bir adamın gülüşü. Schadenfreude değil, ben demiştim değil, insandan gelen hiçbir şey yabancım değil de değil. Böyle bir şey yaşamak zorunda kalmanın mahcubiyeti ile şaşkınlık karışımı bir gülüş.


Hayat bu kadar uzun bir ömürde bile insanı serseme çevirmeyi biliyor.

.

25 Şubat 2014 Salı

ON BİR

Meyveli pastayla gittik bugün. Altı gün küçüğüm doktorun doğum günü. Niyetim doğmuş olmakla ilgili duygularını anlattırmaktı ama söz başından sağlık sisteminin tuhaflıklarına geldi ve iştahlı konuşması, ilginç anekdotlarıyla bunu unuttum. Gerçi elma dişler gibi yaşamasıyla bu işten genelde hiç de hoşnutsuz olmadığı hissedildiğine göre anlatacaklarını zorlanmadan hayal edebilirim. (Usulen güçlüklere de değindiği ama bunu da zafer duygusunu beslemek için yapacağı bir yaşam değerlendirmesi olurdu herhalde. Hayat karşısında rakibini pek o kadar da kendi kalibresinde görmeyen hoşnut, kanlı canlı bir savaşçı gibi duruyor.)

Bizimki ilginç yaş. Bıçak sırtı. Geride bıraktığımız yanından çok da fazla uzaklaşmamış oluşumuzla gençlikten kopuk değiliz. Yaşlanmada önde giden bedenlerimizdeki çarpıcı değil, şimdilik sadece gözlemlenebilir değişimler ve kendini eskisi, her zamanki gibi bilen zihinlerimiz arasında bir bölünme devresi bu. İsteği hemen hemen aynı, enerjisi düşmüş hamleler zamanı. Vazoya taptaze konulmuş buketin beşinci günü gibi. Geçmiş, şimdi ve rahat yapılır hale gelen projeksiyonuyla gelecek bir arada. Böylece grafiğin sürekli düşüşe geçişinden önceki son bir yükseliş belki.

Yani oluruna bırakılırsa. Ama kollar sıvanır da insan dizginlerini kendi eline alırsa zamanı sahip olduklarını kopara kopara alan bir zorba olarak değil, pişmenin, tatlanmanın, tat vermenin kararında ateşi gibi yaşamak her daim mümkün.


Değil mi?

.

24 Şubat 2014 Pazartesi

ON

Babamın peşinden ben de nezle oldum. Bir şişe şarabı tek seferde dikmiş gibi nezle sarhoşu çıktım evden.

Ev.. Hissinin değişimini izliyorum. Şehirden başladı. Kaçarak ayrıldığım yerin duygusu ürkütücü ölçüde kesif kalmış, kenti geçmişin ardından görmeye devam ediyordum. Kaçmayı bıraktığımda duygu da, sindiği kumaşın havalandırılmasıyla uçup giden ağır bir koku gibi dağıldı.

Evde de benzeri oldu. Geçmişin burada bir emanetçi gibi yaşamama yol açan izlenimleri gücünü perde perde kaybediyor. Her an fırlamaya hazır, bir köşesine ilişir gibi değil, kendime genişleyen bir alan açıyorum. Yok, babamın mekanına müdahale ederek yapmıyorum bunu. Alan, evle ilişkimde, ilişkinin duygusunda açılıyor. Yüklenegeldiği anlamlarından özgürleştikçe rahatlayıp enginleşiyor. Şehir ve ev, derin uykuda göğsüme kıvrılmış uzun tüylü azman kedi karabasanı yaratmıyor artık.

Kurtulmak istiyorsan kaçma.

*

Duraktan bindiğimiz taksilerin şoförleriyle ahbap olduk. Babama bugün nasıl olduğunu soruyorlar. Ben artık uyarmadan camı kapıyorlar.

Havalardan konuşuyoruz tabii. Şubat’ta yaşanan Mayıs sıcağından. Küresel ısınmadan. Güneşliyse kuraklık, yağmurluysa sel baskınlarından. Siyatik sinirinden. Seçimlerden. Her partiye oy veren var. Demokratik bir durak olduklarını gururla söylüyorlar. Efendi bir şoför topluluğu. Şoförlerin seçme değil rasgele olduğu dönüş yolu, bıçkınından kabadayısına, çenesi düşükten bismillahla laf edilene, daha gemsiz bir renklilik sunuyor.

Aynı yerlerden (aynı tabelaları takıntı denecek bir atlamazlıkla okumamla) başka başka şoförlerle ve havalarda geçiyoruz. Ben serbestleşen duygularla, duyargaları olağanüstü hassas babam da benim rahatlamamla rahatlayarak.


Ve şimdilik bayrak yarışı gibi sürdürdüğümüz şu nezleyle.

.

23 Şubat 2014 Pazar

PAZAR MÜLAHAZASI

İlişkiniz, fırsat bilirsen tedrisatından geçeceğin bir okul aslında.

·         Geçiştirme. Kendini ver. (Yaptığın, olduğun her şeye kendini ver zaten.)

·         Yaşlılar sabır zorlar. Bir yandan ağırlaşma bir yandan algı/duygu daralmasıyla temponu düşürmeleri can sıkıntısından boğuntuya uzanan bir tepki doğurabilir. Taze şeylerin, yaşantıların yerini alan tekrarlar da buna tuz biber eker. Babanın bir yanıyla da telaşlı, canı tez olması (eh, ve bunların sendeki karşılığı), uyum sağlayacak daha karmaşık bir durum yaratıyor. Hızlandığın yerde ağır, ağırdan almak istediğin yerde gazı kökleyen bir baba! Sabırlı ol. (Sabrın yolu, deneyimde kalmayı öğrenmek. Birlikte olduğun sürece dünyada başka hiçbir şey, gidilecek yer ve bundan başka zaman yokmuşçasına yaşadığına açıl. Sabrın bastırma ya da inkardan değil, bu açıklıktan gelsin.)

·         İnsan itilme sinyallerine hayatın başları kadar sonlarında da aşırı duyarlı oluyor. Kendinden başkalarına duyarlığı azalırken başkalarının kendisine karşı tavrına sismograf kadar hassaslaşıyor. Bunu bir olgu bil. Dengeli ve karşılıklı bir duyarlık bekleme. Bulmayınca ekşime.

·         Etkileşiminizin zemini, fonu, astarı tatlılık olsun. Tatlılığın kaynağı da bizzat sen. Karşındaki bu yönde ilk adımı atamayacak kadar yorgun, kendine yönelik ama senden gelecek tatlılığa herkes kadar açık. Ruhunun damağını yoklamayı alışkanlık edin. Ağır, sevimsiz, galvanize bir tat varsa nedenini dışında arama. Kıvamını tutturamadın demek. Hafif, sevecen bir yaklaşım öyle bir tat barındırmaz.

·         Bire bir değil, genel bir uyum peşinde koş.

·         Güler yüzlü ol. Güldür (malzemen eksik olmaz, şabanlıklarını anlatsan yeter). Gündelik hayattan sohbet malzemesi olacak kareler topla. Renklendirerek anlat.

·         Anlattır. Varsın tekrar olsun. Bildiğin hikayelere düşündürecek sorularla kapı açtığında şaşırtıcı bağlamlarda tazelendiklerini görüyorsun. “En korktuğun an neydi? Başka? Daha başka?” “Öfkenle nasıl baş ederdin? Çocukken? Gençken? Daha sonra?” vs. Yaratıcı ol. Yaşlılığın çağrıştırdığı donukluğu yaratıcı çanak tutuşlarla bambaşka bir şey haline getirebilirsin.

·         İletişimi akıl-mantıktan ziyade duygulara dayandır. Yaşlılar karşısında genel eğilim tersini yapmak. “Onların iyiliği için” düşündüklerimizi dayatırken aklı, mantığı kılıç ve kalkan gibi kullanmak. Belki bu fırsatla dokunmayı da öğrenirsin. Duygularını dokunarak, sarılarak, kucaklayarak gösteren biri olmadın. Ama aslında dokunmak, yerini bir ton lafın tutmayacağı çok daha dolaysız, yalın bir yol.

·         Kalbini aç. Açık bir yüreğe yol çok.



22 Şubat 2014 Cumartesi

DOKUZ

Doktor, seanstan sonra “Bir uzan da bakalım” dedi.

Ayak parmaklarını dışa doğru çekmesine babam beklenen direnci gösteremedi.

Evet, dedi doktor sakince, güç kaybı sürüyor. Önümüzdeki cumartesiye kadar devam edelim, yeniden bakalım. Olur mu?

Bu kadar. Babam uysalca gülümseyip “Ben de Salı günü pastanı (doğum günü) getirelim, faturamı kes ve bitireyim diyordum..” dedi. Pazartesi görüşmek üzere çıktık.


Aynı mesaj. Sadece iletildiği telin elektriği, akımı farklı ve karşı tarafa ulaştı işte.

.

21 Şubat 2014 Cuma

SEKİZ

Ve bu kadar işte.

Babam havlu attı. Daha doğrusu, ilk günlerdeki erken sevinci sırasında kafasına koyduğunu yapacağını bildirdi.

“İki günden sonra bir gelişme olmadı. Yarın fizik tedaviyi bırakıyorum!”

Daha önce de böyle yapacağını söylediğinden doktorla konuşmuştum. Dediklerini aktardım:

“Fizik tedavi uzun zamanda sonuç veriyormuş. Şimdi bırakırsan buraya kadar yapılanların hiçbir anlamı olmayacak. Başlamışken..”

Ama Nuh diyor, peygamber demiyordu. Demez. Karşıma dikilen tanıdık duvarın pekliği gözümü yıldırdı, kararttı. Tepem attı. Ortalığı karıştırmamak için kalktım, uzaklaştım.

Kendimi bir süre yatışmaya bıraktım. Sonra içimdeki girdaba çöp ayıklayıp toplayıcılar gibi yaklaştım.

“Gerçekte kızdığın ne?”

“Ne olacak” dedi hâlâ kızgın yanım. “Üç gün sonra ağrıları geri döndüğünde ne yapacağımız.”

“Böyle söylüyorsun ama biraz daha bak. Haklı-doğru bulduğun bir şeyi dayatırken onun halinin farkında mısın? Saçmalıyor deyip geçmeden bakıp görebiliyor musun?”

“Hayır. Şu anda sadece benim dediğim ve yerine getirilmemesinden duyduğum öfke var.”

“Evet. Bu kadar aşina olduğun inadı. Nasıl bir duygu veriyor?”

“Kapı suratıma kapanmış gibi. Kapanmış, sürgülenmiş. Aslında derdim dediğimi yaptırmak değil, açık bir iletişim. Birlikte düşünebilmek, seçenek, çözüm üretebilmek. Ama içeri giremiyorum. Öfkem çaresizlik hissinden.”


“Anlaşılır bir şey ama seni körleştirmesine izin verme. Katılığa katılıkla karşılık verme. Karşındaki bir yetişkin. İstemiyorsa istemiyor. Geri çekil, hafiflik, açıklık, mizahla dengelen. Rahatla. Karşısındaki için duyduğu üzüntü, kaygının insanı zorbalaştırması an meselesi. Yapabileceğini kendi düşündüğün yoldan yapmanın önü tıkanıyorsa zorlama. O nasıl istiyorsa oyunu öyle oynamaya hazır olduğunu hissettir (sonuçta istediğin bu, değil mi; onun işine yaramak) ve bırak.”

.

20 Şubat 2014 Perşembe

YEDİ

Bekleme odası caddeye baksa da kanıksanıp işitilmeyen bir fon halindeki trafik uğultusundan sivrilen bir ses yok. Sebze doğrayıcı satıcısı tezgahını pencerelerin altında köprünün bitişiğine açmadıysa. O zaman, sattığı aleti bir hışım lahana, havuç, patateslerin üzerine salışına denk saldırgan tonu bütün sesleri bastırıyor. İlk duyuşumda her an cinayetle sonuçlanacak bir kavga sanmıştım. Pencereye koşup kaynağını gördüğümde hafif bir düş kırıklığı hissettim. Kavga olsa şöyle ya da böyle biterdi.

Herhangi bir kanalından açılmış bulduğum eski televizyonlaysa uzlaştık. Bu saatte benden başka kimsenin olmaması, benden de seyirci çıkmayışıyla okunmayan bir yazarın küskünlüğüne kapılmış gibi, göstermeye çalıştığı eski Türk filmi, evlilik programı vs’yi kesip kumlu bir fonda “sinyal yok” uyarısı vermeye başladı. Âlâ! Böylece burası benim için bir kütüphane odasına dönüştü. Defterimi açmadıysam kitabıma, onunla birlikte de yoğunlaşmanın esaslı tadına gömüldüğüm bir yer. Artık müzik bile dinlemeden kendimi bu kıvamın onarıcılığına, zenginliği, tatminine bırakıyorum. Sıkıntıdan patlamadığıma inandıramadığım doktor, başını uzatıp ilgisiyle dikkatimi aşağıdaki sebzeler gibi doğrayana kadar. Muayenehane kızına, “Şu televizyonu ayarlasanıza” diyor. “Çayı da bitmiş baksanıza, tazeleyin.” Sonra bana dönüyor, ayalarından birleştirdiği ellerine yüzünü gömerek “Sen de kitabından başını kaldırmıyorsun!” diyor.

Belli ki içe dönmenin boğuntu verdiği insanlardan. Pragmatik, becerikli, düşüncelerinde gözü pek. Arada bir babamla ilgili bir soruyla odasına gittiğimde konudan konuya geçen sohbetlerimizden zevk alıyorum. Masasının üzerindeki bir avuç kemikten (kuyruk sokumu ve bir üstündeki o üçgen parça ile birkaç omur –koyu kahverengi, gözenekli. “Orijinal mi bunlar?” Öyleymiş ama hayır, kendisi hiç mezar soymamış tabii, yok) birinin omurilik deliğine parmağımı geçirip bir yandan tespih çeker gibi çevirirken soruyorum, anlatıyor.

Yaşamın zorla uzatılmasına karşı olduğumu söylediğimde sen hiç ölen bir insan gördün mü, dedi. “Kalp öyle fişten çekilmiş gibi birden durmaz. Her şey bittikten sonra düzensiz atmaları bir süre devam eder. Beyni dürtüp uyandırmaya çalışır gibi. Beden asılır hayata. Yani yaşamdan şu oturduğun yerde teorik olarak vazgeçmeye pek benzemez bu iş.”

Parmaklarımın arasındaki kemiğin çok çalışıp (belki kadın belki erkek bir yetişkine aitmiş) işini bitirmiş bir cilalanmışlığı var. Burnuma götürüyorum, hiçbir şey kokmuyor. Umulmadık bir sessizlik kadar olağandan ayrılan kesin bir kokusuzluk. Yaşayan, kullanılan her şey hafif bile olsa bir şey kokar. Zamanla işi bitmiş bir kokusuzluk bu.

Babamın yaşam-ölüm karşısındaki cıva oynaklığıyla birbirinin yerini alan tavırları kısacık bir sürede aklımdan geçiyor.

Bir an tokgözlü (“yaşayacağım her şeyi yaşadım, her an gidebilirim”), derken kızgın, bedbin (“kendimi bir robot, maymun gibi hissediyorum; her sabah kalk, hep aynı şeyleri aynı şekilde yap, anlamı kalmamış bir hayat!”), ardından kancasını iştahla yakın-daha uzak geleceğe atıveriyor (“yeni bir ekmek kızartıcı almak gerek, bu çok eskidi,” “gelecek sene bu vakitler şu işi yaparız”).

Cevabı ondan bekler gibi gözümü kemiğe dikiyorum.

Neydi direnen, asılan, korkan, bırakamayan? Cömert bir mirasyedi gibi elinde avucundakini dağıtmaya hazır olan kim? Bu ikisinden bambaşka bir oturmuşluk, anlamışlıkla olanı görüp onunla birlikte akan peki? Şu omurilik deliğini nasıl paylaşıyorlardı?


Elimi kucağıma bırakıp kemiği çevirmeye devam ediyorum.

.

19 Şubat 2014 Çarşamba

ALTI

Bugün de benim doğum günüm.

Doğduğum günler, yaşam hissimi, enerjisini topukladığım gibi birkaç vites yükseltip sonra da köpürtülen bu kokteylle çakırkeyif yaşadığım vakit.

Şu piyangoyu bedenim, ruhum, aklımla alabildiğine hissettiğim.

Nerelerde olurlarsa olsunlar, katılıp şenliği tamam eden sevdiklerimle.

Kendimi bildim bileli böyle. Bu sefer üzerine döşenen ise.. alacalı.

*
Babamın kızıymışım, anlatılanlardan o anlaşılıyor. Alır beni ormana, parklara götürür, birlikte mitolojik dünyamızı kurarmışız. Annemle de sorun yokmuş ama babammış hayal arkadaşım. Söylenenlerin, fotografların desteği, eşyaratıcılığıyla değil de kendi başına ayakta duran anılarım daha sonralardan. Biz bayağı büyüyene kadar kardeşimle bana her akşam anlattığı doğaçlama masallar. Bir gün sokak kapısını açıp babamın yanında, karşımda bulduğum bisiklet. Dört bir yandan getirdiği mükemmel oyuncaklar, daha sonra plaklar..

*
Varlığından çok yokluğunun biçimlendirdiği uzun bir zaman sonra. Odysseus’un Penelope’si gibi yaşayan annem dolayısıyla.

Çatışma, kopuş ve bir dönem de öyle.

Onu yorumdan yoruma sokup çıkarmanın, alabildiğine yargılamanın hayata bakışımın değişmesiyle son buluşu. Benim beklentilerim, benim doğru bildiklerim, benim isteklerim aradan çıkınca karşımda görebildiğim insandan hoşlanma, takdir, bir ara sarkacın karşı ucuna yükselen hayranlık.

Ve nihayet, günahı sevabı, ışığı karanlığıyla insanlardan bir insan olarak gördüğüm babam.

Ananı babanı tanımak kendini tanımak.

Sana ilk ve en güçlü ayna tutan onlar. Kendin bilip içine yerleştirdiğin, dünyaya, kendine ve gerisin geri dönüp onlara ardından baktığın, bu yansıtmalar oyunundan sıyrılana kadar hayallerle savaşa uzlaşa yaşadığın o temel ayna.

Sonra durulan sular ve barış.

Kabuklar soyuldukça güzelleşen Yaşam.


Ve şükran!

.

18 Şubat 2014 Salı

BEŞ

Çay ister miyim diye sormuyorlar artık. Kalem, defter ve kitabımı çıkarıp ipod’u kuşandıktan az sonra karanfilli çayım geliyor.

Babadan oğla geçen bir muayenehane burası. Olduğu gibi bırakılan mobilyası benimle yaşıt olabilir. Koyu renk lambri kaplamalarıyla bekleme odasına hastaların getirmiş olacağı her telden nesne serpiştirilmiş. Yine de insana steril, modern bekleme odalarından daha yakın geliyor. Yaşlı bir akrabanın zamanda donmuş evini ziyaret gibi. Oğul doktor kendi kişiliğinin damgasını vurmak istememiş. Bir baba-çocuk ilişkisi daha işte. Önlüğü hâlâ sırtında burada gördüğüm babayı mı gözetmek? Uzlaşılmış alışkanlık? Yoksa bilinçli bir akıntının tersine yüzme seçimi mi? Parlatılmış imajı bırak, güveni işimin kendisinde bul.

Hem ne fark eder?

Alice Munro bir hikayesinde ne diyor:


“Pencerelere bir dostun oturma odasından kalma ağır perdeler asılmıştı. İçki maşrapası ve pirinç at koşumu süslemesi desenliydiler ve Jinny’ye sorulursa çok çirkindiler. Ama insan hayatında bir noktaya gelindiğinde çirkinle güzelin aşağı yukarı aynı amaca hizmet ettiğini, bakılan herhangi bir şeyin gemlenemeyen bedensel duyularla zihnin bölük pörçük parçalarının asılacağı bir kanca olduğunu artık biliyordu.”

.

17 Şubat 2014 Pazartesi

DÖRT

Bugün 93 yaşına basıyor. Yani zamanın olaylarla, çokça da toprakla ilintilendirildiği bir belleğe değil (kuraklığın olduğu, hasadı don vuran, pulluk aldığımız vs yıl ya da tabak gibi dolunay vardı, Hüsam dayı Şam’dan döndüydü vb ile mimlenen gün), soğuk, yansız, ayrı bir takvim ve resmi nüfus kaydına göre. Babam her durumda epeydir 91 yaşında olduğunu söylüyor. Takvim ne kadar baskıcı olursa olsun, onu alıp kendi sıcağımız, adımlarımıza göre şekillenen pabuç gibi, kullanımımızla biçimlendirmez miyiz?

Geçende uluslararası bir sohbette bir Amerikalı müzisyen, kabul, diyordu, yemek yapmayı beceremiyorum ama şu gezegende aldığım nefes, tuttuğum yerin karşılığını ben de şarkılarımla veriyorum.

Karşılığını verme fikrini düşündüm. Bıraksak yürekten gelen doğal, güzel bir dürtü. Karşılıklı yükseltici. Düzenleyici, eşitleyici de. Ama düzenleyiciliğini alıp biçimlendirdikçe nasıl mekanikleşiyor, ağırlaşıyor, daralıyor. Kuruşu kuruşuna ve hemen muhasebesine dönüşüyor. Özellikle insanın birey olarak bütünden koparıldığı kültürlerde ama onlardan yayılan etkiyle artık üç aşağı beş yukarı her yerde. Hayata değerinin gerçek zamanlı yararlılıkla biçilmesi.. Yaşlıları, zayıfları, yoksulları, hastaları ıskartaya çıkaran o değil mi?

“Dedenin durumu ağırlaştığında yanına gittim. 91 yaşındaydı. Ben de senin şimdiki yaşlarında. İtiraf edeyim, içimden yaşadığı kadar yaşamış, daha ne kadar istiyor diye geçti. Bunca yaşamanın bir çeşit açgözlülük olduğu. Şimdi anlıyorum, yaşı kaç olursa olsun insan yaşamaya doymuyor.”

Karşılığını verme dürtüsünü kaynağına, saflığına doğru gerisin geriye izliyorum. Nefes kadar, onu alıp vermek kadar bir ve bütün olduğu yere.

İşte babam. 91 veya 93 yaşında. Ve yanına gelen ben. Onu kendi yoluma bir engel, yük olarak görebilir, ömrünün uzunluğunu anlamsız, kendisi için de sıkıntılı bir ayak bağı bilebilirim. Gözüm arkada, aklım başka yerde, ne orada ne burada yaşar, zamanı heba edebilirim. Varlığını sınırlayıcı algılarım. İçerlemenin kısık ateşinde sabrım bu dar kaptan taşar da taşar.

Ya da yaptığım gibi yola kuru bir görev duygusuyla değil, çırılçıplak bir farkındalıkla çıkarım. Durum bu, kal ve gereğini hissederek bil, yerine getir yaşa derim. Aklım başı boş, soyut bir özgürlük özlemiyle bölünmez. Duygularım onun peşinde ekşimez. Odaklanmış, ırmağı ırmak yapanın, götürüp denize kavuşturanın ne kadar kısıtlayıcı! demeden açtığı yatak olduğunu anlayarak yaşarım.

Bu da babamın aldığı soluk, tuttuğu yerin bendeki karşılığı olur. Her nefesin değerli olduğunun, seni kabuğundan çıkarıp yüreğinin uzak düştüğün derinliklerine, sevgiye ulaşma fırsatı sunduğunun bilincine varmak.


Kuruşu kuruşuna ve hemen muhasebesine hiç kapılma. Bırak, hayat vereceğini kendi yollarından ve kendi zamanında versin. Sen nerede olacaksan ol, kal, aç yatağını ve ak.

.

16 Şubat 2014 Pazar

ÜÇ

Ne kadar dayatacak, ne kadar sen bilirsin diyeceksin? Her ilişkide önemli ama eşit koşullarda kendiliğinden çözülen bir soru. Göz göre göre düştüğü hataların bedeli ağır olacak yaşlı (ve inatçı) bir babayla ise bir halkla ilişkiler ve iletişim alıştırmasına dönüşüyor.

Gece nezle başlangıcıyla uyandığını, boğazını viksle ovup enfiye çekerek neyse, savuşturduğunu söyledi –tarazlı bir sesle. Aklım çıktı. Korkuyla telaşın içimde yükseldiğini hissettim.

Korku ve telaş. Kapılır gidersen iletişim koparıcı bir karışım bu. Yol açtığı tıkanıklıkla öfkeye dönüşmesi an meselesi. Vitesin dişlilerini çorba ediyor. Etkisiz bir vaveyla yaratıyor. Hele karşındaki de senin kadar yatkınsa.

İçimde telaş (kendime, ona kızgınlık, korku, ne yapacağını şaşırma) bir yandan fokurdarken derin nefeslerle bununla aramı açtım. Surat kaslarımı gevşettim. Tane tane, tedavi sırasında çok kırılgan olduğunu, vücudunu korumamız gerektiğini söyledim. Evet, dedi gülerek, çıkmaya çıkmaya pamuğa dönmüşüm baksana.

Basıp havalara savrulduktan sonra sırtüstü çakıldığın muz kabuğunun iletişimdeki muadilleri (mesela yukarıdaki telaş) ile yaşadığın andan kopup gitmedikçe (durumu, karşındakini, kendini berrak göremez olmadıkça) hataları uzatmadan düzeltmek mümkün.

Palto ile ince pardösü arasında daha kalın bir pardösüde uzlaştık. Ressam (ya da topçu albayı) beresini arkasından koşturdum. Bir de işitme cihazı için gidip geldiğimde (“Ha, onu mu? Almasam da olur.” “Babaa!”) beş katı çoktan inmiş, sokak kapısındaydı.


Ankara’nın gidişi dönüşünden ayrı, şimdi bir de gösteri yürüyüşleriyle kesilip duran yollarına koyulduk.

.

15 Şubat 2014 Cumartesi

İKİ

Babam palangaları çözülmüş gibi hafiflemiş ve neşeli. “Doktor beni erken bile mezun edebilir!” diyor. Ağrı kesici, kas gevşetici ve vitamin kokteyli, masaj (dokunulmak) kendi içlerindeki yarar kadar “ele alınmak” gibi toplam bir etki de yapıyor olmalı. Bir de dışarı, sokağa çıkmak, kalabalığa, hayata karışmak var.

Dün seanstan sonra Kızılay’a kadar birkaç yüz metreyi yürümek istedi. Hava kapalı, rüzgarlıydı ama yüzündeki ifadeyi görünce tamam dedim.

İnsanlarla omuz omuza yürürken olan-artık olmayan yapıları, anılarını anlatıyordu.

Gördüğü, okuduğu şeylerde babam faksimile hafızalılardan. Aslına sadık ve kendi içindeki ilişkilerle kaydediyor. (Kayda tek başına ya da kendi kurduğum ilişkilerle sindirilmiş hallerini alan benim metabolik hafızama karşılık.)

Yıkılan, yerine belediye binası dikilen Fransız Kültür. “Yanında küçük de bir ev vardı –Jet Turizm diye bir otobüs şirketinin ofisiyle.” Küçük bir evi ben de hatırlıyorum ama kültür merkezinin yanında mı olduğunu söyleyemem. Yerini alanlar o kadar farklı ki Fransız Kültürün tam nerede olduğundan bile emin olamıyorum. Babamsa bütün bunları eliyle koymuş kaldırmış gibi.

“Şurada bir otel duruyordu. Annen akşamları beni, neydi o konyak ve kremayla yapılan kokteyl, hah, Alexander içmeye getirirdi.”

“Şu köşede Ziraat Bankası vardı, gitmiş.”

“Burada şimdiki teras katı yüksekliğinde bir tepe, üstünde de ufak bir yapı vardı. Tepeyi düzleyip Gima’yı çıktılar.”

Küçük bir çocukla gencecik bir adam karışımını yaşlı bedeni hafif aksayarak götürürken yüzü taze bir sevinçle ışıyordu.

Rüzgar çok gürültü yapıyor diye işitme cihazını çıkarıp cebine koydu.


Kavşak ışıklarında savrularak epey bekleyip taksiye atladık, eve döndük.

.

BİR

Şubat ortası bahar. Küresel ısınma açısından hiç olmasa da bu iyi. Güneşi görmek başlı başına yüreklendirici. Çatı katının alışılmış Sibirya soğuğu yıldırıcı olurdu şimdi. Babam çok keyifli. Ağrılarının hafifleyiverdiğini söylüyor. Doktor korkusu.

Doktor, çocukluğumun bir parçası. Fazla görüşmedik ama halkaları çakışan aynı aile zincirindeniz. Yakın ve güven verici, rahatlatıcı. İyi bir toubib olmuş.

Filmi ışıklı panoya geçirip bak, diyor. Kaleminin ucu burada incecik kalmış siyah şeritte. Diskin nasıl kayıp omurların birbirine oturduğunu görüyor musun?

Babamın belkemiği spagetti gibi. İnceli kalınlı diskleri hayat temposunu yansıtıyor. Pürtelaş. Geri çekilme ve kabuğundaki sükunet.

Dünyayla temas anında akıcı olmaktan çok patlamalı bir enerji.

Pompei’nin o anda ne yapıyorlar idiyse öylece lav altında kalıp taşlaşmış insanlarını hatırlatan omurları, babamın tekrarlana tekrarlana pekişip kemikleşen hayata karşılığının da resmi.

Dün Sakarya Caddesinde, yakın bir geçmişe kadar üzerine limon sıkılan canlı istiridye tepkisi verdiğim keşmekeşe karışırken bunu düşünüyordum: İnsanın tepkisini hiç sorgulamadan, geri çekilip bir yandan ilgiyle izlemeden hep aynı şekilde tekrarlamasını. Sıkılan diş macununun tüpünden fışkırması kadar öngörülebilir ve mekanik.

Tempo uyumu rahatlığın, akışın temeli. Telaş ise bunların sekteye uğraması. Kör. Kendinin, ortamın, zamanın ayırdında olmamak. Körleştirici. Babam buna huyum böyle işte, diyor, değişmez ki.

Öyle mi? Değişmez mi? Hiçbir şey yapmadan kendini dürtülerin (aslında alışkanlıkların), otomatik duyguların oyuncağı olmaya bırakırsan elbette. Sen gözünü açmadan hiçbir şey değişemez.

Babam iyi bir dans partneri olmadı. Bunun için etrafında, karşısındakinde olup bitene açık, önce alıcı olmak gerek. Dansa davet olabilecek irili ufaklı her şey onun metronomunun dişlilerini telaş ve panikle birbirine geçirdi. Kendine kaçmaktan, geri çekilmekten, sakınmaktan başka yol bırakmadı.

Ya ben?

Şimdi içerde sıkışarak yamulan omurlarını çekerek açıyorlar. Çin işkencesi olarak karikatürleştirdiğim traksiyon.

Bir traksiyona da ben kendimde girişiyorum.

Beni anda olmaktan, hayata anı anına taze karşılıklar vermekten alıkoyan otomatik tepkileri askıya alarak.

Şehirden başla. İşte sana omuz omuza bir kalabalık, yapılarda, açık alanlarda göze soluk aldırmayan kişiliksiz, ruhsuz çirkinlik. Gözlerini bozkır göğüne çevirerek kaçtığın koca bir çanak şehir.


Sakarya’da canlı bir alıcılık yerine hafif bir uyuşmayla gelen tevekkülle dolaşırken bir müzisyen olduğunu hayal et, dedim. Rasgele gürültüyü alıp üzerine doğaçlamasını döşeyerek bunu bambaşka bir bütünün parçasına dönüştürmeyi bilen bir müzisyen.

.

13 Şubat 2014 Perşembe

21 SAAT

O yüksek eşiğiyle böyle kıvranıyorsa babamın ağrıları yaman olmalı.

Ve bir umut, doktora görünmeyi sonunda kendi istediyse.

Güler yüzüme güler yüzle karşılık veriyor, aramız iyi.

Konuşuyoruz. 90’ında uyandığını söylediği cehaletinden. (Gülerek, “Bundan bihaberken yaşamak ne kadar daha kolaymış” diyor.) Varoluşun temelinde gördüğü şeylerden. Anlatıyor. Dinliyorum.

Ona da kendime de alan açıyorum. Acelesiz, sabırlı. Aceleci yanıma karşı da sabırlıyım. 

Babam aynı şekilde karşılık veriyor. 
Karşındakinin dilini kendi sözlüğünden geçirip çevirmeden dolaysız anlamaya başlamak. Belki.

Sokakta öyle kırılgan ki. Dengesi. Şehrin karmakarışık algı bombardımanına tepkisi. Yine de telaşın eşiğinde hızlı adımlar atmaktan geri durmayışı. Kendine yeterlik düsturundan. Arabaya binerken kapısını açıp kapamamdan her seferinde irkilişi. Zihnine, alışkanlıklarına ayak uyduramayan yorgun, yıpranmış bedeniyle gözümün önünde durmadan ikiye bölünür gibi.

*

MR çekiminde sırasını sakince bekledi. Girdi, çıktı. “Bu seferki zor oldu, gözlerimden yaşlar boşandı, çift görmeye başladım.” Yakınmıyordu, yüreğimi eriten bir metanetle anlattı sadece.

Onu eve gönderip raporu beklerken Sakarya’ya yürüdüm. Ağır ağır, amaçsızlığın tuhaf tadına vararak. Adımlarımın kendi kendini düşüren temposu yapmakta olduğum şeyin farkına varmamı sağladı.

Çık kabuğundan, sabit denklikleri bir yana bırak. Yaşadığın seni kendini vermeye çağırıyor. Geride hiçbir şey bırakmadan olduğu gibi. Hizmet edebilirsen ne mutlu.

Öğle kalabalığına karıştım. Güneş altında yürüdüm. Kitapçılara daldım çıktım –aradığım kitaplarda değildi, kapaklara alışkanlıkla göz attım. Oturdum, insanları daha büyük ilgiyle seyrettim. Kuyruğu en uzun balıkçıda mezgit-ekmeğimi beklemekten haz alarak bekledim. İçim boş, engin. Dağılmaya başlamış sis beyazı.

Rapor ve götürdüğüm doktorun söyledikleriyle eve döndüm.

“Günde bir saatten 21 günlük fizik tedavi öneriyor. Ağrını yüzde on bile azaltabilmenin kazanç olacağını söylüyor.”

“Peki, ama beni beklemene hiç gerek yok. Planladığın gibi yap, evine dön, doğum gününü İstanbul’da arkadaşlarınla kutla.”

Neresi ki ev?

Düzenimi, yani alışkanlıklarımı sürdürdüğüm yer mi, yoksa bunların duvarlarının eriyip gideceği, salyangozun kabuksuz dolaşmaya gönüllü olduğu bu yer-zaman mı? Tanımların sıfırlandığı, şeylere çıplak gözle bakmaya, kendimi çekmemeye, dokunmaya hazır hissettiğim burası, babamın yanı mı?

Bırak kalayım, dedim.

Kendine yetmenin temiz bir erdem olmaktan çıkıp ayak bağına dönüştüğü şimdiyi fırsat bilelim.


Değerlendirelim.

.