30 Eylül 2019 Pazartesi

NE VAR NE YOK


Bazen ne var değil, ne yok diye sormak lazım.

Hayırdır, ne var, neden konuşmuyorsun?

Konuşma isteğim yok.

Bir şeyin olması açıklama bekliyor. Olmamasına ise söylenecek şey yok.

Bu ikisini birbirinden ayırınca insan öküz altında buzağılar aramaz oluyor.

İyi şey. Temiz.

27 Eylül 2019 Cuma

KAMA SUTRA


Sıcak huy değiştiriyor. Şeker ve alkole yatırılıp güneşe bırakılan vişne gibi şimdi. Tatlanıyor. Boğucu değil, kucaklayıcı. Kalabalığın çekilmesi, gürültünün dinmesiyle atmosfer de. Ortalık eskisi kadar tenha.

Akşam gözün yıldızlarda, yürümek. Öğleyin son şezlonglara serilmek, başını kitabından, defterinden kaldırıp renklerin, ışığın neredeyse iç acıtan güzelliğine dalmak.

Ve törensel akşamüzeri denizi.

Dev bir kalbur. Sapı samandan, paraziti yararlıdan, zehri şifadan ayırıyor. An’ı öyle bir derinleştiriyor, enginleştiriyor ki ne geçmiş kalıyor ne gelecek.

Suda ve anda kaldıkça doğasına uyandığım düşünceler lif lif çözülüyor. Çapsız, sığ, temcit pilavı olmuşlar (şirdenden gelenler dedim onlara) ne nedir bilmeden güya sana destek olmak adına ortalığı yangın yerine çeviren ahbaplar gibi. Sesleri, tınıları, uyandırdıkları hisler artık çok tanıdık. “Zaten..” diye başladıkları an savuşturuyorum onları. Açılın! Sizden hayır yok bana da kimseye de. Dolduruşlarına gelmediğin an dağılıp gidiyorlar.

Sessizlikte ara sıra hissini de tınısını da çok iyi bildiğim usul dokunuş yüzeye çıkıyor. Yepyeni bakışlar sunan, geçmişin gevişi olmayan o. Bir kez kapını açtın mı elini hiç boş bırakmayan, kendi zamanında kendi armağanını sunan bilinmezlik.

Denizin sıcağı kal, diyor, kalabildiğine, gevşe, yumuşa, bütüne karış. Evindesin bağrımda. Aradığın neyse, dostluk, şifa, esin, bir olmak, aç gözeneklerini, al.

En derinlerimden birlikte titreştiğim bir yankı gövdesi deniz.

Güneş batarken eriyip ona karışıyorum.

23 Eylül 2019 Pazartesi

MAVİ KUMULLAR


Güneş, batmaya serçe parmağımın yarısı kala, aklaşan gökte sarı bir disk. Koyun o taraftaki kolunda kayalıklar, öte sahillerin açık fonuyla koyuca keskin dişli siluetler halinde öne çıkıyor. Güneybatı rüzgarının yüzüme karşı çalkaladığı sularıyla deniz kıpır kıpır uzayıp gidiyor.

Dalgalarda rüzgarın dolanışı kumullardakiyle aynı hareketleri yaratıyor.

Güneş altında ışıl ışıl lacivert bir su çölündeyim.

22 Eylül 2019 Pazar

HOMO FABER


Kafka’nın Amerika’sından hemen sonra Homo Faber’i okudum. Bunca zaman neredeymişim diyerek ilk kez okuduğum İsviçreli yazar Max Frisch’ten.

Amerika bir kez de onun romanında karşıma çıktı. Kafka’nınkinden çok farklı. Bir dünya görüşü iflası karşısındaki isyana yansıyan bir Amerika bu kez.

Ama Amerika burada kahramanın, yapan/eden/eyleyen adamın (homo faber) harcında yer alırken hayatın okkası altında hızla yamyassı olan bir arka plana dönüşüyor.

Walter Faber bir mühendis. Filtresi verimlilik, mantık, anlaşılırlık. Temiz. Net. Fazlalıksız. Objektif. Mesafeli. Duygularmış, tutkularmış, tutarsızlık, sezgi, içgüdü, imgelemmiş, sanatmış, elinin tersiyle kenara ittiği şeyler. (Uçağının zorunlu iniş yaptığı çölü bile bir mühendisten ibaret yaşayabiliyor.)

Ama derken..

Max Frisch meğer ne müthiş bir yazarmış! Walter Faber’in ağzından mekanik ve mistik, özdeşleşilen ve kategorik olarak reddedilen iki algılama biçimi olarak aynı anda ete kemiğe büründürülüyor -ki nefesli bir sazdan aynı anda iki ses çıkarabilmek kadar esaslı bir hüner olduğunu düşündüm.

Tempo, kurgu mükemmel. Almanca Frisch’in elinde/Faber’in dilinde Kafka’nınkinden ne kadar farklı! Son derece kıvrak, ekonomik, ritmik. Tıkır tıkır işleyen bir alet.

Hayat teknik bir olay olmaktan çıktığında, safi kafa adamımız yönünü kaybettiğinde, Yunan trajedileriyle aşık atan olay örgüsünde bile bu olgusal dil hakim ton olarak kalıyor. Homo faber’in optimum hale getirilmiş enstrümanı görünürde. Gerçekteyse işinin ehli bir yazarın olmayanı (dışlananı, baskılananı) olanda verebilme ustalığı olarak.

21 Eylül 2019 Cumartesi

AMERİKA


Kafka’nın Amerika’sı.

Sofradaki hangi özel aletle tutup etini nasıl çıkaracağımı bilemediğim nadir bir deniz kabuklusu gibi başladı okumam. Taslak olarak elime gelse yazarını incitmeden geri çevirmeye çalışırdım diyerek.

Bir süre sonra beni rahatsız edenin bu roman değil, ondan standart beklentilerim (kurgu, öykü akışı, karakterlerin gelişimi, tempo, sürükleyicilik, tutarlık vs) olduğunu fark ettim. Süzgecimi bir yana koyup malzemeye odaklanarak yola devam ettiğimde Amerika’nın sundukları başkalaştı. Onu serbest bir metin olarak ve kendine özgü tadını alarak okudum.

Bir tema etrafında çeşitli rüyaların kaydı gibi. Rüyalardan gerçeğe yakınlık ya da inandırıcılık bekleyemezsiniz. Ne de keyfinize göre uzayıp kısalmasını. Rüya rüyadır. Kendi debisiyle akar, olur, biter.

Buram buram Orta Avrupalı düşçümüzün imbiğinden geçen bir Amerika (fikrinden önce) hissi bu. (Almancası Amerika’yı Amerika’dan daha da uzaklaştırıyor.)

Grotesk figürler (bir tonluk şarkıcı Brunelda!), tuhaf tuhaf epizodlar.. Ama sonra beklentilerimden azade kıldığım bu metin, damağımda bıraktığı okkalı tatla en az roman gibi bir roman kadar iş başardı.

Ne nasıl anlatılırsa anlatılsın, amaç da nihayetinde bir kalemde geçilmez bir izlenim bırakmak değil midir?

Ve belki de Kafka inandırıcı olmayışı, groteskliğiyle uzaklaşır göründüğü Amerika’dan tam da bu şekilde bir şeyler yakalamış sayılmaz mı?

20 Eylül 2019 Cuma

AYNA AYNA


Üzüntüde sevinçte. Aydınlıkta karanlıkta.

Ben kendimi sende görebiliyorum.

Ya sen kendini bende?

16 Eylül 2019 Pazartesi

MY FAVORITE THINGS


Çıtır çıtır güz günü.

Kavurucu sıcakların ardından soğuğun nasıl olduğunu hatırlatan ama üşütmeyen diri sabah havası.

Serince esintiye sıcak şeritler halinde karışan kızarmış ekmek kokusu.

Taşlı toprak yollarda yürümek.

Günbatımına yakın bulutlu gökten denize düşen ışık. Oynaşan yansımalar arasındaki akıl almaz türkuaz mavi. İçlerinde olmak.

Güneş batmazdan çeyrek saat kadar önce birden heyecanlanan dalgalar, köpüklenen tepelerinin hemen altında camgöbeğine çalarak ardı ardına üzerime yuvarlanışları.

Öğle denizinin, sıcak-yeşil mavi, verdiği, sarındığım saten pelerinmiş hissi.

Su kokusunu denizde almak.

13 Eylül 2019 Cuma

METRONOM


Metronomla çalışıyorum. Sil baştan. Ölçü ölçü, hatta bazen vuruş vuruş parçaları yazıldıkları gibi okuma disiplinine. Maruz kalanlar için sıkıcı, bıktırıcı, kızdırıcı olmalı.

Benim için değil.

60’ına yakın hayatına bir müzik aletini buyur ettiysen sabır ile sebat konusunda 32 kısım tekmili birden bir kursa da yazıldın demek.

Küçük ve o kadar küçük olmayan flütlerim benim bazen can simidim bazen yoldaşım bazen de önüme serdikleriyle hocam. Bağlılığım işin zahmetini kat kat aşıyor.

Nota sehpası karşısında arada bir ikiye bölündüğüm oluyor. Bir yanım, cebelleşen diğerini izliyor. Flütü de notaları da karşı duvara fırlatmanın nasıl bir şey olacağı fantezilerine dalıyor. Uğraşan ise bundan tamamen uzak. O, günün birinde belki geleceği noktanın bile peşinde değil. Anda. Beceriksiz mi, savruk mu, bir türlü akıcılaşamıyor, öğrenemiyor mu, bunlar meseleleri değil. Sadece flüt, nefesi, parmakları ve o an var. Ufak teknesiyle denize açılan gariban balıkçı gibi. Çabalarının fiziksel karşılığının pek mütevazı olacağının farkında.

İşin parmaklarının kıvraklığını, kulağının keskinliğini gerektirmeyen yanında ise bağlılığının, sabrı ile sebatının karşılığı her seferinde ağlar dolusu derya kuzusu oluyor.


Flütün içinden


Ruh doygunluğu.


Flütün içinden


12 Eylül 2019 Perşembe

KENDİME NOTLAR


Bir şeyi gerçekten görmek istiyorsan sıfatların, amatör-profesyonel teşhislerin arkasından bakma. Yoksa zaten bildiğini sandığından ötesine körleşiyorsun. Bütün yaptığın bir sanıyı derinleştirmek oluyor.

*
Hislerin yangılıyken bakışını içe, onlara çevir. Bir dış neden atayıp sorumluluğu bütün bütün buna yükleyerek hafifleme dürtüsü ne kadar güçlü. Buna kapılırsan kazancın kısa vadede böcek sokuğunu kaşımaktan elde edeceğin bir rahatlamadan ibaret. (Bir kez başladın mı kaşıdıkça kaşıyacak olman cabası.) Kapılma. İnine çekilip yarasını orada yalayan aslan gibi ol. Gözlerinin içine bakarsan incinmelerin seni belirli bir durumun çok daha derinine, kendine getiriyor. Kendini biraz daha öğrenmek için bundan faydalan.

*
Beynin “Neden?” “Ama ben!.”” “Zavallı ben!” çığlıkları atıyor. Bırak atsın. Bu işleyişe halk arasında ego diyorlar. Kulak ver ama paçayı kaptırma. Kendine başka şeyler sun. Güzel, onarıcı, besleyici.

11 Eylül 2019 Çarşamba

UYANIŞ


Kendi kafanda olup bitmiş bir gerçekliğin kaybına kaç zaman üzülebilirsin ki? Görmemiş/gördüğünü eğip bükmüş, olmadık anlamlarla donatmışın. Olmayan bir şeyin kaybının da olmayacağı yansız, serin bir bakışla nihayet netleşene kadar epey kıvranır, sonra bir sabah kalkıp bir de bakarsın yanılsaman semenderin değiştirdiği deri misali güneşin altında bir kenara bırakılmış.

10 Eylül 2019 Salı

POLİTEİST


Thomas Moore’un Care of the Soul’u beni derinlik psikolojisine geri getirdi. Derinlik psikolojisi ve malzemelerini devşirdiği mitoloji, simge (arketip) olarak tanrı, tanrıça ve kahramanlar alayı.

Günümüzün sığlaştıkça sığlaşan, imgelemden yoksun çiğ akılcılığının iki karış derinlikte hiçbir şey açıklamayan açıklamalar, ışık tutmayan yol göstermeler, bir yere çıkmayan çıkar yollarla insanı eli böğründe bıraktığı yerlere mitolojinin uzanması, kuruyup çatlamış toprağa su taşır gibi anlam taşıması hayatımın kritik dönemlerinde bana hep iyi geldi.

İnsan bütün olarak panteon, tanrılar birliği halinde imgelendiğinde ne çok, ne çok taş yerine oturuyor.


Düşünen çalı

Ahlakçılığın, kuralcılığın dayatılan düstur her ne ise (doğruluk, dürüstlük, samimiyet, bağlılık) bunu tek doğru kılarak kurduğu zorlayıcı cümleye karşı bütün bir manzume. İnsanı hangisi temsil eder?

İki ucu da sivriltilmiş, dayatılana da dayatana da batan doğrular, normlar, ilkelerle kendimi (ve tabii karşımdakini) ne kadar anlayabilirim? Anlayabilir miyim yoksa attığım her adım bu merceğin altına sığabilenle dışında kalan arasında bir bölünme, kendimi tek bir kanala sığdırma çabası ve kaçınılmaz başarısızlığın yüklediği ağır suçluluk mu olur?

İçime bakıp doğayla bir Artemis’in karşısında aşk ve cinselliğin ondan sorulduğu Aphrodite’i, zampara Zeus’a karşı kıskanç karısı Hera’yı, akılcı Apollon kadar esriklik tanrısı Dionyssos’u, hepsi arasında mekik dokuyan Hermes’i… dışa vuran vurmayan dürtülerim, motiflerimde bütün bu figürleri seçtiğimde gözüm birden çok daha etraflı bir kavrayışla açılmaz, anlayışım derinlik kazanmaz mı?

Tek, basit kavramlara daralttığımız, sadece gölge yanlarını aldığımız zamparalık, kıskançlık, sarhoşluk, iki yüzlülük… insanlık hallerine nice beklenmedik açıdan ışık düşmez mi o zaman?

Tanrılar bolluğu insana bakışımı ya o-ya o tek boyutluluğundan, kuralcılığın tek sesliliğinden, çöp adamsılığından alıp iç-dış dinamikler arasında çelişkiyi, çatışmaları, çok katmanlılığı barındırabilen bir kap sunuyor. Hangi yanımı aşırı vurgularken hangilerini ihmal ettiğime işaret ediyor. Bir şeyi seçip (armoni, istikrar, kontrol) diğer her şeyi elimin tersiyle ittiğimde neden açlığa, kurumaya, zayıf düşmeye, karardıkça kararan bir boşluğa, anlamsızlığa mahkum olduğumu fısıldıyor.

Ben oyum da buyum da. Tek bir kitap değil, bütün bir panteon.

Sonuçta bütün vargılarımız, yaklaşımlarımız, hatta ilmimiz yorumdan ibaretse köşeye kısıldığım yerde işime yarayan bir kez daha derinlik psikolojisinin şiirsel yorumu.

“Açıklık” diyor Thomas Moore, “şiirin armağanlarından biri değildir. Öte yandan şiir derinlik, içgörü, bilgelik, vizyon, dil ve müzik sunar.”

Evet. Aklın durduğu yerde imgelem, hayal gücü harıl harıl çalışmaya, derinliklerdeki işleyişe nüfuz etmeye devam ediyor.

İşler karıştığında akıl ne güdük kalıyor!

7 Eylül 2019 Cumartesi

RÜYA İÇİNDE RÜYA: BUZ OTOBÜS


Rüyamda rüya görüyorum. Rüya gördüğümün de farkındayım. Boğaz gibi bir yeri güneyinden kuzeyine (çerçevenin sağından soluna) kayarcasına kat ediyorum (otobüste olmalı ama araç algı alanımda değil). Görüntüler bir anda olağanüstü bir parlaklık kazanıyor, renk kalitesi göz alıcı. Denizin üzerinde minicik insanların rengarenk giysiler içinde tırmandığı çıplak, yer yer karlı yalçın tepeler beliriyor. Kayboluyor. Köprünün (Boğaz köprüsü olmalı) altından geçiyoruz -sualtından görünen bir denizaltı gövdesini andırıyor, siyaha yakın gri, meşum bir buğululuk verilmiş. İnsan nasıl kulak kesilir, ben de göz kesiliyorum. Hız, kayarca gidiş hiç kesintiye uğramıyor ne de görüntüler! Kar ve buz, beliren yamaçlarda, tepelerde, sivri kayalıklarda giderek daha çok yer kaplıyor. Hepsi üzerinde insanlar hep minicik. Büyüklük ne kadar yakınsa insanlar o kadar ufalıyor, uzaklaşıyor.

Derken doğrultu değişiyor. Yanlarından geçmek yerine üzerlerine doğru gitmeye başlıyorum. İlk (galiba) tepeye yaklaşırken bir süredir işittiğim elektronik müzik tekno rap gibi bir şeye dönüşüyor. Fransızca. Genç bir erkek sesi tu es sans fautes sauf que (?) sombre diye söylüyor. Ses kalitesi de görüntülerinkine denk. Rap’te Fransızca bir incelik var, nüanslı.

Uyanınca bunları yazmalıyım diyorum ve rüya içinde uyanıyorum. Otobüsü o vakit görüyorum. İçindeyim. Her yanı karlanmış eski bir buzdolabı gibi kar-buz kaplı. Sadece görüntüler içinden geçerken benim oturduğum yer (sağ tarafta ikinci ya da üçüncü sıra) toprak kalmış. Oraya şimdi karşısından bakıyorum. Koltuklar yok. Tatlı sarı, sıcak bir toprak burası. Afrika toprağı sanki, kıyısında yan yatmış alçak kenarlı, geniş ağızlı bir çömlek duruyor.

Bilgisayarım, bilgisayarım nerede? Rüyayı unutmadan yazmalıyım diye arkaya kadar gidiyorum ama her yan kar-buz altında.

Bilgisayarım yok. Her kim iseler götürmüşler.

5 Eylül 2019 Perşembe

BEN UFAK SARI LASTİK BİR ÖRDEĞİM


Güneş iyice eğilip yeryüzüne dizleri arasından bakmaya başladığında denize batıdan giriyorum. Gazze şeridinden (adına beton bir inişin ucunda daracık kıyısı ve taşlı, kaya parçalı zor girişinden ötürü böyle diyordum). Basamaklar dolusu tokyo, peşkir ve tiz çocuk çığlıkları arasından.

Beton çöllerine bile ruh katan o vakitlerin demli ışığı doğanın göbeğinde kalabalığı, gürültüyü sıradan, yavan şikayetin ötesine geçiriyor. Bakışım onunla tatlanıyor.

Gün sonunun ışığı harlı-kısık, uzun ateşlerde pişmenin, demini almanın, anaç bir şefkatle babaca bir anlayışın ışığı sanki. Sarıp sarmalıyor. Duyularımdan gönlüme iniyor. Beni benden soyup suya salıyor.

Buradan en uzağa açılan yün takkeli, ak sakallı dedeyi de geride bırakıp güney-batıya doğru gidiyorum. Korsan koyu açıklarına. Kulaçlarım da bacaklarım da bahardan beri biraz daha güçlü. Bildiğim ama işe koşmadığım bir güç. Yavaş yüzüyorum. Göbeğimdeki metronom ne kadar derse o kadar. (İçine kulak verdiğinde tempon dışından, tependen dayattığından ne kadar da farklı. Doğru.)

Sadece suyun, varsa esintinin sesleriyle kuşatıldığım yerde sırtüstü denize uzanıyorum. Ellerim başımın arkasında, beşik ve beşiktekiyim.

Düşüncelerden başlayarak çözülüyorum. Yaralar, yargılar, patlıcan suyu gibi acımış hisler. Ama iyilikler, güzellikler, olgun bir meyve gibi doygun hisler de. Bir öznesi-insanı olan ne varsa kumaşı suya batırılan bir mürekkep lekesi gibi dağılıyor gidiyor. Suyun hareketi dolaysızca bedenimde dalgalanırken açılan boşluk sırf var olmakla doluyor.

Geride bıraktığımla gagası kırmızıya boyalı ufak sarı lastik bir ördeğim o vakit.

3 Eylül 2019 Salı

SEKİZİNCİ CADDE'YE SELAMLAR


Pan Kitabevinde uğradığımda Işık hanım ile Ferruh beye daha merhaba demeden raflardakine yöneliyorum. Müzisyen anlatılarına. En olmadık zamanlarda gözlerimi ışıldatan bunlar.

Morton Feldman’ın yazılarından derlenen Sekizinci Cadde'ye Selamlar’ı da öyle kapıp bağrıma bastım, yutarcasına okuyup bitirdim.

Morton Feldman’ı tanımamanın zerrece önemi yoktu. Besteci (üstelik çağdaş) olması, müzik üzerine kafa yorup ruh aşındırması yeterliydi.

Teknik dile gelince, müzik teorisini en temel kavramlarının ak büyü gibi gelmeyeceği kadar söker oldum, devam da edeceğim. Ama yabancısı olmadığım tek kavram olmasa bile müzisyenlerin dünyasına açlık ve açıklık duyuyorum. Başka bir yaşamda ikamet etmek isteyeceğim bir alem orası. Kim bilir, belki bu hayatta varlığımın ışık almaz derinliklerinde o tarafa işlek bir geçidin bulunduğu bir alem. Yoksa bu iştahı başka nasıl açıklarsın?

Tuhaf bir iştah bu. Ona bakarsan tutkulu bir dinleyici olmalıyım. Değilim. Tersine, günler, haftalarca müziksiz yaşayabilirim. Yapılı müziklere lekesiz bir açıklıkla yaklaşsam da gündelik soframın ekmeği bu değil.



Ya ne?

Müzik fikri belki. Uygulamalarından bağımsız ama bağımsızlığı üzerimdeki etkisini, çoğaltıcılığını zerrece azaltmayan bir soyutlama.

Ve zaten benim için her şeyin müzik olması. Biçimin, ışığın, rengin, örüntülerin. Duyusal izlenimlerin. Sessizliğe kadar her şeyin. Bu da içimi tıka basa müzik yapıyor -sırf ses olsun diye müzik dinleyenlerin yanında bunalırım. Onlar sese kaçar, ben sesten o vakit.

Feldman’ın yazılarında aradığımdan fazlasını buldum. 20. yy’ın ve New York’un göbeğinden sanat çevresine ilişkin notlar. Ama daha da önce onun ressamlardan (Jackson Pollock’tan Rembrandt’a, en yakın dostu Philip Guston’dan Matisse’e), eski Anadolu, Yörük halılarına (evet!) Görsel olandan bu kadar etkilenmesi (belli ki hayat onun için de ifade aracı ne olursa olsun müzik imiş), görselliği yol gösterici, somut bir metafor olarak kullanması çarpıcı.

Ve heyecanı! Ruhumun ışık almayan derinliklerinden göbeğime, yüreğime kadar her katmanda nasıl da aşina olduğum o ateş.

Kitap bana da bir müzisyenden selamlar oldu.
___
Sekizinci Cadde'ye Selamlar, Morton Feldman’ın Yazıları, derleyen B.H. Friedman, çeviren Duygu Dölek, Lemis Yayın, 2017