31 Mart 2012 Cumartesi

İKİNCİ ELEMENT

Dönüp dolaşıp bu olguya geliyorum.

Hayatın gözden kaçan, yine de kilit gerçeklerinden birine. Aslında belki en çok göz önünde olması, bilgisi el altında tutulması gereken işleyişe.

Newton’ın, “Bana manivelayı dayayacağım noktayı gösterin, dünyayı yerinden oynatayım” deyişindeki püf noktası bu çünkü.

İkinci element ilkesi.

Bir gidişe değişimi ancak kuvveti başka bir düzlemden alarak getirebilirsin.

Çalışmayan arabayı direksiyonun başında kalarak itemezsin; bunun için ayağını yere, başka bir zemine basman gerekir.

Dolap beygiri gibi döne döne tekrar ettiğin tavırların, görüşlerin, dünyayı anlamlandırışın için de tıpatıp aynı geçerli.

Bıkkın bir kesinlik, güvenle “bu böyle işte, biliyorum!” dediklerin için. (Sen bunu derken araban çoktan durmuştur. Yanından geçip giden ve yorumuna artık hiç uymayan hayat ile hareket eden sensin sanır, hızlanmak için oturduğun yerden direksiyona abanırsın. Heyhat, ön camdan akan görüntüler değişirken sen kalırsın.)

Çevire çevire çeperini derin bir hendek haline getirdiğin bakış, hissediş, kavrayış alışkanlığın, tek bir adımını dışına atmanla (ya da yaşamın bunu sana yaptırmasıyla) kırılır. Değişim de çemberin içinden değil, buradan bakışla gelir.

İkinci elemente, Newton’ın manivela noktasına ulaşmışsındır, dünyayı (ataletinin ezici ağırlığını) bir hamleyle yerinden oynatabilirsin.

İşte bunu hep başka bir bağlamda, ışık altında yeniden yeniden yaşayarak hatırlıyorum.

Orkestra içinde, her seferinde başka bir çeşitlemeyle tekrarlayarak pekişen bir leitmotif gibi.

Çok iyi oluyor.

.

24 Mart 2012 Cumartesi

KAPAK

Şu kapağı açmanın yordamını her defasında unutuyorum.

Can havliyle asılmamla sıkışmasına öfkeleniyor, daha da sıkıştırıyorum.

Derdim, kavanozdaki kahveye bir an önce erişmek, ötesini berisini düşünmeden didişiyorum.

Oysa çok yumuşak, eğilip bükülen bir kapak. Hiç sıkmadan şöyle bir çevirmek üzere yapılmış. Az çabayla çok iş için.

Ama görene tabii. Hangi işin ne kadar çaba gerektireceğine durup bir bakana. Arzusunu havuç, gücünü de o havuçla arasındaki sopa bilip, sopa kadar katı bir sabitlikle kullanmaya kalkışmayana.

Anları sadece “ödül!” için, bunu vaat etmeyenleri atlaya atlaya yaşamayıp her birine hakkını verene.

Sevimsiz, boş diye sırt çevirmeyip tüm varlığıyla yaşadığında kalana.

Gözünü hedef bürüyüp gerisine körleşmemişe.

.

19 Mart 2012 Pazartesi

ZİMBABWE ASPİRİNİ

Sonra sağ yerine sola sapıp koruya girdim. İş bekleyebilir, iki günde inen baharı içmeye. Rüzgarlı, güneşli bir gün. Ta tepede inip bayır aşağı yürümeye koyuldum. Elim, kulağım çıplak.

Geçerken kabarmaya başlamış tomurcuklara dokundum.

Alçalan bir uçağın gök gurultusu kargaların bet sesiyle kesişti.

Güneşin gözüme girmesi yüreğimi titretti.

Mindere çıkan güreşçi adımlarıyla erkeğin kadını geride bıraktığı bir çiftle karşılaştım. Adam var gücüyle cep telefonuna sığınmış, iştahla konuşuyordu, yüzünde gönül fetheden bir gülümseme. Arkadaki kadına en son ne zaman böyle güldüğünü düşündüm.

Havada sadece rüzgar kokusu, gölette süzülen bir ördek sürüsünün yanından geçtim.

Aklıma Seneca geldi. Öfke ve beklentiler konusunda neredeyse aynı sözcüklerle yazdığımızı öğrenmenin hoş hayreti.

Arkamda, kulaklıklardan taşarken geride sadece tatsız elektronik iskeleti kalan bir pop müzik yükseldi. Başımı çevirmeye kalmadan sahibi yanımda belirdi. Kendiyle kalmayı unutmuşların, bedeniyle ne yapacağını bilemezliği vardı onda da. Yenilenemediği için gönülsüzce giyilmeye devam eden çoktan bıkılmış bir çift kundura muamelesi gören bir beden. Yandan kırmızı çizgili kahverengi eşofman altının bir paçasının daha kısa olduğunu fark ettim. Kısa bir süre sonra ağaçların altında cesedi bulunacak olsa polise doyurucu bir eşkal verecek şekilde bakışımı sivrilttim. Marka spor pabucunun sağ teki altında beyaz bir etiket vardı. Birden durup şimdi de bunu yapmak lazım vazifeşinaslığıyla yanındaki çitte bacağını hantal hareketlerle esnetmeye girişti. Cep telefonunun çalmasıyla müziği kapayıp yola devam etti: “Efendim, Nihoş!”

Garson son anda döktüğü Türk kahvemi değiştirdi. Yanında lokum var. Güneş, limonlu maden suyu bardağımda ışıl ışıl.

Benim dışımda boş masalardan birine bir adam gelip oturdu. Cep telefonunu açıp gereği sadece kendine (kendi sesini duyma ihtiyacına), yükselen bir sesle zaten bildiği anlaşılan bir yol tarifi aldı.

.

18 Mart 2012 Pazar

KESİŞİMLER/DÖNÜŞÜMLER: AHMET GÜNEŞTEKİN

Mobius şeridini izleyerek bomboş binanın üçüncü katına çıktım. Santral İstanbul’un. Sergiye ayrılan karartılmış salondan içeri girdim. Boşluk, loşluk ve çalışmaların dev boyutlarının huzurunda, varlığımla ne yapacağımı bilememenin huzursuzluğuyla kamerama sarıldım. Onlar beni yutmadan önce davranma dürtüsüydü belki. Karşı karşıya durup çıplak gözle bakmadan vizöre sığdırmak, çiğnenebilir bir lokma haline getirmek.

Her ne idiyse, kendi kıpır kıpırlığımdan daha çok rahatsız olarak bir fasıl böyle dolaştım.

Çalışmalara eşlik eden sergi katalogundan metinler de bir bağ kuracaklarına kendi kendime kurabileceğimi de tehlikeye sokuyordu:

“Güneştekin’in yapıtıyla ne zaman yüzleşsem, öncelikli olarak Deleuze ve Guattari’ye, temel olarak da Nietsche’ye başvuruyor buldum kendimi.” (Devrik cümlelerden hoşlanmayanlara artık hak veriyorum.)

Bıraktım.

“Tamam. Şimdi sakinleş, kafası kesilmiş tavuk gibi sekmeyi bırak. Otur şu banka. Akıllıca bir şeyler söylemeye kalkmadan (çünkü eserleri vizöre sığdırmaya çalışmakla laflara tıkmaya kalkmak aynı şey) seyret.”

Seyrettim.

“Neler görüyorsun?”

Renklerin hercai modernliğiyle biçimlerin otoriterliği.

Kapalılığın da (kapalı gözlü figürler, kapalı pencere-kapı) bir ağırlığı var ama simetri (en büyük ağırlık) kırılmış.

Keskin ifade ve tekrarlanmazlık.

Konturların içi ayrıntılandırılmamış; rüzgarda bir o bir bu yana yatan ekinlerin dalgalanışına benzer bir esintiyle doldurulmuş.

Sanki bireysellik değil de gayri şahsi bir hava hareketi anlatılmış; daha büyük bir şey.

Tablolara üçüncü boyut katan yapıların “kesikliği”: Tamamlanmamışlık mı, eksilme mi?

“Üç sözcükle?”

Kesin-keskin-kesik

“Bak, sana güzelce evirip çevirebileceğin bol kontrast sundu. Zaten sanatla ilişkimizi sevdim-sevmedim şalterine indirgemesek daha iyi ederiz, değil mi? Sen de teşekkürünü sun ve de Otto’ya gidip dana jambonlu sahanda yumurta ile latte’ni sipariş et. (Tanrım!)”


Fotolarım:
https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/KesisimlerDonusumler?authkey=Gv1sRgCL6Z5vLlxMrffA#

Sitesi:
.

17 Mart 2012 Cumartesi

YOL AĞI

Kendine, insana, önce bak.

Tepkini çek kenara. Görüşünü ağır bir perde gibi kapamasın. Aldırma öyle acilin kapısına dayanan ambulans gibi ortalığı ayağa kaldırmasına. Kuyruğu yarıp öne geçmeye bakan yontulmamışlardan fazla da farkı yok. Beklesin. Beklemeyi öğrensin. Adı üstünde, “tepki!” ama daha bismillah, sahneye atlayıp kendiyle doldurmamayı o bile öğrenebilir.

Bakmayı da sen öğren. Her şey sırasıyla, görmeye daha gelmedik. Bakmayı.

Önündeki, bir yol ağına benziyor. Üst üste, yerin altına girip çıkan, kesişen, dört yana dağılan, daralan, genişleyen, toprak-asfalt-beton kaplı, bir yerlere bağlanan ya da çıkmaz.

Yol ağına.

Öyleyse baktığına ver hakkını. Eline bir doğru, iki prensip, yarım ideal alıp üzerine yürüme.

Bak.

Aynı anda var olanlara. Bir yandan dipten dibe not verirken karşındakine içtenlikle kucak açıyorsun. Araya bir bariyer koyuyorsun ama karşılıklı akan da akıyor. Arkanı dönme dürtüsüne zor bela karşı dururken düşürdüğü ışık başka bir yolunu esinlendiriyor. Bütün içinle şimdi buradasın. Ama bu, rüzgar döndüğünde artık olmamana engel değil. Hangisi doğru diye sorma. İkisi de hakiki. Demek ki hepsi iç içe. O zaman çok katlılığı iki taşın aralığına sıkıştırmaya kalkışma.

Sus ve bak!

.

15 Mart 2012 Perşembe

TAŞLAR

Taş deyip geçemiyorum..

Evimin neredeyse baş köşesinde bir yükseltiye seve okşaya yerleştirdiklerim “bildiğimiz” taş oysa.

Değerlerini az bulunur-zor çıkarılır olmaktan, piyasanın biçtiğinden değil, geldikleri uzak yerleri yaklaştırmalarından, avucumun içine taşımalarından alan taşlar.

Yürüdüğüm yolları bir uzanışta yeniden elle tutulur kılan, yürümediklerimi de dokunuşlarıyla ayağıma getiren sıradan taşlar benim “tam-değerlilerim.”

Kimi bedenimle de çıktığım yolculuklardan. Kimi ta nerelerden bana getirilmiş, parmaklarımı etrafına kapamamla hayali bir yolculuk biletine dönüşüveren.

Uzaklardan gelmeyeni de var. Burnumun dibi sayılacak yerlerde yaşadığım esaslı bir anın nişanı olarak cebime atmaktan kendimi alamadıklarım.

Kızıllı karalı, ışıltılısı donuğu, alacalısı düzü, pütürlüsü pütürsüzü.. Aralarında ortak olan, aşağı yukarı büyüklükleri; en fazla bir çorba kaşığına sığacak kadar (bütün bir tabaktakilerin tadını almaya bir kaşık yeter), bir de sevgiyle taşınmış olmaları.

Bulutlu bir gün Şile’de ıssız kumsalda

Himalayaların eteğinde

Ganj kıyısında

Patagonya’da

Köle ticaretinin o meşum adası Gorée’de

Grand Canyon'da

Sedefada’nın açıktan açığa volkanik koycuğunda

Kaliforniya’da ucu bucağı olmayan bir kıyı şeridinde

Aborijinlerin Uluru kayasının dibinde

Bağrından koptuğu Stromboli’nin yamacında

Ümit Burnunda…

durdukları yerlerde değiller artık. Oraları duygularıma taşıdıkları gibi yerleştikleri yeni yerlerinde sekiz yönün benim için her biri “tek” olan bu taşları.

.

11 Mart 2012 Pazar

ATLANTİĞE PUSLU VEDA

Son akşam, İncil’den gökyüzü sahnelerinin “ulvi” olma iddialı ama göze bugün artık basmakalıp görünen sarı, pembe, mor-mavilerine bulanmış bulutlu gök altında Kordona, Green Point’e indim. Görüşüm ufukla karşılaşmamla birlikte değişti. Pus etkisi yere uzanmış, okyanus, dağ, ne varsa içine alıp gözün mesafe kestirme yetisine meydan okuyor, uzakları yaklaştırırken yakına tersini yaparak insanın sırtını ürpertiyordu. Okyanusun şu halleri deyip resmi içime kazıdım.




Son sabah. Yolcunun dönüş arifesindeki çözülüşü, ne orada ne buradalığı. Sokaklarda avare bir yürüyüşün ardından halkayı ilk uğrağım Şirket Bahçesinde, The Company’s Garden’da tamamlıyorum. Palmiyeler, okaliptus, noel, dev muz ve kim bilir daha ne ağaçların sık çatısından görünen o tatlı mavi yaz göğü, deftere benek benek düşen gölgeleri kıpırdatan serince esinti, kuş ve çocuk cıvıltısı ve buranın ilk aldığımdan beri hiç bozulmayan, sadece yerleşen limonata tadıyla.

Etkisi sarsmak, silkelemek ya da serseme çevirmek değil, hayatın rahat adımlı ve yine de dinamik yaşanabileceğini hatırlatmak, göstermek olan bir tat bu. Gevşe, rahatla, açıl; yoluna zinde adımlarla devam et diyen.

Tam da gereksindiğim.

Baie dankie Suid Afrika. Totsiens!



*

(Müzikleri haftalardır kulağımdan eksik olmadı. Artık elektroniğin yardımına da ihtiyacım yok; sabahları uyanırken, gün içinde en umulmadık anlarda iliğime işlemiş renkleri, ritmi, gücüyle içimde kendiliğinden çalmaya başlıyor.

Galiba kanıma en çok karışanı da “Afrika’nın Sesi” dedikleri Vusi Mahlasela. Buyur edeyim, notları dürüp o kaldırsın:

http://www.youtube.com/watch?v=at1YtOYmZJw&feature=related )
.

10 Mart 2012 Cumartesi

SAĞIM ATLANTİK, SOLUM HİNT, BURNUM ÜMİT

Beni havaalanından getiren şoförle özel tur için anlaştığımı buralılara söylediğimde saklamaya kalkmadıkları bir hayretle dehşete kapıldılar. Oysa o kadar da dış kapının mandalı değildi. Hostelin havaalanı transferleri için anlaştığı şirketten, üstelik Pakistanlıydı. Vahit. Doğal ayarım normal şartlarda kuşkudan önce güven duymak. Şartlar da bu efendi genç adamdan yana gayet normaldi.

Pazar sabahı tam kararlaştırdığımız saatte kapıdaydı.

“Şarap Yolu” üzerindeki Constantia’dan başladık. Şarap üreticileri ve zenginlerin müthiş bir yeşillikle bağların içlerine çekilmiş malikanelerinde yaşadığı bir yerleşim. Hollanda mimarisi beyaz duvarlı, koyu ahşap iç mekanlı şarap tadım ve satış yerine şöyle bir girip çıktım. Sabahın körüne denk gelmesi iyi oldu. Kulaklarım bu pahalı yerde şeytana kapalı kaldı.

Vahit on üç yıl önce buraya göçeli rehberlik de yapmış. Ne geveze ne suskundu. Sohbet başlattığımda katılıyor, manzaraya daldığımda sessizleşiyor, geçtiğimiz yerler hakkında ilginç bilgiler vermekten geri durmuyordu. Tam aradığım adam.

False Bay’e, Hint okyanusuna açılan körfeze indik. Simon’s Town’a gelmeden Scratch Patch’i söyledi: Renkli, küçük minerallerin yere yayıldığı bir bahçe. Çeşitli büyüklük ve fiyatta torba alıp seçtiklerinizle ağzına kadar doldurabiliyorsunuz. Belki 10 x 10 metrelik bu “yamaya” baktım. Rengarenk, benekli, çizgili ufak minerallerle çok şenlikliydi. Aralara uzatılmış kalaslardan yürüyerek bahçeden biber koparır gibi taş toplanıyordu. Topladım.

Simon’s Town’u ilk görüşte gözüme kestirdim. Ana caddesinde hızlı bir yürüyüşle daha sonra bir gün yalnız gelmeye karar verdim. O sıcakta bir koşu yarışmasına katılmış mecnunlar, eşlik eden araçlar ve ikide bir avaz avaz gelip sersemleri toplayan ambulanslarla fazla curcuna vardı, aklım da Ümit Burnundaydı zaten.

Babun uyarılarından geçe geçe ulusal park alanına girdik. Yiyeceğe gelir, direnirseniz bayağı saldırgan ve küçük bir adam boyunu bulan cüsseleriyle tehlikeli olabilirlermiş. Yol kenarındaki çöpleri eşeleyen bir bebeden başkasını görmedik. Onlar için bile çok sıcak, dedi Vahit. Sıcaktı ama aman aman değil. Ya da belki ben buna susadığımdan ne kadar ısınsa “daha!” diyordum. Şu duru gök, bol ışıkla birlikte sıcak, giderilmek bilmeyen eksiğimdi.

Çalılık, dümdüz bir araziden geçip buruna ilerledik. Tarihi fenerin yamacında Vahit beni kendi halime bıraktı. Bayağı dik yamacı tırmanabilir ya da onu inişe saklayıp fünikülere binebilirdim. İkincisini yaptım.

Fenerin dibinde pruvada gibiydim. İki yanımda birer okyanus, denizden 238 metre yukarıda.

Sağda, dimdik bir yarın dibinde tropikal renkli bir ufak koy vardı. Denize (denizlere demek gerek herhalde) doksan dereceyle inen kaya duvarların kübik mimarisi (kırmızı çiçeklerle lekeli, ne tuhaf). En uçta, yol alan gerçekte bizmişiz gibi buruna hışımla çarpıp iki yana ayrılan dalgalar.


Tepedeki fener artık kullanılmıyormuş. Şimdiki, burnun aşağıdaki uzantısı üzerinde. Kılıçbalığının kılıcı gibi bu kısım; bir bıçak sırtı. İnecek miyim? Ama elbette! Buraya bu iş için geldim; en uç noktaya kadar gitmeye.

Gürültü patırtı, itiş kakış dolaşan bir İspanyol okul grubu vardı ama Ümit Burnunu turistsiz dolaşmak olamazdı herhalde. İndim ve gidebildiğim en uç noktaya kadar, bıçak sırtının bir o bir bu okyanus tarafından suya taş gibi düşen bakışlar atarak yürüdüm. False Bay’in karşı kıyıları mavi üzerine solan maviler halinde siluetleşerek uzanıyordu. Bu ayrım ve birleşim yerinde akşama kadar kalabilirdim. Hiçbir anlam, simge atfedilmemiş bile olsa. Yerin kendisi yetiyordu. Devam etmeyi neden sonra arayan Vahit’le hatırladım. Sıcak ve geri tırmanışla kan ter içinde eski fener seviyesine gelip yamaçtan aşağı inerken kulağıma Güney Afrika’da ilk ve son kez Türkçe çalındı.



Otoparkın haldır haldır yükünü boşaltan otobüslerle dolu olduğunu görüp (yolun kenarına park eden arabalar kuyruğu da uzamış gitmişti) kalabalığı atlatma içgüdümden ötürü kendimi kutladım. Zamanlama duygum bir kez daha kendi alanını açmış.

Aşağı, kıyıya inmek istiyor muyum diye sordu Vahit. “Burası Afrika’nın en güneybatı ucu yazılı bir tabeladan başka görülecek şey yok.”

“Tükürmem gerek, biliyorsun. Buraya onun için geldik.”

“Ha, evet. Tamam, tabii” dedi.

Tabelayı geçip kayaların üzerinden su kenarına gittim. Tükürmek ciddi iştir. Gözlerini kapar, içine çekilir, sonra onu da geride bırakıp tek bir noktaya, boşluğa yoğunlaşır, güçlü bir tükürük atarsın. İçinden kopan bu yaban güçte varoluşunun ispatı ve kabulü bulunur. Ne olduğun, ne olamadığın, ama’lar, keşke’ler ve belki’ler silinir. Yerlerini “varım ve o kadar!” yontulmamış iradesi alır.

Doğum günün kutlu olsun Seda!



(Arkası yarın)

.

9 Mart 2012 Cuma

HIK DEMİŞ AFRİKA’NIN BURNUNA DÜŞMÜŞ AVRUPA: STELLENBOSCH

Yine yağmur, yine tren, bu kez Stellenbosch. Havanın kapadığı iki günün, mavi gök isteyen gezilerin sonrasına rastlaması rüzgarı arkasına almış bu yolculuğun başka bir talihi oldu. Şemsiyeyi sırt çantama atıp garın yolunu tuttum. Kaşarlanmış turist edasıyla. “Gidiş-dönüş. Birinci sınıf lütfen!” dedim. Birinci sınıfın aynı pislik içinde metro düzeni karşılıklı iki sıra oturma yeri değil de bildiğimiz önlü arkalı koltuklar demek olduğu vagona bindim. Matlaşmış pencerelerden 30 x 40 cm’lik parçası açık olan birinin yanına oturup gözümü dışarı dayadım. Bir küsur saatlik yolculuğun ortalarına doğru manzara güzelleştikçe güzelleşti. Kurşuni bulutlar tepeleri sarmış, etekler ve düzlük yoğun yeşil kaplıydı. Bitki örtüsüne çok geçmeden bağlar katıldı. Stellenbosch, ülkenin şarapçılıkla ünlü bölgelerinden. Koloninin kurucusu Jan van Riebeeck “Tanrıya şükürler olsun, bugün ilk kez Cape üzümlerinden şarap ettik” diyeli 352 yıl ve 20 gün olmuş. Kıyılarında kurulduğu Eerste ırmağının bereketli topraklarıyla Stellenbosch, Cape’ten geçen gemilerin sebze ve şarap ihtiyaçlarını karşılarmış.

O vakitten bu yana inişli çıkışlı bir seyir izledikten sonra yöre şarapçılığı bugün kendini artık iyice kabul ettirmiş.

Biraz dışındaki istasyondan yerleşime yürürken anayolları kuşatan yeşile daldım. Nedenini düşünmeden kurşuni havanın bu örtüye mavi gökten daha yakıştığını hissettim. Stellenbosch’a girdiğimde sebebi anlaşıldı. Güney Afrika’nın en eski Avrupalı yerleşimlerinden olan bu yer, Afrika’yı geride toprağının bereketinden gayrı bir şey bırakmamacasına eleğinden geçirmiş. Kıtayı kenara itip yerine kendininkini koymuş. Hollanda-Cape, Viktorya tarzı yapılar, şıkır şıkır dükkanlar, tarihi binalardan dönüştürme butik oteller, kafe-teraslar (ve bugünkü tipik Avrupa göğü) ile kendime hâlâ Cape yarımadasında olduğumu hatırlatmam gerekti.

Turizm bürosuna gidip bir yürüyüş broşürüyle şehir planı aldım. Bunlardan esas olarak sırf hatıralık olarak yararlanabildiğimden ne olur ne olmaz, bir de ana caddesi Dorp’a nasıl gideceğimi sordum.

Kolaymış. Sokaktan sokağa ağzım biraz daha açılıp öylece kalarak caddeye indim.

Beyazlar çoğunlukta görünüyordu. Sonuna kadar yürüyüp Eerste ırmağını geçerken suya tükürmeyi ihmal etmedim.

Dönüp bir fotograf sergisiyle sanat galerilerine girip çıktım. Aklımın kaldığı bir şey olmadı.



Bu neredeyse züppe denecek yerin diğer yüzü üniversitesiyle gelmiş. Geçen yüzyıl başlarında kurulan ve Afrikaans dilinde eğitim veren üniversite, ülkenin hatırı sayılırları arasındaymış. Dorp’un iki cadde arkası öğrenci lokalleri, siyahlı beyazlı renkli gençliği ve Afrika pazarıyla bambaşka bir telden çalmaktaydı. Sasol’a, üniversitenin sanat müzesine girip çağdaş Afrika sanatından sergilenenleri seyrettim. Stellenbosch’un kendisi gibi fazlasıyla Batı etkisinde kalmış geldiler. O bangır bangır kıta ruhunda kendilerini arayıp bulmak yerine birkaç on yıl önce denenmiş yolların gölgesinde oyalanmış. (Senegal’de gördüklerimi hatırlıyorum da.) Ahşapla çalışan iki heykeltıraşın adlarını not ettim. İşlerinin güdüsünün de dilinin de bastıkları yerden geldiği hissediliyordu onların.

İstasyonun yolunu tuttuğumda inceden bir yağmur başladı. Yağışlı diğer günkü gibi, sis ayarına getirilmiş çiçek sulama spreyinden fışkırtılıra benzer ince ama sık ve güçlü. Treni bekleyen kalabalığa karıştığımda şemsiyeye rağmen sırılsıklam üstümden buharlar tütüyordu.




(Arkası yarın)

.



8 Mart 2012 Perşembe

ÇARŞI PAZAR


Binaların kalıcılığı arasına serpişen günlük, haftalık
pazarların uçucu cümbüşü şehrin en sevimli yanlarından. Sabahın 8’i dedi mi tezgahlara ayrılmış trafiğe kapalı yollar, Grand Parade, Green Market gibi meydanlarla kaldırım kenarlarında faaliyet başlıyor. Leğenler dolusu buza yatırılan meşrubat, meyve, bizdeki “her şey satıcıları”nınkilerle aynı ıvır zıvır satışa çıkıyor. Kaldırımlar siyahların. Meydanlarda beyazların da tezgahları var. Onlar genellikle eski kitap, eşya, yarı değerli taş vb. satarken Afrika’nın dört bucağından figürler, masklar, iptidai müzik aletleri, cembe, takı tezgahlarının başındakiler binbir etnik kökenli siyahlar.

Haftalık pazarların en ünlüsü, atölyeleriyle sanatçıların, bohem takımının tercihi, gece oldu mu kıyı köşesinde egemenliği devralan çetelerin cirit atmaya başladığı Woodstock semtinde, faaliyeti son bulmuş fabrika The Old Biscuit Mill içi ve bahçesinde cumartesi günleri kurulanı.



Satıcıları değilse de müşterisi silme beyaz bu pazarın. Organik ürünleri meşhur. Kapalı alanına upuzun masalar kurulmuş. Kahvaltınızı şarküteri, krep, tatlı tezgahlarından devşirdiklerinizle bankların bir köşesine ilişip sağınız solunuzdakilerle sohbet eşliğinde edebiliyorsunuz. Bu sırada canlı Güney Afrika cazı yapacak grup da hazırlıklarına başlıyor. Okyanus yemişleri, mantarlar, nice yiyecek önünden geçip çıktığınız açık alanda, kalın plastik geçirilerek oturulacak yer haline getirilmiş saman balyalarıyla şemsiye altlarında soluklanma köşeleri oluşturulmuş. Eski fabrika da tasarım ürünleri, kalburüstü hediyelik, giyim ve sanat galerilerinin.

Erkenden orada olmak gerekiyor. Bunu bilen bilir, öğleye kalmadan malların en iyisi bitermiş.



Aynı gün, City Bowl’da Hope Street’te de kilise gibi bir yapının alt katında sokağa taşmadan efendi efendi olup biten bir yiyecek pazarı kuruluyor. Meksika’dan Çin’e çeşitli egzotik yiyecek var ama Woodstock’takinin eline su dökemez.



*

Havaalanından dışarı çıkar çıkmaz havaya burun kesilmiştim.

Hafızama her şeyden önce imza-kokusuyla kazınmış üç şehirden ikisi bu kıtadaydı. Cape Town’un da onlara katılıp katılmayacağını anlamak için.

Ama hayır, şehrin kendine özgü, sarıp sarmalandığı baskın bir kokusu yok.


(Arkası yarın)

.

7 Mart 2012 Çarşamba

KIRSTENBOSCH SENİN, KALK BAY BENİM

Cathy’nin bana hasrettiği ikinci gün, şehrin etrafından dolanarak yükselen ormanlık yoldan önce Kirstenbosch’a gittik, botanik bahçesine. “Bahçe,” Table Mountain’ın yamaçlarına yayılan böyle büyük bir alana dar gelen bir sözcük.


(Sadece Güney Afrika’ya özgü 6 bin türün yetiştirildiği 36 hektar!) Eteğindeki geniş çimenliklerle Dağ’ın gözleri altına serilmiş patikalar, yollar, düzlükler halinde her anında bir başka bitkisel sürpriz sunan diyara girdik. Cathy, ne yöne gideceğimize sen karar ver, dedi. Babasının takasının dümeni başına geçirilmiş çocuk sevinciyle tamam! deyip yol ağızlarına geldikçe hiç duraksamadan yenisini söyledim. (Yön konusunda sorunum zaten duraksamak değil, duraksamamak benim.)















Böylece çalılar, ağaçlar, çiçekler ve aralarındaki, görünüşüyle sesi rengarenk türlü egzotik kuşla şenlenip şaşırarak hayli yürüdük. Dere kenarlarının, pınarların serininden, yeşil tünellerden kıvrılan patikaların kokusu şerit şerit değişen gölgeliklerinden geçtik. Durduk, kuşları seyrettik, fotografladık, ötüşlerini kaydettim. Arada bir kuytuluk ya da yol kenarından karşımıza taş ya da bronz Afro-modern ilginç heykeller çıktı. Son seçtiğim patika gittikçe dikleşmeye başladığında Cathy, “Buradan dağa çıkılıyor, istiyor musun?” dedi. Döndük. Girişte hoş bir karma resim sergisi gezdik. Aralarında township kökenli ressamlar da vardı. (Akrilik boyaya paslı teneke, kağıt, tel gibi malzemenin katık edilmesiyle yapılmış teneke mahalle resimleri önünde epey kaldım. Gauguin’in Afrika çeşitlemesi dediğimiz bir seri de çok güzeldi.)

Cape Town’a yandan bakan geldiğimiz yoldan False Bay’e vurduk. Körfezin Ümit Burnunda sonlanan kolu boyunca sıralanan balıkçı kasabalarından geçip Kalk Bay’e vardık.

“Önce bir dolaşma mı, yemek mi?”

“Yemek!”

Suya uzanan üç tarafı açık Pirinç Çan lokantasına girdik.

İfil ifil mavi deniz kokusunu içime çekip cehaletimi koyvererek “Aah!” dedim, “İşte benim Atlantiğim!”

Güldü Cathy. “Şey, bu Hint, ama olsun.”

Harita meraksızlığımın gediğini sonradan harita başında uzunca oturarak yamadım, o da bir şeydir.

Koca bir çanak dolusu HİNT midyesi, yerli bira ve güzel bir sohbetle keyfimi cilaladım.

Şöyle bir dolanıp küçük balıkçı limanına indik. Kalk Bay, asıl burada Kalk Bay imiş. Pek yakından tanıyacağım kirli sarı Cape Town-Simon’s Town treni düdüğünü öttüre öttüre hemen kıyısından gelip geçiyor, arkasında tepeler yükseliyordu. Çardak altlarında snouk (ulusal balık) tuzluyorlar, artığını deniz tarafında rızkını bekleyen foklara fırlatarak suda canhıraş bir cümbüş yaratıyorlardı.

İki kolunda birer ufak deniz feneri olan dalgakırana çıktık. “Denizin böyle sakin durduğuna bakma. Kabarır kabarır, bir anda patlar.” Öyle zamanlar, coşmasını fenerlerin dibinden seyretmek isteyen bedbahtları yutuverdiği olurmuş. Pekala aralarından biri olabilecek kumaşımla pek de bir laf etmek istemedim ama feneri örtmek üzere şahlanmış bir dalga ile önünde son kuru anlarını yaşayarak bakan adam fotografı da akıldan çıkacak gibi değildi.

Bo Kaap evleri gibi rengarenk balıkçı teknelerinin sudaki yansımaları peşine düşüp bu merakımı (saplantımı?) güzelce giderdim. Martıları, fokları, kayalık cepleri doldurmuş salınan kelp öbeklerini gevşemiş kedi bakışlarıyla seyrettim. İçimi biraz daha güneş ve lekesiz mavi gökle doldurdum.

Kaç tren geldi geçti. Zamanı götürüp getiren de o oldu. Beri taraftakiyse bir kez daha saat vaktinden kopmuş gitmiş, hoşnutluğum üzerinde salınan yansıması kalmıştı bir.

Dönüş yolunda harika rehberim, “Sana en sevdiğim yerlerden birini daha göstereyim” dedi. Liesbeek nehri kıyısına akşamüstünün fotografçı deyişiyle “altın saatinde” geldik. Işığın sarı toza bulanıp vurduğu her şeye töz bahşettiği vakit. “Kuş fotograflarımın çoğu işte buradan.” Saatlerce kalır, en sevdiği kırlangıçlar başta olmak üzere diğerlerini, su kuşlarını gözlermiş. Sosyal davranışlarını, uçuşlarını, yavrularına verdikleri eğitimi.. Asıl görmek için ama gördüğünden resimler, fotograflar çıkarmaktan da geri kalmayarak. Doğayı böyle sakince, kendini vererek gözlemleyenlerin derinliği vardı onda da. Çizimlerine yansıyan derinlemesine bir bakış, kavrayış. Martı, her zaman her yerdeki karabatak, hatta kırlangıç vardı ama göstermek istediği kingfisher (yalıçapkını imiş) kıyı boyu epey yürümemize rağmen görünmedi.



Güneş yarı yükseltisinden Table Mountain’a vurarak arkasından batarken ödünç verdiği tözü yitiren nehir ve şeyler sıradan loşluğa gömüldü.

Cape Town’da kordon boyuna indiğimizde “Sayende bugün ben de en sevdiğim dört yeri birden görmüş oldum!” dedi. Buranın okyanus üzerinden güneş batışları yaman olurmuş ama geç kalkmıştık. Gökte bundan geriye, solup kararmış tarihi bir brokar kızıl-moru kalmıştı sadece.



(Arkası yarın)

6 Mart 2012 Salı

ARA NAĞMELER


ÜST KİMLİK: GEZGİN

Lonely Planet, seyahatini kişiselleştirmekten yana yolcular tarafından benzerleri için hazırlanan bir rehber. Doğaçlamacılar, tabağın önüne getirilmesini beklemeyecek, gidip meyvesini kendi toplayacaklar için. Önerdikleri yerlerde karşılaştıklarınız da üç aşağı beş yukarı aynı yolun yolcuları oluyor.

Scalabrini’nin mutfak-oturma odasında sabahları ve akşamları karşılaşıp sohbet edenler gibi. Beş kıtadan gelen genç, orta yaşlı, kadın-erkek deneyim, tüyo paylaşırken kökenlerimizin ayrılığı ötesinden bizi birleştirenin ne olduğunu düşündüm. Hayata benzer bir iştahla geçirilen aynı kurcalayıcı merak bu. Gidip kendi gözün kulağınla keşfetme dürtüsü.

BOOK LOUNGE

Kitap kurtları için kemirmekle bitmeyecek bir kaynak. City Bowl, Roeland Street’te eski bir köşe binanın iki katını tutuyor. Epey geniş bir şiir ve kısa öykü köşesi var. Ve her yerde olduğu gibi yardımını hiç esirgemeyen çalışanları. Felsefe öğrencisine benzer genç adama gidip bana biraz yol göstermesini istedim. Çağdaş Güney Afrikalı yazarlardan başlıca deneme ve öykü okumak istediğimi, romana da itirazım olmadığını söyledim. Epeyce uzun bir süre bana yazarlar, işleri, tarzları konusunda bilgi verdi, raflardan çekip çıkardığı örneklerle yükselen bir kule oluşturdu. Rahat kanepeye ve zamana yayılıp taşıyabileceğim kadarını seçtim.

Kafamı çokca kurcalayan sorunun Güney Afrika’da beyaz olmak olduğunu söyler söylemez Antjie Krog’u önerdi. “Efsanedir o. Ülkenin en derin düşünürü!” 1994’ten sonra ailesiyle birlikte inadına bir township’te yaşayan, Apartheid karşıtı bu beyaz kadın aktivistin Begging to be black kitabını okuyorum şimdi.


“In order to understand something I have to write it; while writing –writingly, as it were- I find myself dissolving into, becoming towards what I am trying to understand.”

“I want to be part of the country I was born in. I need to know whether it is possible for somebody like me to become like the majority, to become ‘blacker?’ and live as a full and at-ease component of the South African psyche.”

“How do I ‘flee’ towards black (…), if I have never cared to know what black means? So my first question is this: is it possible for a white person like myself, born in Africa, raised in a culture with strong Western roots, drenched in a political dispensation that said black people were different and therefore inferior, whether it is possible for such a person like myself to move towards a ‘blackness’ as black South Africans themselves understand it?”


"After a suitable time I am offered pap, maroho and a glass of water from the water bucket, which has obviously been carried from somewhere. 'My mother is sorry that everything is cold, but she thought we would be coming already this morning.'

"I keep my eyes on the plate. How do I do justice to such a gentle and beneficent gesture? Everything on this plate or in this glass has been gathered or processed with great trouble, plus the knowledge of how bodyness will pick and shred and stir and taste and give itself. The perfect texture of the pap, the amount of salt in it, the sharp taste of the maroho that pierces my mind with memories of sitting long-legged with black women under a tree eating from the same pot, the cool water in the scratched but surviving glass. At the same time, it feels as if the gesture is not about the food, also not about giving at all, but about sharing a physical generosity. It is as if the skin containing my body has become porous, as if I am dissolving into a delicate balance with this woman and her daughter, their offered food and all the places it comes from.

"Maybe it's also even more than that: in this house where a rural mother sits with her university-qualified daughter, unable even to begin to guess the complications of her life, the meal is shared within the context of a deep trust that whatever is shared, now, with me, is not only worth sharing, but confirms what has always been known here: being part of. Not of some thought-out or yet-to-come imagined space, but part of something that is, calibrating heartbeats."

Müthiş bir ses.

İNGİLİZCELER

Afrikaans ile birlikte ülkenin 11 resmi dilinden en yaygını. Anadili bu olan beyazların ağzında anlaması kolay. Amerikanca'dan çok İngiliz İngilizcesine yakın. Vurgusu ve söylenişini müzik gibi kendi duyuşlarına çeviren siyahların konuşması biraz daha alışma istiyor. Siyah ya da beyaz, birçok dilden devşirdikleri, kültür baharatı sözcük ve deyimleri de içine alacak bir anlayış ise haliyle orada yaşamayı gerektiriyor. (Ya da dili dile katışlarını. Okuduğum kitaptan: “You get out to buy apples. Not naartjies, apples. I can’t get over it! Apples make mos this hollow sound, sien jy? Ek klap sommer ieamand as hy appels in my ore eet, but one can actually see him chomping away behind the wheel.”)

(Bir parantez daha açıp Krog’un Begging to be black’te değindiği, J.M. Coetzee’nin Disgrace’ini de okunacaklar listeme ekleyeyim. “Going back to Disgrace. I am reminded of those haunting sentences. ‘Doubtless Petrus has a story to tell. But preferably not reduced to English. More and more he is convinced that English is an unfit medium for the truth of South Africa.’ English has become the language that confirms and judges our existence and the quality and weight thereof.” Disgrace Türkçeye Utanç adıyla çevrilmiş.)

*

Benimkiyse antika bir pancar motoruna benziyor. Genellikle basit şeylerde öksüre tıksıra gider, telaşlandığımda tutulup kalırken alengirli, soyut şeyler anlatacak olduğunda güldür güldür akıyor. Seviye tespiti zor bir dil bilgisi.


(Arkası yarın)
.

5 Mart 2012 Pazartesi

CHAPMAN’S PEAK’TEN HOUT BAY’E

Pakistanlı rehber-şoförüm Vahit ile Fish Hoek’te Hint Okyanusundan içeri vurup Monkey Valley’de Atlas Okyanusundan çıktık. At çiftlikleri ve meraklılarının buralardan bindikleri atları dörtnala kaldırdıkları sıkı kumlu dümdüz, müthiş plajın üzerine yükselerek Afrika’nın ve dünyanın da en güzel kıyı yolları arasında sayılan güzergahta Chapman’s Peak’e geldik. Dağların denize güm diye indiği yamaca açılan yol, heyelanlarla fazla can almaya başlayınca iki yıl boyunca kapamışlar. Sonunda yamacı perdeleyip en tehlikeli yerinde yolu çatı altına alarak yeniden açmışlar.

Ne de iyi etmişler. Yanağın dağlarda, o dağlar kıvrak bir kavisle alçalıp suya inerek koyu, Hout Bay’i oluşturduktan sonra karşıda bir kez daha yükselerek çizdiği kanat kanat burunla Cape Town’a doğru gözden kaybolurken okyanusun bu işe nasıl karşılık verdiğini seyretmek insanın içini hop ettiriyor. Körfezi, çanağını ve bu çanağı dolduran denizi.

Vahit’e bir township görebilir miyiz diye sormuştum. Grupları götürdüğümüz belli yerler var ama bir iki kişi ile bunu yapmıyoruz, dedi. Güvenlik nedeniyle. Bir yanıyla rahatsız edici, incitici bir merak tabii bu. Hayvanca koşullarda yaşayanları hayvanat bahçesi gibi seyretmek. (Başka bir yöndense, insan işlerinde hep olduğu gibi, şişi çeviriş biçiminiz durumu tümden değiştiriyor. Aynı ziyaret bir turizm acentesinin dilinde, bu insanların yaşam koşullarını dünyaya tanıtıp mücadeleleri ve gelirlerine katkı sağlayacak neredeyse soylu bir edim haline getirilebilir. Vicdanlarının rahatını düşünenler için herhalde getiriliyordur da.)



“Ama Imizamo Yethu’ya kıyısından bakabiliriz.”

Hout Bay’in hemen girişinde, teneke kasabaya giren yolun karşısında durduk. Bir çöl fırtınasının gökten yağdırdığı döküntü yığını gibiydi. Teneke, tahta, plastik, ne bulunmuşsa derilmiş, baş sokulacak dört duvar ile çatı çatılmış, insanların omuzlarını içe çekerek dolandığı kargacık burgacık geçitler hariç bırakılarak dip dibe getirilmiş.

Cape Town’a mesleki tecrübe kazanmak için gelip aradığından da fazlasını bulduğunu gözleri ışıldayarak söyleyen hosteldeki Kanadalı travma cerrahı, township gezmeden dönmememi öğütlemişti: “Hayatın o koşullarda normal akışını sürdürmesini görmek şaşırtıcı. Anneler çocuklarının saçını örüp okula hazırlıyor, misafirler ağırlanıyor, çamaşırlar asılıyor.. İnsan normalliği yeniden sorguluyor.”

Yamaca doğru yayılıp giden bu kasabada kimi kaynağa göre yirmi bin, kimine göre bundan çok daha fazla yaşayan var. Yolun aşağısında, Hout Bay’in adamakıllı varlıklı beyaz nüfusuyla aralarındaki toprak mülkiyeti, altyapı hizmetleri gibi çözümlenemeyen yaşamsal sorunlar, çatışmalarla burun burunalar. Sıkışıp kalmışlığın, öfkenin, kinin suç atakları siyahlardan beyazlara kırbaç gibi şaklarken beyazların karşılığının da geri kalmadığını okudum. Gündüz ve gece, siyah ve beyaz burada mecaz değil, aynı toprağı paylaşan iki kutbun dümdüz adı.

Apartheid’ı yaşamışlara (beyazlara) denk geldikçe öncesi ve sonrasını sordum. Yanlışlığı elbette hissediyordun ama içine doğduğundan bunu dünyanın düzeni gibi alıyor, neresinden nasıl karşı çıkacağını bilemiyordun oldu aldığım ortalama cevap. Sonrasında, eşitlik ve özgürlüğün dişe diş bir mücadele ile ilke olarak getirildiği her durumda olduğu gibi statüko, yenisinin inşasına kadar sıradan insanların gündelik hayatları üzerine çökmüş. Siyahlar ve renkliler, ayrımcılıksa ayrımcılık, o vakitler hiç değilse bir işimiz vardı, karnımız doyuyordu derken beyazlar da işe almada siyahlardan yana uygulanan ayrımcılıktan şikayetçi. “Geldiler ve işlerimizi elimizden aldılar!” Siyah evsizlere Apartheid’ın kaldırılmasından bu yana artan sayıda beyazlar eklenmekteymiş. Apartheid sonrasının bir sonucu da şiddetin, ortak düşmanı ortadan kalkan farklı etnik ve siyasi siyah topluluklar arasında alıp yürümesi olmuş. Mücadelenin mimarı Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ise, iktidarın kaçınılmaz yozlaştırıcılığına çoktan kapılmış ve bu haliyle yeni dönemeçte kendisinden bir şey umulamaz halde olduğu söyleniyor.

Evet, bütün bunlarda yeni hiçbir şey yok ama bu yavan gerçek, kayıtsızlığını sıkıca silktiği insanın insanlığından utanç ve öfke duymasına engel olmuyor.

(Öte yandan, şöyle kıyıdan bir ziyaretle aslan kesilmek kolay. Imizamo Yethu’da yaşayan bir siyah değil, aşağıda Hout Bay’e yayılmış bir beyaz ve Antjie Krog ya da Steve Biko gibi bir istisna değil de olanca kaypaklığı ile sıradan insan olsam, bu ahvali tenim gibi ak ve helal görüp göstermenin yolunu fazla da aramadan bulur, öylece yaşar giderdim.)

Çocuk ya da maymundan farksız insan zihni işte; alev saçan dikkatim, yolun zengin beyaz evleri arasından dolanan devamında yeni bir hissedişle bu yeni sahneye kaydı. Pazar gününün cümbüşüyle kaynayan limana indik. Lokantalar adam almıyordu, plaj da öyle. Dalgakıranın beri tarafında, demirlemiş rengarenk tekne, nüfusa eklenmesinde yadırganacak bir yan olmayacak kadar insanlarla yüzgöz olmuş foklara para karşılığı snouk artığı atan yerliler ve para verip bu gösteriyi seyredenler ile yat limanı ayrı şenlikti. Bunca renkten sarhoş, bir uçtan ötekine yürüdüm. Kırmızı tişörtleriyle bir grup Xhosa, çanaklarını yere koymuş, marimbaların, cembelerin başına geçmiş, kıvamını sıkı tutturdukları ritmi kaynayan müziklerini yapmaktaydı. Durup dinledim, seslerini kaydettim.



Arabasının yanında rehberlerin gayet iyi bildiğim o “Tamam iyiydi ama bitse de gitsek artık” kanıksamışlığıyla etrafı seyreden Vahit, “Çok kalabalık, buraya hafta arası gelmek gerek” dedi.



Bense kalabalığı bazen severim, çok severim hem. Heyecanı körükler, insana vites yükseltir, bir güzel esrimenin de iksirini sunar.


(Arkası yarın)

.

4 Mart 2012 Pazar

DISTRICT 6

Ünlü semtle aynı adı taşıyan müze, Apartheid’ın ne menem bir işleyiş olduğuna ışık tutuyor, insan, gündelik hayat ölçeğine getiriyor. Şehrin epeyce bir alanına yayılan bu mahalle, orta alt sınıf sakinlerinin olanca etnik, kültürel çeşitliliği içinde kendi geleneğini oluşturmuş, köklenmiş, cemaat dokusuyla şehre de önemli çehrelerinden birini vermişken Apartheid yönetiminin burayı siyah ve renklilerden ayıklama kararı 70’lerin ortasında eyleme dökülmüş. Yaşayanları belirlenmiş başka yerlere sürmüş, evlerin, dükkanların, çarşı pazarın arasında buldozerlerle girmişler. Yıkım elbette bununla kalmayarak Cape Townluluk algısını da derinden yaralamış.

Müzede bir vakitlerin District Six’inde yaşayanların kurtarabildiklerinden bağışladıkları var. Sokak tabelaları, nesneler, fotograflar.. Zemini boyunca da semtin önceki halinin krokisi. Eski sakinleri yavaş yavaş dönüyormuş. Ama acı ile öfke öyle bir kuşakta yatışacak gibi değil.

İlk siyah başpiskopos, Nobel Ödüllü Desmond Tutu’nun “Bağışlama olmaksızın gelecek, hatırlama olmaksızın da bağışlama olamaz” felsefesinin hayata geçirilmesi olmuş bu müze. Kuruluşu, pek çok öfkeli yüreğe yeni bir anlam, yön sunmuş.

Dükkanında kitapları karıştırırken buraya bakan altmış yaşlarındaki adam, bir tanesini gösterip bunu da ben yazdım, dedi. Üç kuşak District Six’li Müslüman bir ailedenmiş. Noor Ebrahim. Sürgünü yaşamış. Kitabında bunu ve oradaki yaşamı anlatmış.

Bamtelime dokunan bir anekdot: Yıkılan evlerinde beslediği elli güvercini yeni evlerine getirmiş. Bir süre sonra uçurmaya karar vermiş. Bir kısmının geri dönmeyeceğini hesaba katıyormuş ama kalanlarla güvercin uçurmaya devam edecekmiş. Hiçbiri dönmemiş. Ertesi sabah, her zamanki gibi evinin yıkıntıları önünden geçip işe giderken bütün kuşların orada olduğunu görmüş. Yaklaştığında kaçmamışlar. “Ama gözleri ‘neresi şimdi bizim evimiz?’ diye sorar gibiydi?”



District Six’in büyük kısmı ot bürümüş boş arazi olarak bırakılmış. Yenen herze yöneticiler için içinden çıkılmaz idari, yasal güçlükler oluşturmakla kalmıyor, kökenlerine sahip çıkanlar buraların rant kaynağı haline getirilmesine kararlılıkla karşı çıkıyorlarmış.

İbret verici bir kentsel dönüşüm hikayesi.


(Arkası yarın)

.

3 Mart 2012 Cumartesi

ÖĞLE SICAĞINDA ATLANTİK KIYISI

Oda arkadaşım, Etiyopya’dan gelme Amerikalı Mary, bugün ne yapacaksın diye sordu. Doğaçlama, dedim, her zamanki gibi.

Yolculukta taslak bir program çıkarıp zamanlamasını güne bırakmak güzel oluyor. Güne nasıl uyandığına. Görülecek şeyler listesine içinden estiği gibi yer ekleyip çıkarmak, ayrılan zamanları uzatıp kısaltmak. Başka bir zamanın kararlarını uygularken ana sırt çevirmektense adımlarını tazesi tazesine atmak.

Öğleye doğru istasyondan belediye otobüsüne atlayıp kıyıya indim, en zenginlerin milyonlarca dolarlık konutlarının olduğu Waterfront’a.

Başka bir vakit bunların arasında bir kanal turu yapmış, seyirlerine varmıştım: Küçük, kırmızı, yassı tekne birkaç metre derinlikte, suyu düzenli olarak denizden alınıp verilerek temizlenen kanalda ilerlerken bu bitişik düzen, önlerinde cetvelle çizilmiş dar bir şerit hariç yeşil, toprak, bitki yoksunu, bön bön bakışan binalara içim daralarak bakmış. Sakinlerinden bazıları, teknelerini bağladıkları beton kıyıya şezlong atmış, soğuk soğuk güneşleniyordu. Sonu resmen getirilmiş Apartheid’larına kendilerini paralarıyla kapamayı sürdüren bu insanlara esaslı bir “hıh!” çektiydim.



Bir otobüs daha ve Sea Point’te indim. Burasıyla Waterfront arasında uzayıp giden kordonda tabanlarım ne verdiyse yürümeye koyuldum. Bunca okyanusla rutubetsiz bir sıcağı var Cape Town’un. Genellikle dağdan kopan esinti nemi dağıtıyor olmalı. Ama şimdiki serin serin Atlantik’ten geliyor, gür güneş altında tam eriyip kalacak gibi olduğumda adımlarımı yeniden yeniden canlandırıyordu.

Kordon boyu da hali vakti çokça yerinde olanların. Derli toplu, dıştan pek bir özelliği olmayan, yüksekliği abartısız bir sıra apartman. Kanal boyundakilere kıyasla etrafa, hiç değilse denize daha açık görünüyorlar ama burada yaşayanların büyük bir çoğunluğunun hayatında bir kez township görmüşlüğü olmadığını duymuştum: Hayatları havaalanı ile evleri arasında geçermiş. En güzel yanları, aralarından görünen Table Mountain ile kapı aslanının iki tepesi. İlerde güney banliyölerinin sırtlarını verdiği dağların siluetleri, hemen açıkta Mandela’nın güneşte silikleşmiş Robben Adası, tertemiz, bakımlı bir kordon.



Yol ile kıyıdaki beton yürüyüş şeridi arasındaki ağaçlıklı çimenlere yayılmış kestirenler. Bu havada kendini koşuya vurmuş kadın-erkek (beyaz tabii! Bedenlerinin içinde yaşayan siyahların bu işi suni bir kült haline getirmesine gerek yok), köpek gezdirenler. Dünyanın karnı doyan herhangi bir yerindeki kordon manzaraları. İnsanlardan yana. Doğaya gelince, kendini tekrarlamazlığını burada da estirmiş. Yolun karşı tarafındaki çamlar dağdan inen rüzgarla kıyıya doğru eğilerek büyümüşken kıyıdakileri de okyanus rüzgarı ters yönde neredeyse iki büklüm edip bırakmış. Sonra okyanus. Bugün tatlı tatlı çelik mavisi. Sakince ama sesi davudi. Aşağıda, kayalık ceplere öngörülmez aralarla bir hışım dalarak yükselip kırılan iri dalgaları yürüyüş yolunu yalayıveriyor.

Yer yer gelgit havuzları yapmışlar. Daha doğrusu, bu doğal oluşumların kaya duvarlarını betonla yükseltip daha güvenli hale getirmişler. Buralara biriken su okyanustan ayrılarak sakinleşiyor, sığ olduğu için ısınıyor da. Al sana tabii yüzme havuzu. Fildişi kumsallar denize girmeyi istediği kadar çekici kılsın, bu azmanla öyle bir yakınlıkta hiç gönlüm yok. Yalnız da değilim. Suda hemen kimse görünmüyor. Cape Town’un asıl plajı, şehrin hemen bitişiğindeki, rüzgardan korunaklı ve yine bir zengin sayfiyesi olan Camps Bay. Buradaysa kıyı bir de kelp adı verilen, deniz tabanına bağlandıkları metrelerce uzun saplarından koparak sürüklenmiş okyanus yosunlarıyla kaplı (yeşilleri ve “yemişlerinin” biçimiyle süs biber turşusunu andırıyorlar biraz). İki Okyanus Akvaryumunda bir “kelp ormanı” gördüm. Köpekbalıkları, dev kabuklular, dev başka deniz mahluku tamam ama akvaryum gezisine asıl bunun için değermiş. Çok büyük bir tankın dibinde burnumu cama dayadım. Usul usul dalgalanan dev bitkiler arasında sakince yüzen toraman balıklarla bir öte alem huzuru alıp götürdü.

Mouille Point. Fransızca’dan gelen adını, rüzgarda hep ıslanan burundan almış. Kırmızı-beyaz kübik kaideli deniz feneri (olsun, yüzyıllar boyunca gemi yutmuş çok tehlikeli bir geçişmiş burası hâlâ).



Otobüs duraklarını fazla da bakmadan geçiyordum. Geride sadece yürüyüşün kaldığı bu silinmeler iyidir. Sıcak, yorgunluk ve rüzgar yapacağını yine yapıyor, zihnimi aşırı pozlanmış bir fotograf haline getiriyordu.

Green Point Stadyumu. 2010 Dünya Kupası karşılaşmalarının Cape Town ayağı için yapılmış. Japon kağıt fenerlerine benziyor. Aynı buruşuklukta ve göze hiç ağır gelmeyen, boyutlarına rağmen algısı kütlesellikten uzak, ha dedin mi uçup gidecek gibi. Bu hissi mimaride verebilmek az şey olmamalı.

Waterfront’a bir deniz kazazedesi gibi vardığımda baktım, üç saatten fazla olmuş. Sabahki iki saati de eklersek beş saati bulmuşuz.

Yanlış yerden girip standart modern bir alışveriş merkezine düştüm. Soğuk (gerçi bu o kadar kötü gelmedi şimdi), sevimsiz (ilginç; yerler ya sevimli ya şık oluyor çokluk). İçinden geçip marinanın kıyısında bir yığın, hepsi dolup taşan restoran, kahvenin arasına çıktım. Beride dönme dolap, toplanmış, müziklerini yapmaya hazırlanan bir grup. Pamuk helva (burada mavi!) satıcıları. İrili ufaklı tekneler. Bir banka çöktüm. Yorgun olmasam seveceğim bütün bu hareketi, kelplerin arasına dalıp çıkan irikıyım balıkların donuk bakışlarıyla seyrettim.


(Arkası yarın)

.

2 Mart 2012 Cuma

COMPANY’S GARDEN, CUMARTESİ ÖĞLE ÜZERİ

Hava sıcak, gök mavi. Parkın üst üste binmiş yeşilliğinin koyu gölgeleri insanı birden diriltiyor. Avare adımlarım oradan oraya götürdü önce. Ulusal sanat galerisinin berisindeki gül tarhları. İlk kez şehrin içinde görüp bakakaldığım ağacın, levhası sayesinde ne olduğunu öğrendiğim eşi: Yeni Zelanda Noel Ağacı. İlk yemeğimi yarı baygın yediğim bahçe lokantasında kremalı bir kahve.

Sonra çıkışa uzanan gölgeli geçitte bir banka oturdum. Adımlarım kadar amaçsız, yönsüz bir içle. Dur bakalım, oturdukça bu içte de neler durup oturacak, dibe çökecek diyerek.

Seyrettim, kulak kabarttım. Gözledim. Yanı yöresinde eşi dostu, çoluk çocuğuyla geçip gidenlerin işi kolaydı. Birbirlerinin sırtını kaşır gibi zamanlarını karşılıklı biçimlendiriyorlar, çerçevesini çizip içini dolduruyorlardı. Yalnız yürüyen ya da oturanlarınsa çoğunun cep telefonu vardı bu iş için.

İnsanın kendinden koşar-kaçar adım uzaklaştıkça yapışıp kaldığı şu ekranlar. Oradan düşecek gıda kırıntısı için ağzını yüzeye dayarken derinliklere çoktan sırt çevirmiş balıklar gibi.

Bilmiyorum. Kendi yarenliğimden dipsiz bir haz aldığım vakitler benim için de gerilerde bir yerde kaldı. Ama girdiğim ekran perhizi sayesinde hiç değilse o ahbabı ne kadar özlediğimi hissedebiliyorum. Olmakla dolardı. Varolmaktı onu doyuran, besleyen. Zamanı içi bir şekilde doldurulması gereken upuzun, bomboş bir bağırsak olarak algılamazdı. Suya atılıp dibe çöken taş gibiydi zaman algısı. Yoğunluğu sıradan ahbaplıklarla kesintiye uğrasın hiç istemez, kendi kendine yeter de artardı bile.

Özlediğimi hissetmeye başladıysam belki de yakınlardadır. Yapıştığım ekranların yokluğunda öne doğru birkaç adım atmaya hazır.

Kim bilir. Daha iki dünya arasındayım. Bir başınalıkla yar bana bir eğlence-avuntu-oyalanma yavanlığı arasında.

Ama yok! Hiçbir ekran, ekrandan gelip geçen hiçbir şey beni senin gibi doyurmadı Öykücü. Geri gel. Daha doğrusu ben sana döneyim!


(Arkası yarın)
.

1 Mart 2012 Perşembe

YÜRÜYELİM YÜRÜYELİM

Şehir planına baktım, bir daha baktım. Eğip bükerek tefrik ettim. (Oysa harita ne diyorsa o. Yorumlamamak gerekiyor.) Edindiğim izlenimleri izlenecek yollara tercüme ettirmek için ikide bir durup yol sorarken kısa sürede buranın bir yön aptalı için bulunabilecek en iyi şehir olduğunu fark ettim. Bilmeyen, ya gidip bir bilen bularak ya da bilecek birini göstererek yardımcı oluyor. Siyahı, beyazı. Sonunda sormama bile gerek kalmadı. Bir köşede dikilip elimdeki plana Rosetta Taşıymış gibi aval aval baktığımı gören beyaz bir kadın, kayıp mı oldunuz deyip hostelimin sokağını tarif etti.

Aradan bir hafta geçip yolları öğrendikten sonra çizdiğim tuhaf zigzaglara gülüyorum.

Cape Town ve Güney Afrika üzerine söyleyecek birkaç çift sözü olan yerleri gezeceğiz bugün ama önce trafiğe dikkat. Ters trafik, araba kullanmaktan geçtim, yaya olmayı bile yeniden öğrenmeyi gerektiriyor. Önce sağına, sonra.. Kurallara genellikle (bizdeki kadar) uyulmakla birlikte yayaların kendilerini kollamaları gerek. Yine bizdeki gibi şoförlerin gözünde, arabanın rüzgarıyla yolun kenarına savruluvermesi beklenen yuvarlanan çalılardan daha hatırlı bir yanları, öncelikleri yok.

Castle of Good Hope’tan, kaleden başlayalım, kentin 17. yüzyılda yapılma en eski yapısından. Suyla çevrili yayvan kalenin görüntüsü yetmiş, uzun tarihi boyunca tek bir saldırıya uğramamış. Yeşil bahçeleri, gölgesi pek taş duvarlar hâlâ süren iklim sersemliğime merhem gibi geldiyse de aynı şeyin tarihinden gelip geçenler için geçerli olmadığını “İşkence odası” levhası tokat gibi hatırlattı. Dokunmadan edemeyen ellerim, zindanın zamanla cilalanmış taş duvarlarında, zincirlerin geçirildiği demir halkalarında dolandı. Vali beyin havuzlu bahçesine çıkıp soluğumu koyverdim. Bir davet için yiyecek içecek taşınmaktaydı. Revak altında kahveyle sosisli börek başında otururken (özellikle yolculuklarda bir araya getirdiğim şeylerin tuhaflığıyla kendimi bile şaşırtıyorum) siyahlı beyazlı bir otobüs dolusu öğrenci gelip çimenlere yayılarak kaleyi resmetmeye başladı. Onlar kaleyi, ben onları gözlemlerken anahtar devir teslim saati de geldi. Hoştu. Hepsi siyah askerler her ne kadar üniformalı, tüfekli, olabildiğince kaz adımlı da olsa bunların giydirme olduğu çok belliydi. Üniformanın zapt edemediği başka bir şey spontanlık. Her şeyi, acı ve zoru da getirip şenliğe çeviren Afrikalı ruhu yüzeyin hemen altında kendini bir şekilde belli ediyor, bu askercilik oyunundan tatsız ciddiyetini, katı inandırıcılığını alıyordu.

Kaleden çıkarken güya nöbete durmuş, karşılıklı gülüşüp atışan iki asker arasından geçtim. Beyazların savaş oyunlarına elbette piyon edilmiş, İkinci Dünya Savaşı senin Kore benim, oraya buraya sürülmüşler, onurlarına şehrin göbeğine eh bir de heykeller dikilmiş ama şu üniforma, onların bedeninde bunu icat edenin ruhundan ne uzak.

Kalenin yanında Grand Parade meydanı yayılıyor. Önce denizcilerin devşirilme, sonra da kölelerin pazarlanma yeri olmuş. Meydan demek toplanma demek. 27 yıllık tutsaklığının ardından Mandela, burada bir araya gelen on binlere ilk kez belediye sarayının (City Hall) balkonundan seslenmiş. Grand Parade denizciler, köleler, yeni bir ulus derken bir de başka dünya milletine (belki de en sınıfsızına) mekan olmuş: 2010 Dünya Kupasını stada sığamayan dört bucak insan buradaki dev ekranlardan gayet de olaysız izlemiş. Onlar için bir tür hac olmalı.

Meydan artık sürekli bir pazar yeri. Yiyecek içecek, çul çaput ve turistler için Afrika işleri tezgahlarıyla cıvıl cıvıl.

Fonda mavi gök ve Table Mountain ile fotograf dolduran tarihi belediye sarayı bir kültür ve sanat merkezine dönüştürülüyor.

Dağ ile önündeki uzanmış aslan biçimli tepe arasındaki konumundan ötürü City Bowl denilen “çanakta” pek çok görülecek yer var. Bunlardan biri yeni ismiyle Slave Lodge, Kölehane. 17. yüzyılda, Asya’daki sömürge “işletmesini” yürüten The Dutch East Indian Company’nin köleleri için yapılmış, Cape Town’un en eski binalarından. Zulümden insan haklarına, yürünmüş uzun yolun nesneleri, belgeleri yazılı sözlü (odağı yerinde tutmaya hizmet eden etkili de bir ışıklandırmayla) izlenebiliyor. Yanı sıra “efendilerin” özel eşyalarının sergilendiği koleksiyonlar ve beklenmedik bir ejiptoloji bölümü var (bizim Schliemann’ın diğer bir çeşitlemesi olan, hiçbir formel eğitimi olmaksızın geliştirdiği sistematik yöntemlerle ejiptolojinin babası olmuş Sir Flinders Petrie’nin bulguları). Ben bir de ünlü Siliva Zulu filminde ekibin antropolgu Lidio Cipriani’nin fotografları sergisine denk geldim. Zuluların geleneksel yaşamından iyi bir fikir veren özlü fotograflar.

Karşıya, Company’s Garden’a geçtim. Adındaki “şirket”, yine Dutch East Indian Company. Bahçenin uzun geçmişi, gemi kazazedelerinin dağın eteklerindeki akarsu kıyılarında sebze yetiştirmesiyle başlamış. Zamanla sular biraz daha içlere kanalize edilmiş, iş büyümüş, çeşitlenerek serpilmiş. Ortaya bugünkü, botanik bahçe ayarındaki zengin, büyük park çıkmış.

Kütüphane ile planetaryumun önünden geçip Ulusal Sanat Galerisine girdim. Aynı zamanda yazar ve şair de olan ünlü ressamları Peter Clarke ile kapsamlı retrospektifinde tanıştım. Uzun sanat yaşamının birbirini tekrarlamayan dönemlerine hakkını vermiş. Bunlardan bazılarından adamakıllı hoşlandım. Ve bir İngiliz’in, Richard Long’un, işte böyle yapmak varmış dediğim işleri. Afrika’nın kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerini yürüyerek aşmış. Bulduğu malzeme ile (taşlar, kaya parçaları, dal budak) geçtiği yerlerin duygusunu yerinde yansıttığı “enstalasyonlar” yapmış, çok geçmeden karışıp silinecek bu parçaları yekten zamana terk etmeyi gönlü elvermeyerek fotograflarını çekmiş. Ziyaretçiler için, haydi, siz de izlenimlerinizi içinizden geldiği gibi dizin izniyle bir salona irili ufaklı taşlar, kabuklar koymuşlardı. Oynadım.

Bahçeden çıkıp St George Katedralinden yukarı, Bo Kaap’a vurdum. Katedral, adını aldığı azizin mızrağını, doğrulttuğu ejderden doruğunda olan Apartheid’a çevirerek kallavi taş yapısında siyah, beyaz, renkli herkese kucak açmış.

Güney Afrika’da Müslümanlar yüzde beş civarında bir azınlık olmakla birlikte varlıkları Cape Town’da burası için “Müslüman şehir” dedikleri kadar yaygın. Ama insan kazanı bu ülkede din, inançlar çatışma, sürtüşme konusu olmamış (ilginç, bunun tek istisnası “kurucu” beyazlar arasındaki mezhep çekişmeleri). Bu işi ırk yapmış.

Memleketiminkilerden utanç duyduğum düzgün, geniş kaldırımları (insanın başını adımlarından kaldırarak yürüyebilmesi ne güzellik!), cadde ve sokakları, iyi düzenlenmiş meydanlar ile nispeten düz bir alanda yayılan Cape Town, yürümesi kolay ve çok zevkli bir şehir. Yüksek, modern binalar arasında bırakılan geleneksel ve tarihi dokuyla halkı gibi bol renkli. Her yerde rastlanacak dünya mimarisinden Afrika’ya özgü karışımlar ve yorumlara (art deco misali) uzanan alımlı, bakımlı bir yapılaşma. Sıradan, çirkinliğin sınırında ya da ondan içre yapılar da var elbette ama tek tük ve şehrin kıyılarında. O gök ile fondaki Dağ, haddini bilip fazla da yükselmemiş binaların beton, çelik kütleselliğini dengeliyor. Gözler dolaşmanın tadını insanlarla yapılar arasında gide gele çıkarırken, ayaklar da bedeni saatler boyu uysalca oradan oraya taşıyor, sağ olsunlar.

Table Mountain’ın önünde, uzanmış, kapısını bekleyen aslan biçimli yükseltinin iki tepesi var: Yumuşak hatlı (aslanın aşağı yukarı kalçası) Signal Hill (ismini zamanında gemilerin gelişini buradan top atarak duyurmalarından alıyor. Bugün de öğlen 12’yi aynı şekilde duyuruyor. Patlamalı ve şaşmaz bir saat ayarı) ve Lion’s Head. Afrikaans dilinde aslanın pençesi dibinde anlamına gelen Bo Kaap, işte bu yükseltinin eteğinde, renkli evleriyle ünlü Müslüman mahallesi. Sarı, yeşil, pembe, mor bitişik evler, eski bir geleneği izleyerek böyle renklendirilmiş. Azat edilen köleler, onlara gösterilen bu yere geldiklerinde esaretleri boyunca sırtlarına (ve kölelikle ruhlarına) geçirilen boz renkli çulların acısını renkleri imanına kadar bağırtarak çıkarmış.



Ve renklerle bağırmak Afrika’da sadece Bo Kaap’a özgü değil.


(Arkası yarın)

.