30 Nisan 2013 Salı

TOPLUMSAL HAYVAN


Akşam, bahçeye kurulan masalardan birine oturdum. Boyu on metreyi aşmış, üst dallarındaki meyvelerin maymunlara bırakıldığı avokado ağacının tam altında. Gün boyu tuktukuyla turist gezdiren, kalan zamanda da pansiyonda servise yardım eden çalışkan Weerakoon seğirterek cam bir kavanozdaki ispermeçet mumunu yaktı. Tanrılar şu mum ile kellemi, düştü düşecek olgun avokadolar ve düşmeyeni de koparıp atıverecek oyuncu maymunlardan korusun dedim.




Arkama yaslanıp hiç aceleye getirilmeyen çorba servisini (bol baharatlı güzel bir sebze çorbası) beklerken topluluk içinde yalnız başına ve başkalarıyla birlikte oturma arasındaki farkı düşünüp gözlemledim. Birileriyle olmanın, en derine işlemiş toplumsal hayvanlık statümüze doğru yerden dokunarak nasıl bir güven ve rahatlık verdiğini. 

Benim dışımda tek yalnız oturan, başka yerde kalıp buraya yemeğe gelmiş bir kadındı. İçerideki masasının başında Lonely Planet’ini açmış, gömülmüş. İnsanların koruyucu kuşatıcılığından yoksunsan bir şeylerle meşgul olmak, hiç değilse öyle görünmek de iş gören bir kılıf dedim. Çiftlerin ya da bir grupla birlikte olanların işi en kolayıydı. Toplumsal hayvanlığın gereği kendiliğinden yerine getiriliyor, geriye ikinci ürkütücü şeyi doldurmak kalıyordu: Nereye çıkacağı hiç belli olmayan, onun için de tehdit olarak algılanan “boşluk.” Hemen hamle edip meşguliyet (ya da kisvesi) ile doldurulmazsa kontrolden çıkacak sessizlik. Eh, konuşma bunun için var.

Hiçbir şey yapmadan oturan bedenimi dinledim. Yüzüm rahattı. Geri kalandaysa belki dışarıdan ancak dikkatli bir gözlemcinin fark edeceği bir tetiktelik hali. Devreyi tam kesmeyen bir düğmenin elektrik göndermeye devam ettiği bir cihazdaki eşik altı gerilim.

Topluluk önünde konuşmanın uyandırdığı korku, bakışları üzerine toplamayla ilgiliymiş. Bunun, vahşi hayvanlar arasında kalan ilk insanlara uzanan, genlere işlemiş anısı.

Topluluk arasında tek başına oturmak da belki daha hafif ama aynı noktaya dokunmuyor mu?

Bu arkaik kaydın üzerine binen sosyal anlamlandırmaları da hesaba katmalı. Yalnızlığı marjinalleştiren normları.



Ama ne kadar yoğun görülse de bu baskı ancak, yalnız insan onu içselleştirdiğinde etkili oluyor. Dingin, varlığı içinde merkezlenmiş, boşlukla, sessizlikle derdi olmak şöyle dursun, beslenen bir zihin için bir başına olmak kendini eşit algılamak demek. Meydan okumadan, eziklik ya da üstünlük hissetmeden genlerimiz ve toplumsal kodların dayatıcılığının ötesine geçmek.

Öylece oturup bunları düşünürken bu ikisi arasında olduğumu hissettim. Yüzüm rahatlığıyla eşitlik bilincine usulca dokunuşu, hafif elektrikli bedenim ise tersine gittiğim güçlü dayatmaları yansıtıyordu.

Faiesz beyin Almanya’dan tatile gelen kardeşi ile Alman karısının size katılabilir miyiz deyişiyle statüm bir anda değişti. Ağzım kulaklarımda, “Memnun olurum, buyurun” dedim.

Kardeş, kırk yıl önce bir meçhule atılarak talihini gurbette aramaya karar vermiş. Hindistan’a geçip Pakistan, Afganistan, İran ve Türkiye’yi otobüs, tren, otostopla aşarak Almanya’ya varmış, kalmış. Bir ay önce eşiyle İstanbul’a gelmişler. “İlk gördüğümde köprü yoktu. Şehir ne çok değişmiş.” Almancası kusursuzdu. Belli ki başarılı olup iyice uyum sağlamış. Karısına siz Sinhala dilini öğrendiniz mi diye sordum. Yeltenmedim bile, dedi, gerek yoktu. Bir yabancıyla birlikte olsam, dünyama hiç sekmeden girmesiyle yetinir miydim, yoksa bir insanın dünyasının giriş kapısı olan dilini öğrenerek ben de onun aleminde yol almak mı isterdim?

Lion marka uzun, kocaman şişeli tatsız ve sözüm ona buradakilerin en iyisi olan yerel biralarımızı söyledik. İçimi çekip “Bira Almanya’da içilir” dedim. Kibarca güldüler.

En güçlü içkileri, hindistancevizi çiçeklerinin sapından yapılma, rakı muadili arak (daha denemedim, belki bu akşam). Alkollü içecekler demir kafesli ayrı dükkanlarda satılıyor. Kafeslerin korunmadan çok içki satın alanları göze sokarak teşhir etmeye hizmet edebileceğini düşündüm. Kafes içinde tutulan alkole yine de talip olanları? Belki. Miktarda sınır yok ama yaş sınırına kesinlikle uyuluyormuş.



Çay ülkesinde çayhane olmayışını yadırgadığımı söyledim. Ne de kahvehane.

Onun için fırınların, pastanelerin arka tarafındaki masalar vardır dedi kardeş.

“Erkeklerin kendi aralarında toplanıp muhabbet etme adedi yok mudur?”

“Bara giderler.”

Şehirde kimseyi sigara içerken görmedim, dedim. Yerlerde de tek izmarit yok.

Güldü. “Yasak da ondan. Cezası da epey. Ama bu işi tersinden yaptılar. Açıkta içmek yasak, kapalı alanlarda, lokantalar, barlarda serbest.” Betel, o hafif uyuşturucu kırmızı otu çiğnemek (ve kızıl kızıl tükürmek!) de yasaklanmış, sokaklar da bir anda temizlenmiş.

Nihayet gelen çorbalarımızı bitirip pilav-köri büfesine yollandık. Tek bir ad altında sonu gelmez bir çeşitlilik. Yegane ortak özelliği lezzet olan, farklı tarzlarda hazırlanmış her türlü meyve-sebze. Tatlı, ekşi, acı, kızartma, haşlama bu köriler düz pirinç pilavına katık ediliyor. Başta kibar kibar tabağımın kenarına birer kaşık çeşni alıyor, ortaya da pilav koyuyordum. Bir yerli işin doğrusunu gösterdi. Hepsini pilavla bir güzel karıştırmak. Palet üzerinde karılan renkler gibi ya da kulağıma hep birlikte gelen kuş sesleri. Ayırt etmeyi boş ver, karışmanın, bir olmanın her defasında değişik olan üst tadına var.

Ancak kesitinden teşhis edebildiğim bamyanın bizdekinden çok farklı, kuru, iri, düz silindir biçiminden gözümü alıp “Hindistan kadar renkli ama keskin bir yoksulluğun, çürümenin olmadığı daha iyi harmanlanmış bir Sri Lanka görüyorum” dedim. “Öyle mi gerçekten?”

Yoksulluğu içlerde görürsünüz, ama doğru, Hindistan’daki keskinlikte değildir.”

Hindistan’ın bağımsızlığını kazandıktan sonra İngilizlere ait ne varsa silmeye yöneldiğini, yer adlarına kadar değiştirdiğini anlattı. (“İngilizceleri bile artık içler acısı.”) Sri Lanka’nın ise onlardan kalan kurumları, eğitimi vb koruduğunu. (“Hem bazı şeyler de iyidir, değil mi” diye araya girdi karısı. Sinirime dokunan şişkin batılı kendinden hoşnutluğuyla. “Şu çay adeti mesela.” İngilizlerin adanın yağmur ormanlarını 5 çayı adeti için yok ettiğine dikkat çekmedim. Nezaket yüzeyinde bir sohbetti sonuçta.)

Madem bu şekilde serbest, izninizle deyip bir sigara yaktım.

Sonra da Ella’daki odamın akıbetini sormak için Faiesz beyin yanına gittim.

Kardeş ise dev ekranda bir Bundesliga maçı seyretmek üzere elinde birası, tv karşısına kuruldu. Faul yapan bir oyuncuya hariçten gazel okuyan ortalama futbol meraklısı Alman erkeğinin mükemmel bir taklidiyle “Spinner!” diye bağırdı. Esmer teni, Sri Lankalı bakan gözleriyle taklit ettiğinden ibaret değildi (her şeyinizi, beden dilinizi bile asimile olacağınız kültüre uydurabilirsiniz ama ya bakışınızı?). Ama açık görünen kapısından içeri adım atacak birileri olmadıkça öyle duracağını içimden geçirdim.


(arkası yarın)

29 Nisan 2013 Pazartesi

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN


Bugün yılbaşı. 14 Nisan. Güneş, uyku arasında Tamil gerillalarıyla karışan havai fişek gümbürtüleriyle doğdu.

Şunları hiç değilse karanlıkta atsalar, verdikleri paranın karşılığını görüntü olarak da alacaklar. Ama hayır. Havai fişek burada aslen bir ses gösterisi.



İnsanlara iyi yıllar dileyerek kahvaltıya indim. Papaya, ananas, karpuz ve muz tabağımı sabırla beklemeye koyuldum.

Altı yedi masalık yemek salonu yerin geri kalanı gibi. Eşyalar sadece kendi amaçlarına hizmet ediyor. Gözü oyalamak, okşamak, boyamak gibi bir kaygı duyulmayan yerlerdeki o rasgele bir araya getirilmiş, dağılana kadar kullanılan şeyler.

Bir köşedeki büyük, açık, oymalı ahşap konsol üst üste konmuş inceli kalınlı dosya dolu. Mutfak duvarına bitişik geniş rafta karmakarışık öteberi, kağıtlar. Fişe takıldığında daha da ışıldayan küçük boy kitç bir elektrikli manzara resmi. Tel askılıklarında güneşten solmuş Sri Lanka kartpostalları.

Durdukları yerde günün modasından uzaklaştıkça uzaklaşıp köhneyen böyle yerler iç kıyıcı bir hayattan kopukluk hissi de verebilir. Ama burada bu görünüm, sürekli hareket ve sahib Faiesz bey ile güven telkin eden bir ayakları yere basarlık izlenimi uyandırıyor.

Kahvaltıdan sonra, önerilerinize ihtiyacım var deyip oturma odasında kağıtlara gömüldüğü masada karşısına geçtim.

Beyaz mintanı, esmer, değirmi yüzü, sarkık alt dudağı, seyrek bıyığı, insana aynı anda ciğerini okur ve şefkatle bakan gözleriyle Faiesz bey, evrensel amca tipi. Tatlı sert, duruma hakim, sözü namus. Konuşmayı da seviyor.

Bir sonraki durağım Ella için oda ararken biraz da benim verdiğim dürtülerle konudan konuya geçerek ülkesinin epey bir resmini çizdi. İnsanların başına buyrukluğuyla güvenilir personel bulmanın zorluğundan ve kaç gündür süren havai fişek çılgınlığından başladı, savurganlığa, şekilden, kabuktan ibaret sürdürülen Budizmin nasıl bir sömürü aracı haline getirildiğine geçti.

“Şu Diş Tapınağını al. Dün bin rupi vererek girdin, değil mi? Bu ülkeye yılda bir milyon turist geliyor. Yüzde doksanının Kandy’ye uğradığını, bunların hemen hepsinin de tapınağı ziyaret ettiğini bir düşün. Kaç para bıraktıklarını. Çevreye, halka, ihtiyacı olanlara ne kadarını veriyorlar dersin? Ben sana söyleyeyim. Hiç. Zırnık koklatmazlar. Her gün bir başkasını omuzlarına attıkları pırıl pırıl turuncu rubalarıyla insanlardan kopuk, ortalarda çalım satarlar. Şefkatmiş, merhametmiş, felsefelerinin özü umurlarında değildir. Çoğunluktalar diye onları söylüyorum. Konu dini kullanmak olunca Katolik rahiplerin, Müslüman imamların da geri kalır yanı yoktur. Aralarından tek tük insan çıkacaksa da hepsinden çıkar.”

Ve uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözleri dolarak hayatta en çok saygı duyduğum kişilerden biri dediği, kendini insanlara adamış, olanca yoksulluğuna rağmen kimseden tek kuruş kabul etmeden onlar için çalışıp çabalayarak bu dünyadan göçüp gitmiş Katolik papazı anlattı.

Arada Ella’ya telefon üstüne telefon ediyordu. Konaklama yerleri ya dolu ya kapalıymış.

“Çalışmaktan kaçıyor bu insanlar! İş varsa çalışacaksın. Alnının akıyla, insanları memnun ederek kazanacak, kazandığını da dağıtmayı bileceksin.”

Açılan bir telefona “Hayır, hayır” dedi benim için. “Yalnız gelen bir hanım ama hiç öylelerinden değil. Benim arkadaşım.” Telefonu kapadıktan sonra açıkladı. “Yalnız gezen kadın turistlerin soruna yol açmasından korkulur da.”

Programı Ella’dan Adem Tepesine çevirmeyi düşünmeye başlamıştım ki kalabalık bir grup için öğle yemeği hazırlıklarına girişmesi gerektiğini söyledi. “Bana birkaç saat izin ver, sana yer bulacağım.”



Meselenin hallini Evrensel Amcama havale etmiş, içim rahat kıyıya indim. Kaç asırlık dev ağaçların koyu gölgeleri altında tepelerin yeşili vuran gölün etrafını dolanmaya başladım. Aralarda kolonyal yapılar, tapınaklar, altın çatılı Budist yayınları cemiyeti. Az biraz turist, çoluk çocuk gelen bolca yerli. Diş Tapınağına vardım. Kapalı sandığı içinde Buda dişine kesintisiz çalınan davulların sesi ta ötelerde gümbürdüyordu. Faiesz’in burnundan soluk vererek şekil! kabuk! deyişini hatırladım. Çenesinden kopmuş, çoktan ölmüş bir diş diye ekledim. Sonra, gün önceki gey ressamın, beyninin ruhaniyet merkezini harekete geçirmiş insanlara özgü o, sıradan kimselerin göremediği bir ışığı görür, nurlu yüz ifadesi gözümün önüne geldi. “Biz, büyük dinlerin müminlerinin tersine Buda’dan bir şey niyaz etmeyiz. Sadece bize örnek olmasını, yolumuza ışık tutmasını dileriz.”



Queen’s otelinin köşesinden dönüp arkalarındaki geniş sokaklara daldım. Çoğu dükkan kapalıydı. Havai fişek satıcılarıysa talebi zor karşılarcasına çoğalmış. Modern bir alışveriş merkezi –sadece iki uzun katlı, az da bir yer tutuyor. (Bakalım şu çılgınlığın burayı bulması ne kadar sürecek.) Duvar dibinde uyuyan bir evsiz. (Bir haftada gördüğüm evsiz sayısı tek elin parmaklarını geçmez.) Batı tarzı bir pastaneden aldığım yavan dondurma. Epey dolandım ama dışarıda oturup çay, kahve içilecek bir yere rastlamadım.



Çemberi tamamlayıp başladığım noktaya döndüğümde vakit anca öğleyi bulmuştu.

Yenimden çekiştiren nahoş bir telaş. Zihnimi çevirip ne diyor diye baktım.

“Şimdi ne yapacağız? Akşama kadar dünya vakit var. Hem belki ayarlamalar yarın da burada kalmamızı gerektirecek. Daha bir buçuk gün eder.”

“Ee?”

“Olabildiğince çok şey görmemiz, yapmamız gerek. Onca yolu boş oturmaya gelmedik!”

Zevk almadan yaladığım yavan dondurma gibiydi. Soğuk. Tatsız.

“Boş mu?” diye karşılık verdi diğeri. “Oturur, şu küçük bahçenin, güneşin, havanın iyice farkına varmaya kendimizi bırakabiliriz. Anın. Hayatta olmanın. Çevremiz Buda’nın hatırlatıcılarından geçilmezken boşluk deyip tırstığın şeyi yaşayan bir meditasyon haline getirmede bunu neden fırsat bilmeyelim?”

Anın dipsiz derinliğine oraya buraya savrulmadan taş gibi inen bir zihin de evet, boştur. Kendinden, renkten, hareketten, avutucu eğlenceden. Ama bu iki “boş” arasında uçurum var.

“Sonra yazarız. Kendimizi buna vermenin nasıl olduğunu sen de biliyorsun.”

Nahoş telaş yenimi bıraktı.

Bu iki yönün, yüzeydeki ve altındakinin ayrımına bir süredir uyanan farkındalık, yolculukla iyice belirginleşti. Seyahat boşuna ilişkilerin mihenk taşı sayılmıyor. Hareket, yerinden oynama, geçiştirilen, yok sayılan şeyleri de yerinden oynatıyor. Takke düşüyor, keller görünüyor. İnsanın iç ilişkilerinde de bu böyle.

Ve galiba içerde neler olup bittiğini açıklıkla görebilmenin en iyi yolu, çelişkileri törpüleyip çok başlılığı görünürde tutarlı bir teklik haline getirmeye çabalamaktan vazgeçmek.

Alabildiğine sıradan, geçmişinin orası burasından benimsediklerini papağan gibi tekrarlayan, tazelik, yaratıcılık fukarası yüzeydeki yan ile denizi bitirecek kadar uzun süre yaşadıktan sonra diplerden bir hareketlenme başladı. Ondan ibaret olmadığımı hatırlatan tatlı, sıcak bir ses. Ötekini bastırmadan, aşağılamadan, yargılamadan. “Bir de bu var, bir bak” diyen.

Çürüyüp kopmak üzere ilerleyen tırnağın altından gelen sağlıklı, güçlü yenisi.




(arkası yarın)

28 Nisan 2013 Pazar

ENGİN BİR GÜN


Bir çeyrek saatlik tuktuk yolculuğundan sonra göl kıyısına indik, dik bir yokuşun başındaki Sharon’un Yerine geldik. Ufak bir bahçe içinde iki katlı, eski, hantal bir yer. Serendib’in havalı yalın şıklığı başka bir dünyada kalmış, içim başka türlü ısınıverdi. Sharon’un kocası olduğu anlaşılan 60’larında duran sahib geldi. Beni masada karşısına oturtup önüne çektiği rezervasyon defterinin sayfalarını ıslattığı parmağıyla ağır ağır bir ileri bir geri çevirdi. Kadının hükmünü bekleyen davacı gibi boynum bükük bekledim. Sonunda, birkaç saate kadar boşalacak bir oda olduğunu söyledi.

Şehri dolaştıracak bir de tuktuk ayarladı.




Şen şakrak Weerakoon zaten kapıdaydı, attı beni tuktukunun terkisine, yollara koyulduk.

Kandy bayağı geniş bir tepelik alandan göl ve ırmak kıyısına uzanarak yayılan adamakıllı güzel bir şehirmiş. Yamaçlarda fışkırmış yeşilin rahatça sindirip çeşniden ibaret gösterdiği yapılar. Müthiş hareketli, ahenkli bir görünüm.




Arkama yaslandım. İçinden ciğer sökücü sarsıntıyla geçtiğim ne varsa seyrine, tadına kendimi saldım.

Plantasyonlar arasından çay müzesine tırmandık. Kapalıydı. Tabii ya, yeni yıl, dedi Weerakoon. Fişekler sabah sabah patlayıp duruyordu. Kandy’de kalışımı yarın gece asıl kutlamalarda ahaliye karışmak için bir gün daha uzatmaya karar vermiştim ama pansiyonun sahibi Bay Faiesz, öyle halk kutlaması diye bir şey olmadığını, millet evlerine çekilirken kutlamayı rahiplerin tapınaklarda kafa çekerek yaptığını söyledi. Kendisi Müslüman. Oturma odasının bir köşesine sıkışmış rahle ile üzerinde kapalı duran İngilizce bir Kuran var. Babayani tavrına bakarsam dinle ilişkisini bu iyi temsil ediyor.

Olsun varsın, Kandy bir gün daha kalmaya değer.

Fokur fokur kaynayan bir egzoz kazanı olan çarşılardan birine indik. Bu tuktuklar düz yolda giderken bile insanı silkelenen çamaşır gibi sarsıyor. Yokuş inip çıkar, ara yollarda bol olan çukurlardan, engebelerden kaçınırkense sallantı 365 dereceye saçılan kaotik bir hal alıyor. Sürekli soludukları zehirli hava vücutlarından moleküler düzeye kadar bu şiddetle silkelenmeleri sayesinde atılıyordur belki de diye düşünüp güldüm.




Sonra üç tapınaklara vurduk. Şehrin dış semtlerinde birbirine yakınca diyeceğim ama duruyor, bu diyarda mesafelerin uzunluk değil, zamanla ölçüldüğünü düşünüyorum. Sanki adalarının yüzölçümünü yolları bu kadar ağır kat ederek genişletiyorlar. Yavaş yaşamak engin yaşamaksa aynı şey ömürleri için de geçerlidir belki, kim bilir.

Budist tapınağı olarak yola çıkıp yön değiştirerek Hindu savaş tanrıçasına adanmış ilk mabette sütunların dinsel temalı oymalarına dalmışken bir puja ‘ya denk geldim. El ve tokmakla çalınan iki davul, bir zurna ile geçişleri belirleyen deniz kabuğu borusu çalınmaya başladı. İçerde de rahiplerin melodik kutsal metin okuması sürüyordu.

Tapınaklara (aslında yaşantıya) kendimi bütünüyle verdiğim bir gün oldu. Zaman sıkıştırmasını hiç hissetmemek. Bir Bo ağacının yaprağına, freske, meditasyon çanına, bahçe duvarının ötesindeki yamaçlara, kala kala, öncesiz sonrasız bakmak. Kıpır kıpırlığın olmayışıyla gelen müthiş genişleme.




Sandaletlerimi de daha onlar söylemeden çok önceden çıkarıp sıcak taşlara, kayalara, iri taneli kumlara hayal edemeyeceğim bir rahatlıkla basıp yürüdüm. Zaten rahat mıydım yoksa yalınayak yürümek mi rahatlatıcı, söyleyemem. İyiydi işte.

Üç tapınakların sonuncusunda giriş biletini kesen adam, dagobanın mimari bir özelliğine dikkatimi çekti. Farklı biriydi. Nur yüzlü, incelmiş. Beni odalardan birine alıp 700 yıllık freskleri açıklamaya koyuldu. Papağan gibi değil, bilerek anlatıyordu.

“Burası gerçekten çok özel. Buda, Hindu tanrılarıyla birleştirilmiş. Budist kralın Hindu prensesi eşini de düşünerek öyle yaptırdığı düşünülüyor.”

“Bu biraz.. aşırı değil mi? Yani Budizm ile Hinduizmin bir araya gelmesi.”




“Öyle ama araya bu tür bir aşk girince..”

Sonra fresklere döndü. Restorasyonunda çalışan bir ressammış.

“Eski tekniklerde ustalaşmak yıllar alır. Ama benim sevdiğim iş bu.”

Saatlerce karıştırdığı boyalar. (“Bu başlı başına bir meditasyon olmalı.”) Ve özel merakı: Başka, uzak yerlerde gördüğü freskleri fotograf çekmeden çizim defteri ve hafızasına kaydetmek, sonra da gelip röprodüksiyonlarını yapmak.

Aydınlanmış bir gey! Epey konuştuk.




Uygulaması çoktandır kağıt üzerinde kalmakla birlikte eşcinselliğin hapisle cezalandırıldığı bir ülkede, gönül verdiği Budizm ile sanat bu adamı su üstünde tutmakla kalmamış, hayatına yön ve derinlik vermiş görünüyordu.

Sonra manastırın bitişiğindeki odası, aynı zamanda atölyesine gittim. Kendi resimlerinde akrilik boya kullanıyor, tamamlaması 3-4 gün sürüyormuş. Filin içine yerleştirilmiş dokuz kadın freski ta o zamandan modernliğiyle şaşırtıcıydı. Röprodüksiyonunu satın aldım.

Bıraktım Weerakoon beni komisyon almayı umduğu yerlere de götürsün.

Çay imalathanesinde milli kıyafetleri içinde bir genç kız, iki Çinli gençle bana Seylan çayı üretiminin inceliklerini anlattı. Ardından çıktığımız tadım salonunda çaylarımız geldi.

Değerli taş atölyesinde taş kesimini seyrettim. Sri Lanka bir (yarı) değerli taş cennetiymiş. (Arapça adı Serendib de bu anlama gelirmiş: “Mücevherler adası.” Serendib dönmüş dolaşmış, İngilizce’deki serendipity’ye dönüşmüş -aramadan bulunan iyi şeyler.)

Oyma atölyesinde çalışan yoktu –sonu gelmez Yeni Yıl tatili. Dükkanlarını dolandım.

Turist gibi gezdirilmek ne hoşmuş.

Oradan, şehre tepelerden bakan dev Buda heykeline gittik. Sunu tezgahından tütsü aldım. Yakıp önce yakınlarıma, sevdiklerime, sonra cümle aleme iyilikler diledim. Gönüllerin hoş olmasını. Başka da neyin önemi var ki?




Buda’nın arkası beş kat merdiven. Çıktıkça şehre bakış genişledi. Dev heykelin içi de kat kat tapınak odası, dükkan (meditasyon kitapları vs ilgili şeylerin ama).

Günün görülecek son yeri Kutsal Diş Tapınağıydı. Gölün karşı kıyısında, en önemli tapınaklardan biri. Buda’nın olduğuna inanılan (muhafazası içinde kapalı olduğundan aslında kimsenin görmediği) diş dolayısıyla. Bu muhafazayı ele geçiren, geçmişte iktidarı da eline geçirdiğinden dinsel olduğu kadar politik de bir diş.

Tapınak, oturaklı bir kolonyal yapı olan beyaz Queen’s otelinin karşısında, geniş bir park içinde. Aslı kral sarayı olduğundan mimarisi alışılmamış; insanlar da ibadetlerini böylece içeride yapabiliyor. 

Altı buçuk saattir dolanıyordum, daha da dolanırdım ama bu son fasılda bana bir saat verip giden Weerakoon ile buluşup dönme vaktim gelmişti.




Tuktuka bindiğim an yağmur başladı. Zamanlaması, hayatla aramın bu kadar iyi olduğu upuzun bir günün tatlı ödülü gibi. Adanın içlerinde, yaklaşık 600 m irtifada olan Kandy’nin çok daha dayanılır sıcaklığını iyice düşürerek saatlerdir de yıldırım, kıyamet devam ediyor.

Sharon’un büfesi ünlüymüş. Yemek salonunda o bayıldığım dört bir yandan turist buluşması vardı. Avustralyalı ve Fransız iki çiftle oturduk. Bol gülerek izlenimlerimizi ve tüyolar paylaştık.


(arkası yarın)

27 Nisan 2013 Cumartesi

KANDY


Anuradhapura’dan sadece 147 km. Bin bir motifli yeşilin, giderek sıklaşan kasabaların arasından deniz seviyesinden yükselmeye başladık. Çerçevenin üst sınırını ilerideki tepelerin çizdiği, hindistancevizlerinin çeşitlendirdiği vadiler, kareden kareye güzelleşen görüntüler verip durdu.

“Sri Lanka’da çeşit çeşit muz yetişir. Tatlı muz, limon muzu, yemeklik muz, kırmızı muz..”

“Kırmızı mı?!”



Patates, soğan ve.. ananas satan bir seyyar satıcıyı geçip bir muz ve hindistancevizi tezgahı önünde durduk. Kızıl kabuklu muzlar aldım. Dolgun, kokulu, lezzetli, bildiğimiz muz ama alışılmadık bir kılıf içinde oluşuyla insan türkuaz pilav filan yer gibi oluyor.

Kandy’ye 40-50 km kala bir taş mihrap afişi gördüm. Kararmış ak taş! Yoldan 1 km içerideydi. Yukarıdan, koca Bo ağacının dalları, yaprakları arasından öte yakasında kayalık bir tepenin yükseldiği sazlık kıyılı göl görünüyor. Tapınağa uzanan kızıl toprak zemini süpürgesiyle düzleyen bekçi peşime düşüp rehberliğini işaret diliyle sunmaya koyuldu. Dokununca kapanan minyatür mimozalar. Iguana. Taş duvarın kalan rölyeflerinden bir ayrıntı: Kama Sutra sahnesi.. Bahşişini verip gönderdim. Gölün üzerinde pruva gibi uzanan bu köşenin tadına vardım. Uçta, dua bayraklarıyla çevrili Bo ağacı. Arkasında taşları kızıl-kara kubbe biçimli dagoba. Yanında da mabet. Taş geçidinin bitiminde huzuruna (elbette yalınayak) çıkanı loş nişinde olanca görkemiyle karşılayan Buda. Vay!



“Bir yerlerde bir şeyler atıştırsak. Sebzeli börek filan.”

Tamam, tabii deyip bir dizi bakkal görünümlü dükkan önünde duruverdi. Deterjan, süpürge, kova vs arasında ne alacağını merak ederken köşede bir camekana gidip börek söyledi. Şu pane edilmiş “ilkbahar rulolarından,” sıcacık. Parmaklarımla birlikte yedim.

Bundan sonraki yerleşim, tıkanıp kalan trafiğiyle Matale’ydi. Sol tarafta mıncık mıncık tanrılar salatası işli bir Hindu tapınağı. Az ötede, sağda cami. (Bir cami ötekine benzemiyor, göze hoş gelen bir çeşitlilik.) Arasında bolca sarili, baş örtülü (bir de kara çarşaflı gördüm) kadın, takkeli, entarili adam olan bir kalabalık.

“Matale’de hem Hindu, hem Müslüman hem de Katolik vardır.”

Önümüzdeki tuktukun arkasındaki slogan, imla hatasıyla birlikte durumu pek güzel özetliyordu:

“One world one draem.”

Budist yeni yılına iki gün kala ortalık bizdeki bayram arifeleri gibi. Hummalı bir alışveriş. Adım başı havai fişek, çatapat tezgahları. Caddenin iki yanında ön tarafları kesik kesik yapılar. Arka odalarından başlayan evler.

“Yolun genişletilmesi için kestiler.”

Benzersiz bir (yarı) istimlâk örneği olmalı.



Matale’yi sevdim.

Neden sonra trafik açılınca virajlı bir yoldan tırmanmaya başladık. Kandy 7 km levhasını görünce iyi, dedim, yarım saatimiz kaldı.

Gerçekten, yola çıktıktan dört buçuk saat ve son bir trafik tıkanıklığından sonra bir göl ve Sri Lanka’nın en uzun nehri kıyısında alçala yüksele uzanan Kandy’deydik.

Negombo’da kaldığım Villa Araliya’da buradaki Taş Bungalov Serendib’i şiddetle tavsiye ettiler. “Biraz dışarıda, nehir kıyısında ama çok sakin bir yer. Bir tuktukla 350 rupiye merkeze inersiniz.” İçgüdülerim Lonely Planet’ten ve onun önerdiği Sharon’un Yerinden şaşma (“Kentin en bilinen pansiyonu, sahipleri gereksindiğiniz her türlü bilgiyi, yardımı sunmaya hazır”) diye haykırırken belki de ismine tav olup Serendib’te yer ayırtmıştım.

Neel, harika bir yerdir, göreceksin diyerek yol olduğu başından kuşkulu, giderek daha da daralan bir aralıktan sapıp motoru inleterek tırmanmaya koyuldu.

“Sıkışıp kalmayalım da..”

Araba şöyle dursun, tuktuk geçebilir mi buradan diye kaygılanıyor, kendimi bavulumu sürükleyip düşe kalka caddeye dönmeye çabalarken hayal ediyordum ki yol Serendib’in demir kapısıyla sonlandı.

Neel ile helalleştik. Beni kalın gözlüklü genç bir çocukla bırakıp gitti. Hafif peltek dilli oğlan, hindistancevizleriyle çevrili çim bahçe içinde gerçekten hoş, tek katlı, geniş verandalı taş yapıda odama götürdü.


Bir duş yapıp uzandım, kendimden geçmişim.

3’e doğru uyandığımda geleneksel dans gösterisine gitmek için bir tuktuk istedim. Bir de sonrası için araba kiralamak. Onu geldiğinde patronuma sorarsınız dedi gözlüklü çocuk. Etrafta herhangi bir yaşam belirtisi yoktu. Benimle ilgilenmeyi insan sahipler yerine üstlenen iki küçük köpek peşimde, çitsiz bahçede yamaçtan aşağı, ırmak kıyısına indim. Karşı yamaçta tek tük evle güzel bir konum gerçekten ama ne uzak, ıssız duygulu. Benim için bile. Geri çıkıp etrafı dolaştım. İçeriyi. Çarşaf ütüleyen pembe sarili bir kadın dışında boştu. “Otel California’ya gelmiş olmayasın. Serendib’miş. Ah Seda! Seninle yaşamak bazen ne zor” diye sızlandı içimdeki, böyle zamanlarda dili bir karış uzayan aklıselim temsilcisi.

Plan B’ler tasarlamak üzere verandaya çöktüğümde pembe sarili kadın gelip bütün içiyle gülümsedi.

“Patron yok mu?”

Tek kelime İngilizce bilmediğini gördüm. Birkaç dakika sonra da gelen tuktuka bindi, gitti zaten.

“Sizin tuktuk da birazdan gelir” dedi işletmenin geri kalan tek personeli olduğu anlaşılan gözlüklü.

(“Otel California! demiştim değil mi?!”
“Neyse ne, sus sen!”)

“Benden başka kimse kalmıyor mu?”

“Hayır. Bugün sadece siz varsınız.”

Bir de sen. Ah ne hoş!

Tuktuk göründü. Uzun bir yol gidip nehir kıyısında, dans gösterisinin olduğu bakımsız salona geldik. Şoför asık suratlı biriydi. Çok da para istedi. Kırıp asıl fiyatı ödedim. Çıkışta bekler, sizi geri götürürüm, dedi.

İçeri girdim. Yarım saat önce gelmişim ama iyi, önde oturdum. Salon yavaş yavaş doldu. Sevimsiz bir Alman kafilesi, İngilizler, başka yabancılarla çevrelendim. İyiydi.

Gösteri başladı. Sadece perküsyon eşliğinde (harika bir senkop tutturan davullar) geleneksel danslardan örnekler. Zarif, gizemli, sembolik, yer yer akrobatik. Kostümler, masklarla daha da renklenmiş.

Beğeniyle izledim.



Sonra milli marşları (hepimizi ayağa kaldırdılar). Ardından iki siyah (yani iyice siyah) erkeğin ateş gösterisi. Seyyar bir sunakta ateş tanrısının (o hangisiyse) kutsamasını niyaz ritüeli ve ellerinde birer meşale, ateşe meydan okuma ile onunla sevişme arası hareketlerle kollarını, gövdelerini alazlama, meşaleyi dillerinde gezdirme. Son olarak akkorlar üzerinde yürüyüş.

Çıktığımızda saat altı buçuktu. Kalabalıktan cesaret alarak asık suratlı tuktukçuyu boş verip efendi bir memur görünümlü, orta yaşlının aracına binmeye karar verdim.

Serendib mi, biliyordu, evet. Yalnız önce bir şeyler yemek istiyorum dedim. Dağ başında bir de aç kalmayayım. Yolda turlar, taksiler önerdi. Fırın-pastane karışımı bir yerde durduğumuzda önerdikleri için çok pahalı deyip indim. Parasını istedi. Verdim. Çekip gitti. Fırının ışıkları bir yana kapkaranlıkta kala kaldın mı!

Bir iki şey alıp bir tuktuk durdurdum. Serendib? Bilmiyordu. Arkasında kroki olan kartı uzattım. Evirdi çevirdi, uzun uzun inceledi. Karttaki numarayı çaldırdı çaldırdı. Belki artık gözlüklü de yoktu, açılmadı. Bulamam burayı diye giderken başka bir tuktuk yanaştı. Kalan dişleri bozuk, tuhaf sırıtışlı, sıska, yaşını kestiremediğim biri. Kartı ona gösterdim. Anladım! dedi. Delik deşik arka koltuğa geçtim. Trafikli ama karanlık yollardan tırmanmaya başladık. Bir yandan tur önerilerini o da sıralıyordu. “Şehir dışına da götürürüm. Çok güzel! Ee, ne diyorsun? Senin için 4bine olur.”

“Bir düşüneyim, ararım.”

Benzinciye saptı.

Yarı arkaya dönüp sırıtarak kıt ve çok az anlayabildiğim ama birden netleşen İngilizcesiyle “Düşünme” dedi, “I’m a pure man.” Vurgu, korkusuna nihayet izin verdiğim zihnimde geldi, saf’ta değil, erkek’te durdu!

Pompacıyla sonu gelmez hararetli bir konuşma. Gelip geçenin eğilip araçta kim olduğuna bakması. Nihayet alınan yakıt ve yeniden yola koyulduk.

Gelirken buralardan geçmiş miydim ben? Çok gittik sanki. Kim bilir nereye gidiyoruz.

Tam, “Galiba geçtik” diyecekken camekanlı koca Buda mihrabı yanımızda belirdi. Bunu hatırladım. Demek hâlâ doğru yoldaydık.

“Çalışıyor mu sen?”

Evet, dedim hevesle, tabii. Kocamla birlikte!

“Koca ha” dedi hadi ordan der gibi.

“Ticaretle uğraşıyoruz.”

“Tabii!”

Neel hangi çatlaktan girmişti?!

Trafik ağır ilerliyordu. Polislerin yanından geçtik.

Burada atlasam? Polise sığınsam. Ama ortada cürüm yokken polis ne yapabilir? Serendib’in bilinen bir yer olmadığı anlaşılıyor. Sonraki tuktukla çok mu farklı olacak!

“Şehir dışına da götürür, akşam 10’da geri getiririm seni. Sabah kaçta geleyim?”

“Numaranı ver, tur istersem seni ararım.”

Birden sola çekti. Kartı çıkarıp cep telefonunun ışığında uzun uzadıya inceledi. İnip soracak birilerini arandı. (İyiye işaret. 4bin rupi kazanma ihtimaliyle bana kötülük yapmayı yan yana koymuşsa kazanan hâlâ ilki demek.) Bir çifti durdurdu. Konu muhtemel petrol yataklarıymış gibi uzun, dramatik bir teatiye giriştiler. Adresten haberleri olmadığı belliydi, ne demeye oyalanıyorlardı ki?

Anladım! diye geri döndü. Gittik gittik. Duraksadığı yerde atlayıp dükkanlarını kapamaya hazırlanan iki kadın, bir erkeğin yanına koştum. Serendib? İngilizce bilmiyorlardı ama herhalde orasıdır dercesine bir sonraki dönemeci işaret ettiler.

Saptık. Karanlığa daldık.

“Yarın kaçta geleyim?”

Yolun yetmezmiş gibi bir de çatallandığı yerde karşıdan gelen genç bir adama hamle ettim.

Biliyordu! İngilizce de!

“Sapağı kaçırmışınız. Bir öncekinden dönecektiniz.”

Israrlı şoför bir kez daha anladım! dedi. Dönüp asıl karanlığa saptık.

Açık kapıdan girdiğimizde derin bir nefes alıp (şimdilik), aferin, dedim. Kaç para? Pişmiş kelle gibi sırıtarak 600 dedi.

Tehlike ortadan kalktığına göre aptal yerine konmama gerek yoktu.

“Yolun yarısından bindim. Aslında 150 eder ama hadi, 300 olsun.”

“Peki. Yarın kaçta geleyim?”

“Numaranı kartın arkasına yaz, ver, ben seni ararım.”

Kartı alıkoyup bir kağıda yazdığı numarasını verdi. Kaş göz ettiği gözlüklüyle beni baş başa bırakıp gitti.

Karşıdan, zifiri karanlıktan bakacak birine verandayı tabak içinde sunan aydınlatmanın altına oturdum. Gözlüklüden bir kahve isteyip aldığım yiyecekleri çıkardım. Cırcırböceklerine karışan havai fişek ve karşı yamaçtan gelen havlamalara kulak vererek çöreklerden ilkini dişlerken tedbir ve çılgınlığa varan yokluğunun ne garip bir karışımı olduğumu düşündüm biraz.
Ve yazmaya başladım.

*

Sabah yazdıklarımı okurken “Ee, ne varmış ki bunda?!” dedim. İnsan olanlara değil, arkalarındaki duvara düşürdükleri gölgelere bakmaya, takılmaya, karşılığını da bunlara vermeye ne kadar teşne!

Böyle iddialı bir yeri tamam iyi, nazik ama yetkisiz, bilgisiz tek bir personele nasıl bırakır, dediğim sahip, “Buranın ana fikri bu: Eğlenme, bilgi alma derdi olmayan, inzivada kendini bulan has gezginlere göre!” diye karşılık verebilir.

Israrlı tuktuk sürücüsü, muhtemelen hepsi hepsi “Yaşasın! Yolunacak kaz çıktı!” diye sevinmiştir.

İçe dönük, ortalarda görünmeyen gözlüklü çocuk, yerin konseptine göre işe alınmış ve gürültü çıkarmayan bu misafirden memnundur.

Lonely Planet ise dese dese “Ben söyleyeceğimi söyledim” derdi.

Olan neydi? Hava karardıktan sonra bindiğim tuktukun şoförünün yolu çok zor bulması.

Ya bunun, saracak şey arayan zihnin, arka duvarına yansıtırken karartıp dehşetdengiz olasılıklar haline getirdiği gölgeleri?

Yine de, deliksiz bir uykudan erkenden uyanıp kahvaltımı ettikten sonra Sharon’un Yerini aradım. Uykulu bir ses odaları olduğunu söyledi.

Geliyorum, dedim.


(arkası yarın)