29 Nisan 2011 Cuma

36°09′29″N 33°41′30″E

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/360929N334130E#

DİRİ DİRİ

Babam, Zen Eti Zen Kemiği’nden şu dizelerle uğurladı beni:


Yalınayak, bağrım açık,

insanlarla haşır neşir,

yırtık çulum, tozlu yolda ne mutluyum.

Büyü müyü değil beni böyle uzun yaşatan,

neye baksam diri diri,

ağaçlar da

taşlar da.

.

28 Nisan 2011 Perşembe

DÜNYANIN EN DEĞERLİ DİĞER ŞEYİ

Babamı yürüyüşten getirdiğini kirinden temizlerken buldum. Gözleri ışıldıyordu.

“Tam da dün okumuştum” dedi:

“Mürit sormuş:

‘Usta, dünyada en değerli şey nedir?’

‘Ölü bir kedi kafası’ demiş mürşit.

‘Nasıl olur?!’

‘E, ölü bir kedi kafasına nasıl paha biçebilirsin?’ “

Kesilip atılmış, ucu yanmış kaktüs dalıyla taşıdığı etli kısma hayranlıkla baktık. Yüzeyi soyulmuş, içindeki damarlar, su yolları olanca karmaşıklığıyla açığa çıkmıştı. Leonardo’nun anatomi çizimlerini hatırladım. Öznelerinin taşıdığı hayata dokunmak istercesine daha da derinlere uzanır görünen o esaslı sepya desenleri.

Belki de Leonardo ile benzer bir huşuyla seyrettik bu parçayı babamla.

Araya dini filan sokma dürtüsü duymadan.

Dosdoğru!


22 Nisan 2011 Cuma

YAĞMURDA MANGAL

Tabağımda süregiden dikkatli operasyondan başımı kaldırıp (kulaklığını takmamış olan) babama “leziz!” işareti yaptım.

Yüzünü fena halde ekşi bir şey yemekteymiş gibi buruşturdu. “Fiyasko oldu!” dedi. “Fazladan zeytinyağı koymakla hata ettim!”

Bense;

1- Hayatta kaldığımız için mutluydum. Izgarada yapalım dediğim tavuk pirzolalar için babam mangalın daha uygun olacağına karar vermişti. Yağmur yüzünden mangalı üç tarafı kapalı girintide hazırladı. Rüzgar da el mi yaman, bey mi, gör bakalım dercesine batıdan eserek olanca dumanı ona ve arada bir çıkıp hala soluk alıp almadığına bakan bana yutturdu durdu. Fazladan zeytinyağlanan pirzolaların kudurttuğu ateşin ışığına rağmen gece karanlığında pişen tavukların akıbeti o kızılca kıyamette anlaşılmıyordu pek. Kapıp getirdiğim ışıldak, kesif dumanı dil dil yararak tavukların atalar sözünü çoktan hak etmiş olduğunu gösterdi. Neyse ki makus kaderleri, ciğerlerimizin dayanma süresinden önce tamamına ermişti. Yaşamak güzel!

2- Tabağımda, ancak kıdemli bir itfaiye şefinin tanık olduktan sonra gündelik hayatına az çok sorunsuz devam edebileceği manzaralardan geri kalmayan bir görüntü, karnımı doyurmak istiyorsam gözümü susturmam gerekiyordu. Yaptığım da bu oldu. Kavrulmuş, simsiyah suları içinde yüzen talihsiz et parçalarını kömür tabakalarından sıyırırken görüşümü de donuklaştırdım. Tüm gücümle tada yoğunlaştım. Gerçekten de hiç fena değildi.

İnsan, ayağına bağ olan algılarını devreden çıkarabilmeli!

Şarabımı daha böyle nice mangal yapmasını canı gönülden dilediğim babamın sağlığına kaldırdım.

O ise gevşeyemeyen yüzünü tabağına indirip biraz daha buruşturarak,

“Fiyasko oldu!” dedi yine.

.

KOLTUK

Sevgili grubum, 35 yıl önce mezun olduğumuz okulun yeni binasında konser vd. etkinlikler salonunun bağışlara açılan yapımına kolları sıvadı. Belli bir miktar karşılığı koltukların arkasına siz ya da sınıfınızın adını taşıyan bir plaket konulacak, etkinliklerde de burası size ayrılacak.

Organizatör ve ateşleyici genleriyle doğmuş olan moderatörümüzün olayı fazla da davulunu çalmasına gerek olmadan duyurması yetti. “Kırk benzemez” olmakla birlikte farklılıkların sevgiyle kabulüne dayalı tatlı bir ahengimiz var. İstekler desteklenir, tek tek canımızı sıkanlar birlikte taşlanır.

Yerimden uzakta, güneyde bir yerlerden izliyorum grubumuzu ve onların bir kez daha bir şey etrafında bir araya gelişlerini. Uçaktan art arda atlayıp havada el ele tutuşarak petek oluşturan paraşütçülere benziyorlar.

Bağış için saptanmış, kimsenin kesesine fazla dokunmayacak miktar oradan buradan geldikçe geliyor. Bir koltuk, hatta ikincisi.. Ne ısrar var ne de katılmayanı dürtükleme. Grup içi dinamiği kendi akışını oluşturuyor. İnsanların “Anlamlı bir iş, üstelik bizim okulumuz. Elbette!” diye kolayca gerekçelendirebileceği katılım kendiliğinden oluşuyor.

Bulunduğum yerde, alışılmışın dışına kaymış algılayışımla seyirciyim. Doğanın, sükunetin ortasında, insanlardan uzak olmak, topluluk faaliyetleriyle aramda bir debriyaj etkisi yaratıyor. Kapılmanın yerini kıyıda kalıp izlemek alıyor.

Öyle yaptığımda, üzerine giydirilen (makul, anlamlı, düşünme filan gerektirmeyecek kadar da hafif, basit) kıyafet sıyrılıyor ve gördüğüm çıplak bir grup dinamiği oluyor.

Aidiyet hissi ve insana yaptırdıkları. Birlikte atılan her adımda harcı biraz daha pekişen topluluk ruhu. İnsani yardım, kültürel destek vb. ile ak ucundan linç ve din savaşlarına kara ucuna, geniş ve aynı yelpaze. Katılımın gönüllü ya da baskı, zorbalıkla olması da buradan bakışla aynı özün aldığı farklı biçimlerden ibaret. Akılcı ya da us, insanlık dışı olması da tanımını değil, ortaya konuşunu değiştiriyor yalnızca.

Arkadaşlarımı sevgiyle içimden geçirirken birbirlerine eklenerek oluşturdukları peteği izliyorum.

Arkasında ismim filan yazmayan basit bir beyaz plastik piknik koltuğu, daha oturaklısına hiçbir arzu duymayan, mevcut halinden fevkalade hoşnut gerime yetiyor da artıyor bile.

.

18 Nisan 2011 Pazartesi

SES SESSİZLİĞE KARŞI

Baharın silkindiği gibi kıştan sıyrılışı. Güney. Bağırtkan olmadan belirgin canlanış. Dalda dalga diz boyu otlar, rengarenk küçük çiçeklerle uyanan toprak, ısınmaya başlayan hava, su.

Seslerden de..

Programlarını açan cırcırböcekleri, Arap bülbülleri, guguk kuşuyla pür telaş serçeler (hayvanlar küçüldükçe sesleri cüsse niyetine cazgırlaşıyor olabilir mi?), “sonar kuşu” (düzenli uzun aralarla tek bir billur nota üflüyor, bir tür baykuş olmalı).. Çıktığında kayalıklara vuran denizi, palmiyeleri hışırdatıp ev aralarında ıslıklar çalan, güneşin batmasına yakın sütliman kesilen doğu rüzgarı. Biraz ilerideki yeni yazlık inşaatının arada bir çalışan, öğle üzeri onu da kesen işçilerini saymazsak insan sessiz.

Kulaklarımdan başlayıp içime uzanarak beni kendim dahil insan varlığından dinlendiren bu cennetsi sükunet 5 çayına dek böylece sürüp gidiyor.

Tavşan kanı çaylarımızı çayın iki-üç ton açığı ama aynı tatlılıkta akşam ışıklarına, verandaya getirdiğim an bu huzur dolu “boşluğu” kendi ellerim, daha doğrusu gırtlağımla paralıyor, kulaklığını bazen takan, pek de fark etmediğini söyleyerek çoğu zaman boş veren babamla avaz avaz bir sohbete girişiyorum. İnsanın bir yandan bağırır, haykırırken de yürek tatlılığını sürdürebileceğini öğreniyorum gerçi. Havan topu gibi patlamalı sesle bile bir insanla gönül birliği kurulabileceğini. Ama bu, elimde hançer, çepeçevre eşsiz bir tuvali parça parça ettiğim duygusundan yine de alıkoyamıyor beni.

Sesim, insan sessizliğini tuzla buz ederken o sessizliğin özündeki derin barışı babamla aramızdaki bağa bununla döşemek ne tuhaf çelişki!

.

13 Nisan 2011 Çarşamba

DUYDUK DUYMADIK DEYİN

Babam, koridorun 30 yıldır kapanmamış camlı kapısını kapanıp kilitlenebilir hale getirmeye karar vermiş.

Kapı şişmiş, badana sırasında astarı da çok kalın vurulmuş ama oluyor bak, dedi. Nasıl oldurduğunu gösterdi. Kapıyı gümbürtüyle yarı oturtuyor, sonra anahtara demir bir çubuk sokup tüm gücünüzle çeviriyordunuz. Kilitlenir gibi oluyordu.

İçine sinmemiş olmalı, bir sabah hışır-hışır hışır sesleriyle uyandığımda elinde avuç içi kadar bir zımpara parçası, kapının kenarıyla uğraşır buldum. Bu işlerden hiç anlamam ama uğraşın umutsuzluğu benim için bile ortadaydı. İşe yaramayacağını bildiğimden sesimi çıkarmadım. Hışırtı sürdü gitti.

İki gün sonra gittiğim yerden dönüşte “Gel!” dedi, yüzü bir kent daha fethetmiş muzaffer bir imparatorunki kadar aydınlık. “Çok güzel yaptım.” Kapıyı korkunç bir şangırtıyla çekti: “Şimdi çevir anahtarı!” Damağımı kaldırıp birkaç saniye boyunca camların dört bir yana dağılmasını bekledim. Sonra anahtarı çevirdim. Evet, artık demir çubuğun yardımına gerek yoktu. “Şimdi aç!” Normal bir kapıyı açar gibi yaptım. Bir şey olmadı. Kımıldamadı bile.

“Hayır” dedi, “Şöyle.” Ve aynı anda okkalı bir tekmeyle pekiştirilen omuz darbesiyle ortalığı ilkinin iki katı bir şiddetle ayağa kaldırdı.

Ben gözlerimi yumup bu sefer kesin dediğim dağılmayı beklerken, “Gördün mü, gayet iyi oldu!” dedi nurlu bir ifadeyle.

Algılardan işitmeyi silerseniz ortada hiçbir sorun kalmıyordu ama bu henüz sadece onun dünyası.

*
Onun sessiz sandığımız, gerçekte hiç öyle olmayan dünyası.

Sadece işittiğimiz sesler aynı değil.

Beyinde bir kez işitme merkezine yer açılmışsa burası dış uyaranla “doyurulmadığında” beyin uyaranlarını kendi üretir, olmayan sesler yaratır, bedenin iç seslerini çoğaltarak işitirmiş.

Yani dış alemde yönlenmenin görmek kadar önemli bir kanalını tümden devreden çıkarmak söz konusu değil. Ya olanı algılayacak ya da olmayanı uyduracak ama durmadan bir şeyler işiteceksiniz.

İkincisinin işe yaradığı durumlar da yok değil. Birçok tehlikeyi öngöremiyor (önduyamıyor) olabilirsiniz ama kim bilir belki böyle daha az diken üzerinde yaşıyorsunuz.

*

İşitmemek görmemekten daha ağır depresyona yol açabiliyormuş.

Babam için böyle değil. Olumlu yaradılışıyla işitmemenin çikolata yüzünün tadını çıkarır görünüyor.

Kapıya omuz vurup tekme savururken yüzüne yayılan mutluluk ifadesi başka türlü açıklanamaz herhalde..

.

8 Nisan 2011 Cuma

9 NİSAN

Yüzüme yayıldığını hissettiğim bir gülümsemeyle içindeki çoğulluğu seyrediyorum.

Bazen, saydam çizim kağıtlarına yapılıp üst üste konmuş portreleri andırıyor. Ya da aynı perdeye birlikte yansıtılan iki filmi.

Daha kolay bir benzetme, piyanoyu çalan sağ el ile sol el de olabilir tabii.

Her neyse, bir kez ayırdına vardıktan sonra onun bu iki ana yönünü haklarını vererek izlemek çok hoş.

Biri tam bir görev, sorumluluklar insanı. Hayatında birincil yeri tutan, verilmiş sözleri, seçilmiş bağlantıları, benimsenmiş gerekleri sonuna kadar yerine getirmek. Etkili bir organizatör olması, geniş, çeşitli sosyal ağı işini kolaylaştırırken bir yandan yapılacak işler listesine yeni yeni maddeler de ekliyor. Ama hepsinin üstesinden alnının akıyla geliyor.

İşledikçe yenilenen enerjisi, ustalıkla kullandığı bir keski gibi elinde.

Ya da nice hoşluk çıkardığı marangoz atölyesinden herhangi bir alet.

O enerjinin diğer ucunda hayatın başlangıç hazzını, heyecanını zerrece yitirmemiş gerçek bir Çocuk var! Beklenmedikliklerden, sürprizlerden hoşlanan, onlara çanak tutan, ortalıkta hiçbiri olmadığında gidip kendi yaratan.

Oynayan, dans eden, ellerini çırparak yaşayan.

Ve paylaşan. Yaşadığını paylaşarak çoğaltan. Yalnızlığı beceremediğinden, kendi kendine huzurla, tümlükle kalmayı bilmediğinden değil. Biliyor. Bağları güçlü tutmanın asıl neyi beslediğini daha da iyi bildiğinden.

İlişkilere onun gibi bir yer vermenin, kök salan bitkinin sığ toprağı çoğaltmasına benzediğini ben ondan öğrendim galiba.

Köklerin uzun, yaygınsa yaşama alanının kısıtlarını aşar, besleyici zeminini bunlarla oluşturursun. Alır verir, çoğaltır, zenginleştirir, beslenirken beslersin.

Çocuk yanıyla da, hayatı ölümüne ciddiye alan aşırı yetişkin yanıyla da yaptığı ortak bir şey varsa bu da o.

İster ödev olarak ister çocuğun has spontanlığıyla olsun, sunduğu.

Arkadaşlığının bu sağlam zemininde yaşarken yaşatmak.

Arkadaşlarına da “iyi ki doğmuş!” dedirtmek.

İçinde, dışında daha nice güzellik yaratıp yaşayacağın yıllara.

Günün kutlu olsun!

.

3 Nisan 2011 Pazar

72b GENİ

“Kendini hâlâ halsiz hissediyor olursan yarın yola çıkma!” dedi beni yaşıma denk zamandır bilen Süt Kardeşim bezgin bir endişeyle.

Okun yaydan çıktığının ikimiz de farkındaydık. Sahneyi şimdi kimin doldurduğunun.

Nasıl çalıştığını ona açıklamaya çalışırken bu yanıma isim niyetine bir gen sıra numarası vermek daha uygun göründü. Diz altı refleksi kadar doğrudan ve cevapsız bırakılması da imkansız oluşuyla insani hiçbir görünüme bürünemeyen salt elektro-kimyasal bir tepkiye benziyor çünkü.

İlle bir karaktere zorlayacaksam, elinde tırpanıyla zavallı ölümlülerin peşine düşen, siyah cübbesi içinde suratsız, ona karşılık her şeyi, bütün ışığı yutan gövdeli Ölüm Meleği’ninki olurdu bu.

Bir şeyi yapmayı kafama koyduğum an tetiklenen o. Dökülen benzinle üzerine düşen yanar çıranın ilişkisi sonrası. Araya ne akıl girebiliyor ne de daha gönül çelici bir vaat.

Telaş, sabırsızlık, diyor en yakınlarım bile. Bu kadarı onlara yetiyor. Oysa bu tür sıfatlar neden değil, sonuca işaret ediyor. Bir şey açıkladıkları da yok.

Sonunda merak eden ben oldum. “Biliyorum zaten!” yanılsaması uyandıran sıfatları bir yana bırakıp sıfırdan kulak verdim.

O müthiş zorlayıcılığı nereden geliyor?

Dediğini yapmasam ne olacağını hissediyorum?

Ölüm Meleği imgesi o zaman belirdi.

Hadi uçlardan hiç korkmayalım, ötesinde ölmeye eşdeğer dipsiz bir karanlık, hiçlik tehdidi algıladığımı fark ettim. Sadece bu zorbanın “Yap!” buyurduğunu edersem gelecek sefere kadar erteleyebileceğim bir yok oluş hissi.

Ne hoş!

Bunun dümdüz bir gen olduğunu düşündüren başka bir şey, babamın da tıpatıp aynı dürtüden mustarip olması. Bir kısım amcalarım gibi.

Davranış terapisi işe yarardı belki. Ama belki de 72b’nin koşullar denk düştüğünde gayet olumlu olabilen itici gücünü devre dışı bırakırlardı ki düşününce içim hilkat garibi yavrusunu bağrına basan bir ana şefkatiyle karşı çıkıyor.

Bu da demektir ki yarın yolcuyum!

.