30 Aralık 2023 Cumartesi

ELLEN J. LANGER

Sağlığımı ele alabildiğimi gördükçe bilim ve sağlık konulu podcastlar ilgimi daha da çekiyor. Merakla izlediklerim arasında Zoe de var. Alanında ses getiren bilim insanı konukları, onların bir anda mesleki jargona kayıvermelerini tatlı bir üslupla dengeleyen sunuşuyla en sevdiklerimden. Ellen Langer ile orada karşılaştım. Harvard’ın ilk kadrolu, kadın psikoloji profesörüymüş. 70’lerden bu yana çok sayıda araştırmasıyla konusu farkındalık. Onun yaklaşımıyla bu, kitapçıları doldurup taşıran, mekanik egzersizleriyle pek bir yere varmayan piyasa farkındalığından belirgin bir şekilde ayrılıyor. Söyleşisini dinledikçe kulaklarım sivrildi. Şimdi de elimde yazılalı 35 yıl olmuş aynı adlı kitabı var.

Budizm başta, Uzakdoğu gelenekleri, dinlerinden esinlenen (ve suyu çıkarılan) farkındalıktan farklı bir sorudan doğmuş. Langer, adına gayri farkındalık diyeyim (mindlessness), farkındalığın karşıtının gündelik yaşamlarımızda tuttuğu yerden yola çıkmış. Çevre, yetişme koşulları ve eğitim temelli koşullanmaların yerleştirdiği, sonuçları en azından verimsiz, en kötü haldeyse yıkıcı olabilen otomatik davranışların altından hep bunun çıktığını görünce peki, farkındalık nasıl oluyor, o neyi değiştiriyor sorularının peşine düşmüş.

Onun henüz edinmediğim son kitabı The Mindful Body vd konusundaki söyleşisi, benden yeni yıl dileklerime ekleyeceğim iyi bir armağan olur diye düşündüm. Özellikle kararlar ve duygular konusunda söyledikleri nefes açıcı.

https://www.youtube.com/watch?v=8Y-kgEN0oJE&t=119s

Ufkumuzun biraz daha açılacağı, daha az şiddetli, daha huzurlu, sorunlara bakış ve çözümler konusunda yaratıcı bir yıl olsun!

*

Langer’ın en sınırlayıcı bulduğu katı anlayışlardan birinin kaynağında vakitsiz bilişsel bağlılık var (prematüre cognitive commitment), (ben buna kısa yoldan leb demeden bademi anlamak derim). Bunlar bir bağlam oluşturuyor ve bir kez tutsağı olanın ne kendisine ne başkasına dışına doğru adım attırmıyor. (Aklıma ilk gelen güncel örnekler vatanseverlik ve milliyetçilik oldu.)

Konuyla ilgili, Mindfulness kitabından çevirdiğim bir bölümü de ekleyeyim.

 

Sınırlayıcı Düşünce Biçimleri Olarak Entropi ve Doğrusal Zaman

Kıt kaynaklar inancıyla ilişkili bir kavram da entropi, yani kapalı bir sistem içindeki bir varlık ya da organizasyon örüntülerinin aşamalı olarak çözülmesi veya parçalanmasıdır. Entropi kişiye kontrol duygusu veren bir düşüncedir; zaman içinde yavaş yavaş yıpranan bir sistemde, her şeyin aynı kaldığı veya kendiliğinden daha iyiye gittiği bir sisteme kıyasla daha fazla müdahil olma olanağı vardır. Entropi kavramı evrene dair, gücü azalan büyük bir makine imgesi doğurur. Çoğumuzun üzerinde hiç düşünmeden kabul ettiği böyle bir imge neyin olanaklı olduğuna ilişkin algımızı sınırlayan talihsiz ve gereksiz bir anlayış da olabilir. Alternatif bir dünya görüşü, sözgelimi gerçekliğimizin ne ölçüde sosyal bir yapı olduğunu gören bir anlayış, daha fazla kişisel kontrol getirebilir.

Sabit sınırlara beslenen inanç birçok fizikçinin görüşleriyle uyumlu değildir. Örneğin James Jeans ile Sir Arthur Eddington, evreni tanımlamanın en iyi yolunun onu olağanüstü bir fikir olarak tanımlamak olduğuna inanıyordu. Oradadır ve üzerinde etkide bulunmamıza açıktır. Herhangi bir sistem tamamlanmanın eşiğine geldiği an şu an öngörülmeyen yeni bir şey keşfedilecektir.

Bizi aynı şekilde gereksiz yere sınırlayabilen bir diğer kavram da doğrusal zaman anlayışıdır. Zaman kavramlarının tarih boyu çeşitli kültürlerde nasıl değiştiğini göz önünde bulundurursak bu sınırlayıcı görüşü daha kolay sorgulayabiliriz.

Bazı kültürlerde zaman evrensel bir şimdi olarak görülür. Papua Yeni Gine açıklarındaki Trobriand Adalarında insanlar geçmişi şimdiki zamanın öncesi olarak düşünmez. Trobriand’lılar gibi Hopi Kızılderilileri de, benzer işlevleri yerine getiren birçok kavramları olmakla birlikte (dönüşüm, gerçeğe karşı hayali gibi) bizim doğrusal zaman kavramımızı kullanmazlar. John Edward ilkel dönemlerde zamanın bir “her şey bir anda” olgusu olduğu yorumunu yapıyor. Polinezyalılar herhangi bir serüvenin yeniliğini reddeder. Sadece mitolojik bir kaşifin yolculuğunu tekrarladıklarına inanırlar.

Diğer bir zaman anlayışında zaman döngüsel olarak görülür. Pisagor zamanın her bir ayrıntısının tekrarlayacağına inanıyordu. Uzakdoğu’da birçok dinde savunulan reenkarnasyon döngüsel zamana dayanır. Nietzsche de evrenin döngüsel, olayların tekrar edebilir olduğunu savunuyordu. Bu bakış açısında önsezi geleceğe bir bakıştan çok geçmişte başka bir döngüde ne olduğunu görmektir. Döngüsel bir zaman modelinde gelecek ile geçmiş birbirinden ayrılamaz.

Tek boyutlu bir zaman modelinde bile hareket sadece tek yönlü değildir. Geçmiş gibi gelecek de şimdiye “yol açabilir.” Daha sonra gireceğim sınav için şimdi ne çalışmalıyım? St Augustine, “Dolayısıyla, der, şimdinin çeşitli boyutları vardır… geçmiş şeylerin şimdisi, şimdiki şeylerin şimdisi ve gelecek şeylerin şimdisi.”

Kant, zamanı -dünya tarafından “verilen” ya da ona yansıtılan bir şey olarak değil de- algıyı organize etmenin bir aracı olarak tasavvur eder. Bu kavramdan yola çıkarak matematikteki “sentetik a priori” görüşünü geliştirmişti: dünyanın gerçeğini ona bakmadan bilebiliriz.

İnsanın zamana ilişkin anlayışını değiştirmesi entelektüel bir egzersizden fazlasıdır. Örneğin farkındalık ve sağlığı ele alacağımız 10. Bölümde iyileşmenin daima belirli bir süre aldığı inancını sorguluyoruz. Alternatif zaman görüşleri böyle bir sorgulamayı daha akla yatkın kılıyor. Aslında zamanın anlamına ilişkin kesin görüşler saçma görünüyor. Saygın fizikçi Ernst Mach, “Şeyleri zaman içinde ölçmek tümüyle gücümüzün dışında,” diyor. “Tam tersine, zaman, ona şeylerin değişimiyle vardığımız bir soyutlamadır.”

29 Aralık 2023 Cuma

GARİP BİR ÇİFT

Belediye kahvesinde siparişimi beklerken gözüm onlara takıldı. İki masa ileride bir çift. 60’larının erkek sonları, kadın başlarında gibi. Biri masanın başı, diğeri kenarında, birbirlerine dik açıda oturmuş, kağıt kitaplarına gömülmüşler. Gömülmüşler! Birinin yan döndüğü, kış güneşi altında ışıl ışıl denizi gözleri görmemecesine okuduklarındalar. Erkek belirli aralarda beyaz sakalını göğsüne doğru eğerek tik gibi bir hareketle çenesini oynatıyor, onun dışında tek hareket, sayfaları çeviren parmaklarında.

Onların gözü kitaplarında, benimki onlarda, baktıkça baktım.

10 dakika kadar sonra sipariş paketimi alıp önlerinden geçerken birden durdum.

“Konsantrasyonunuzu bozma pahasına.. Kitap okuyan, hayır, bütün dikkatiyle kitap okuyan insan görmek öyle hoş ki!.”

İkisi de şaşkın, erkek masmavi, kadın koyu renk gözlerini kaldırdı.

“Yok canım, o kadar da değil” dedi kadın, neredeyse mahcup.

“Gerçekten nadirattan. Eski bir editör olarak özellikle hoşuma gitti. Onca emek boşuna değilmiş diyor insan” dedim gülerek.

“Biz de belki biraz abartıyoruz ama..” dedi erkek.

“Ah, ben de öyle ama tabletten okuyorum.”

Kadın elini kalın, büyük boy, sayfaları kıvrılıp bükülmemiş tertemiz kitabının kaldığı yerinde sevgiyle gezdirerek “Ben dokunmayı seviyorum” dedi.

İlk irkilmeleri geçmiş, gülümsedik.

İyi günler dileyip yoluma gittim.

Bütün bu süre boyunca yumuşayan, tatlılaşan içime baktığımda kendimi bu kasabada ne kadar benzerlerimden uzak, sürgünde hissettiğim, bu tuhaf çiftin seyrinin eve dönüş gibi geldiği yüzeye çıktı.

27 Aralık 2023 Çarşamba

ÜZÜMÜ YİYOR, BAĞINI DA SORUYORUM

Bir zamandır üzerimde tatlı bir sükunet var. Şöyle bir etrafıma bakındım, ne eksildi ne çoğaldı ya da değişti de bu geldi?

Başka birkaç şeyin arasından sosyal medyadan kopuşum öne çıktı.

Haftalar oluyor, Instagram hesabımı kapadım, Facebook’a uğramaz oldum.

Önceleri uluslararası diyaloglarıyla hoş, besleyici bir platform olan bu sonuncusu, çok uzun zamandır akışıyla sel sularını andırıyordu. Newsfeed’inde izlediğin bir iki arkadaş, derken isteyeceğin düşünülen bir yığın link, haber, site. Şişmiş hayvan leşleri, arabalar, tahta parçaları bulandıkça bulanan sularda girdaplanarak akıp.. gitmiyor, gitse keşke, seni de içlerine alıyor, uyuşturuyor, bulandırıyor. Tuz buz olmuş dikkatinle aklın perme perişan.

Gerekli gereksiz bunca malumatın bombardımanı zaman algısını kuşa çevirip ya şimdi ya hiçbir zaman’a sıkıştırarak insanda bir acillik duygusu uyandırıyor. Hadi, hemen tepki göster, bunu da beyan et!

Yakınlarda sosyal medyanın gerçek bir tartışma ortamının düşmanı olduğuna dair bir şey okudum. Burada önem verilen etraflı düşünme (zaman!), dinleme, karşılık verme değil, peşinde olunan asıl şeyin (beğenilmek ve onun vaadi pompalanan özgüven) hizmetinde tepki göstermek olduğunu söylüyor ki bunu her kullanıcı yaşar zaten. Bir sahtelikler pazarı burası. Sahte heyecan, sahte doyum, sahte (ama etkisi gerçek!) kaygılar. Para eden de köşelilik, sertlik, vuruculuk, çarpıcılık.

Kalburun üstü de bir süre sonra kendini tekrarlamaya başlıyor.

E yeter artık diyene kadar yavan, hiçbir besleyiciliği kalmamış bir evliliği sürdürür gibi sürdürdüm daha bir zaman.

Bir bağımlılığın sonu başka bir kaynak (ya da onun sezgisini) bulduğunda geliyor. Sana o adımı bir attıracak pir attıracak enerji, cesaret.

Geldi ve çıktım.

Getirdiği sükunet birikimliymiş demek ki bu sabah farkına vardım.

Bu beni sırf sosyal medyada değil, genel olarak malumat bombardımanına karşı da aşılar umarım.

Daha çok işitmek (bilmek değil, hayır! Bu akım ile gelen bilgi değil, ajitasyon), sırtıma daha çok sorumluluk yüklemiyor. Beni bir şeyleri sadece kendi irademle değiştirebileceğim yanılsamasıyla boğmuyor.

Sırt çevirmek, imgemi parlatmayı bırakıp eve dönmek gibi. Zaafları, güçlü yanları, aydınlığı ve karanlığıyla kendimden yola çıkmak.

Yolculuğu da zamana sermek.

22 Aralık 2023 Cuma

MORPHEUS’UN YAMAKLARI

Tekerlekli yatağım işlemin yapılacağı odaya itildiğinde mavi üniformasıyla ayakta, devrelerimi kapatacak ilaçları karıyordu. Genç, güleç. Yarı dönük, selamladı.

Başucuma gelip elimi eline aldı. Çekmeyin, dedi. Başımı çevirdim. İğne tiz bir girişle derimin altına süzüldü. Yüzümü buruşturdum. Hemşire tüpleri burnuma soktu. “Plastik kokusu rahatsız edebilir. Oksijen veriyorum.” Öte yanda damara basılan ilacın keskinliğiyle kasıldım bir an. “Yok, rahatsız olmam” dediğimi hatırlıyorum. Sonra da hiçbir şey.

Parantez kapandığında odaya getirilmiş, capcanlıydım. Gidişlerde (nihayet de en sonuncusunda) korkulacak bir şey olmadığını, bütün yapacağının kaydırağın başına oturup ellerini bırakmak olduğunu vaaz ediyor öte tarafa bu yarı sanal kısa turlar. Rüyaları çevreleyen derin, koyu, doyurucu karanlık.

Bitti, dediler, giyinebilirsiniz.

Doktor olsam anestezist olur muydum?

Olabilirdim. Bu işin diplere karışan mitolojik bir yanı var -en azından eğitimini alana kadar.

Tanrısı da Morpheus.

16 Aralık 2023 Cumartesi

İMGELER KİTAPLIĞI

Kendimi tanıdıkça daha belirginleşiyor. (Çünkü biliyoruz artık değil mi, iç içe yaşamak ille de tanımak demek olmuyor. Tersine, ne yapacağını aşağı yukarı öngörebilmek sanılan derinlemesine tanımanın önüne geçebiliyor. Çevremizdekilere yaptığımızı kendimize de yapıp alınlara yapıştırdığımız sıfatlar, tanımlar, kritik anlarda çekilmiş birkaç zihinsel-ruhsal foto/klişeyle yetiniyor, geçiyoruz.)

İmgelerle düşünüyorum. Sırası doğal akışta karışsa da başı sonu ortası olan düşünceler değil zihnimden akan; bunlara çokça katılan imgeler. Bol ilikli kemik suyu gibi (al işte!).

Düşüncenin yapıtaşları bende imgeler.

Bir şeye yaklaşır, anlamaya çalışırken iki ayak üzerinde ilerleyen düşüncenin ayağı beliriveren (çakan) bir imge ile yerden kesiliyor ve bu imge bana bin kelimeye bedel -ve doğrudan!- bir anlayış veriyor. Sayfalar dolusu okusam bu şekilde ulaşamayacağım bir öze anında erişim.

Senin şu benzetmelerin, nerden de bulursun! derler. Aramam ki. Benzetmeyi yapan bir “ben” de yoktur ortada ne de yapılan bir şey. Beni de hoş bir şekilde şaşırtarak bana “gelirler.”

Sabahın körü, başka birinin kendini ifadesine sunduğum yazı dilim aklımdan geçerken hazır köfte harcı ile yavan kıyma imgesi belirdi. Kıyma senden, gerisini bununla hallederiz!

Bunları düşündüm ve gülerek kalktım.

14 Aralık 2023 Perşembe

FİLTRELER- FİLTRELER

Bir şeyin, herhangi bir şeyin sivrilerek dikkatimin ön planına çıkabilmesi için ne çok koşulun hizalanması gerekiyor!

Dikkatim onu dört bir yana çekiştiren etkilerden (kaygılar, arzular, akıl çeliciler) nispeten özgür, açık olabilmeli.

Nesnesine ilgi, merak ya da ihtiyaç duymalı.

Bildiklerini bir yana bırakıp kapıyı bilmediğine açabilmeli.

Bu nesnenin zemini sürülmüş bir tarla gibi hazır olmalı.

O vakit filtrelerimden su gibi içime akabilir.

Yoksa, hazır olmayışın, direncin, tepkinin, önyargıların üst üste sıralanan filtrelerinin tepesinde ayva gibi takılıp kalır. Benim dikkatimin sahnesinde yıldızlaşan şeye onu sunduğum kişiler omuz silker, dudak büker, hazır-bayat reflekslerle alaşağı eder. Ya da bu kadar bile algılanmadan geçilir. Tıpkı bu yıldıza benim de geçmişte belki yapageldiğim gibi.

Kişisel-çevresel koşulların bu karmaşık etkileşiminden soyutlanmış “tavsiyeler” onun için bu kadar havada kalıyor olmalı. “Kişisel gelişim” vd girişimlerin pek yol aldırmaması bundan mı? Ben yaptım iyi geldi, sen de yap!

Dikkatimin sahnesinde böylesine berraklaşmış, etkinleşmiş duran şeye onun öyle olmadığı kişi gözlüksüz bir ileri derece miyop gibi “bakıyordur.” Tıpkı benim de miyop kaldığım nice şey gibi.

Hiç değilse bunu öğrendim. Benim için ışık ve yoğun bir enerji, heyecan kaynağı olanın, onu böyle ışıldatmış koşulların yokluğunda karşımdaki için taş kadar donuk kaldığını. Herhangi bir şey ifade etmediğini.

13 Aralık 2023 Çarşamba

ARNOLD

Schwarzenegger hem kendisi olarak hem de kafamda aldırmadığım bir klişeydi. Netflix’teki, 75 yaşından gerilere uzanarak kendini anlattığı 3 bölümlük belgeselin başına da öylesine oturdum.

İlk bölüm çocukluğu, gençliği ve vücut güzelliği.

İkinci bölüm film yıldızlığı.

Üçüncü bölüm Kaliforniya valiliği.

Saatten saate ilgim çeşitli açılardan uyandı. Sonuna geldiğimde al sana Amerikan Rüyası dedim.

Ama bu, rüyaya, insanın sınır tanımadan düş kurma dürtü ve zorlanımına, oralardan da neden-sonuç ilişkilerini ne kadar basmakalıp ve etrafsız kurageldiğimize bakışıma hoş bir yeni örnek vaka oldu.

*

Üç ayrı yaşam yolunu Arnold bir taneye sıkıştırmış. Hepsinde itici gücü en iyi olmak, en tepeye ulaşmak. Doymak bilmeyen “en” açlığı bir alanda yapılabileceği yapıp zirvelerine birkaç kere tırmandıktan sonra onu yenisine itmiş.

Başarı açlığı ve tatmin tanımamasının altında, artık benzeri durumlarda ilk bakışta seçebildiğim şeye işaret ediyor: Huzursuz veya yarı namevcut anababanın onayına bağımlı ve aç olan çocuğa. Çocuk ilerde girdiği yetişkin kalıbında bir durup kendisine kulak verilmedikçe dibi delik kovasıyla yılmadan usanmadan uzaklardan su taşıyarak değirmenini döndürmeye çalışıyor. Göz boyayabiliyor hatta kamaştırıyor ama hep “Derdin ne senin yavrum” denmemiş o çocuk. Kovasının dibi delik kalıyor.

Schwarzenegger’in kovasını savaştan yenik dönmüş Nazi askeri babasının, yaşadığı ağır TSSB ile deldiği, şiddet gören annenin de bunu yamayacak halde olmadığı anlaşılıyor.

Arnold için doğduğu yer olan güzelim Thal yöresini cehenneme çeviren ve Amerika’da ütopikleştirdiği bir kaçış cenneti bulmasına yol açan böyle bir çocukluk.

Amerika dünya aleme pazarladığı Rüya’sı ile kovası delikler için doğal bir mıknatıs; Arnold ile tencere ve kapak olmuşlar.

Kendini ilk iki hayat bölümünde seyirlik olarak pazarlayıp kendisi seyredilip onaylanmaya ne kadar açsa seyretmeye o kadar doyamayan kalabalıklardan bunun semeresini bolca alıyor.

Valilik faslı da öyle başlıyor ama ilginç bir şeye evriliyor. Amerika’nın alışılmışın dışına esneme yeteneğini sonuna kadar kullanarak zerrece anlamadığı yönetim “işine” de önceki girişimleri gibi, cesaretle ve hedeflerinde sergilediği gözü karalıkla bodoslama dalıyor. Valiliğin kitabını bilmiyorsam kendiminkini yazarım der gibisine cesareti, atılganlığı insanların, kitlelerin yüreğine dokunma kabiliyetiyle harmanlayıp her yiğidin harcı olmayacak işbirlikleriyle (Demokratlar!, azınlıklar, kadınlar ile) belki kendini bile şaşırtacak kadar başarılı oluyor.

*

Arnold’ü ilk bakışta siyah ya da beyaz denecek koşulların son derece akışkan bir şekilde birbirinin içine aktığı bir seyir olarak izledim. “Olumsuz” ile “olumlu”nun durmadan birbirini doğurduğu bir seyir.

Rüya müthiş bir dizi başarı hikayesi olarak görülmüştü. Bu bize Amerika’nın dedikleri kadar bereketli bir başarı zemini olduğunu mu gösteriyordu?

Yoksa bizim bireyler halinde gördüğümüzün ucu bucağı olmayan bir iç-dış koşulların ürünü olduğunu mu?

Amerika’nın düşleyebildiğini gerçekleştirme olanağı sunduğunu mu, yoksa rüya görenlerin akıntılara çektikleri küreklerle yarattığı bir diyar olduğunu mu?

Amerikan rüyasında Rüya neydi, gören hangisiydi?

Amerika, rüyasını görenleri kamçılayarak mı Amerika oluyordu?

Bu rüya büyük ikramiyesi tek, büyücek ikramiyeleri sayılı bir piyangoydu da sermayesini bütün dünyadaki milyarlardan mı devşiriyordu?

Kulağımdaki Avusturya Almancasıyla “Sen yok musun Arnold, yapmışın yapacağını” deyip tv’yi kapadım.

3 Aralık 2023 Pazar

SARI ŞAMANDIRA

 


Bir sabah perdeleri açtığımda karşımdaydı: Koyun ortalık yerinde sapsarı bir fenercik! Bu da nerden çıktı diye sorduğum arkadaşım, yok, o bir işaret şamandırası, dedi.

Ne yapıyor ki orada?

Belki tabanın sığlaştığı bir yeri işaretliyor.

Yeni mi aklına gelmiş de balıkçılar dışında teknelerin uğramadığı kış vakti göreve başlamış?

Orada batan bir tekne olduysa belki onu gösteriyordur.

Kim bilir kafasından neler geçiyor ama bu plastik minyatür fener, gözümün sabah ilk iş onu aradığı bir ahbap oldu.

Sarı plastik banyo ördeklerini andırmasıyla genel çocukluğun tatlı hislerini, küvetin sıcağı kuşatıcı, mis kokulu suyu, annenin dokunuşu, ördekle oyunlar vd uyandırarak gözümden kalbimde birikmiş anlara uzanıyor, içimi ısıtıp yumuşatıyor.

Dün yanlarından geçerken ağlarını onaran balıkçılara sordum.

Ha, o mu, dediler, şamandıra değil, büyük tekneleri uyaran bir fener, aşağıdaki balık çiftliklerinden kopup gelmiş. Sahil korumaya haber verdik, gelip çekecekler.

Etrafında sınır iplerinin beyaz makaralarından oluşma kopuk halkalar halinde denize yayılmış, adeta zil çalan etekleriyle demek ta üç koy öteden bata çıka gelmiş. Tam da sarı plastik bir banyo ördeğinin yapacağı gibi.

Gözlerim onu arayacak.

 


2 Aralık 2023 Cumartesi

KESKİN BIÇAK

40 yıllık sebze bıçağını pazara, bileyiciye götürdüm. Yorgun bir beygir gibi çalışıyordu, bilensin. Ne vakit görsem tırnaklarımı uzatasım gelen taşı döndürdü (“Bunda güzel manikür yapılır, ha?”), bıçağı birkaç saniye tuttu. Dönüp zımparada pürüzsüzleştirdi. Bir parça gazete kağıdının ucuna şöyle bir değdirmesiyle incecik bir şerit kesivermesi bir oldu. Aynı kağıda sarmaladığı, şimdi artık Ferrari’nin şahlanan aygırına dönmüş deminki yorgun beygiri uzattı.

Bıçak, ertesi sabah kahvaltı çanağıma yeşillikleri doğrarken bir an kesme tahtası üzerindeki bu minyatür yağmur ormanında kaybolan parmağımın ucuna da gazete kağıdına yaptığını yaptı. Yüzeysel ve küçük kesikten durmadan kan sızarken profesyonel mutfaklarda çalışmanın akut tehlikesini tenimde bildim. Tevekkeli değil, eğitimleri teknikle başlıyor.

Zihnim bıçakla karşılaşmalara bilenmişken akşam Netflix’te karşıma Surgeon’s Cut diye bir belgesel çıktı, daldım içine. Dört bölümünde dünya çapında mesleğinde çığır açmış birer cerrahın öyküleri, yaklaşımları, bıçağı ele alışları anlatılıyor. Biri kadın, bir prenatal, bir beyin, bir karaciğer nakli bir de kalp cerrahının operasyon görüntülerini de içine alan hikayeleri. Ölüm-yaşam, kibir-tevazu, tanrı-insan; ameliyathaneleri büyük temaların arenası. İnsan bedeninde bilinmeyenin dipsizliğine dalar gibi giriyorlar. Devede kulak olduğunun fevkalade bilincinde oldukları ve durmadan biledikleri bilgilerini Prometheus’un ateşi sunuşu gibi insan hayatına sunarak. Tutkuyla, huşuyla, büyülenerek.

İyi kullanılmış bıçak onları ölüm, evren ve sonsuzluk karşısında yüceltiyor.

Belgeselin sonuna gelmeden bir arkadaşım başka bir cerrah belgeseli önderdi: Bad Surgeon. Starlaşmış İtalyan göğüs cerrahı Paolo Macchariani’nin tüyler ürpertici macerası. Yaptırdığı plastik yemek borularını, bedende çoğalıp protezi gerçeğine dönüştüreceği iddiasıyla kök hücrelere bulayıp taktığı umutsuz kanser hastalarıyla başlıyor. Daha sonra, birtakım yaşamsal olmayan sorunlar yaşayan sağlıklı insanlara geçiyor.

Macchariani, neşter ehli pek çok meslektaşı gibi tanrılığa yaklaşmak ile insan olmanın uçurumu arasında gidip gelmiyor; tanrı katını mekan tutmuş gibi dolaşıyor. Özgüveni fazlasıyla şişmiş, karizması yoğun ve sadece kadınları değil, ameliyatlarının çoğunu gerçekleştirdiği, İsveç’in yüksek prestijli Karolinska Enstütüsü (Nobel Tıp Ödülü burada veriliyormuş) yönetici ve birlikte çalıştığı hekimlerini, sayısı bilinmeyen denek bulduğu Rusya’da yöneticileri, kendi ülkesini, dünya basınını, gözleri kamaştırıp orada burada uç veren kuşkuları kendisi yerine susturup savuşturacak kadar ikna ediyor ve kurban yakınlarının rızasını alıyor.

Onca pırıltı ardında hiçbir dayanağı olmayan yönteminde doğrudan insanları kobay olarak kullanıp korkunç acılarla ölüme terk ediyor. Ve arkasına bile bakmadan yeni kurbanını (şu ülkeden güya aile kuracağı bir kadın, bu ülkeden bir ameliyat gönüllüsü) ağına düşürmeye koşuyor.

Foyası meydana çıktığında bile fazla bir bedel ödemeden yoluna devam ediyor.

Bıçak ve iki yüzü.

(Aslında çok daha fazlası. İnancımızın dayanakları ve körleştiren bir güvene kapılma mekanizmalarını da gözler önüne sermesiyle şu gündemdeki Fatih Terim Fonu bağlamında da pek ilintili.)

*

Bu sabah da, meyveyi onunla doğrama! diyen kendimi dinlemeyip diğer elimde bir parmağı kestim.

Sözü dinlenmeyen yanım, bu sersemin kanını durdurmak için kalkarken, “Sen kim Ferrari kullanmak kim! O işi kurtarıcı-katil cerrahlarla mutfak erbabına bıraksan?” diye söyleniyordu.