29 Mayıs 2013 Çarşamba

EFYEN

Ötenazi tartışıla, umarsız hastalar ne bedellere hayatta tutuladursun, fikir, en basit haliyle gürültü patırtısız uygulanmış. Eskide. Tıp henüz uzaklardayken. Babamın köyünde. Ama herhalde hayatın dallanıp budaklanmadan yaşandığı, öyle de bitirildiği zamanlar ve başka yerlerde de.

Hikayeyi üçüncü elden dinledim. İyice yaşlanmış, elden ayaktan düşmüş, bir türlü de ölemeyen insanlara efyen verirlermiş. Afyon. Ne şekilde, anlatan da bilmiyordu. Ama Araf’taki yaşam birkaç gün içinde mışıl mışıl askıdan iner, toprağa gidermiş.

Dinlediğim hikayede, köye uzun zaman sonra dönen biri, o ayrıldığında yatağa düşmüş bir tanıdığın akıbetini sorduğunda yakını, “Ha, o mu” demiş. “Efyen verdik. Tütün gibi tüttü gitti.”

Bu kadar.

23 Mayıs 2013 Perşembe

SERENCAM

Babam yol notlarımdan başını kaldırdı.

“Deden,” dedi, “14 yaşında evin kalabalığından bunalmış. Kış vakti, ayağında yarım yamalak pabuçlar, Torosları yürüyerek aşıp Hacı Bektaş’taki amcasının yanına kaçmış. Dergaha vardığında o gitti, demişler. Şimdi Merzifon’da. Kal, seni de derviş yapalım. Ve ahırlarda hizmetten başlatmışlar. Bunu da sevmemiş. Bir kervana katılıp yola devam etmiş.

“Saman kağıt derler, kaba, mürekkebi dağıtan kağıttan kalın bir deftere yolu, başına gelenleri hikaye etmiş. Adına da Serencam demiş. Uzun kış geceleri millet toplanır, yazdıklarını okuturmuş. (Bu defter sonra kayboldu gitti.)”

Güldü. “Sen ona çekmişsin. Bunlar da senin Serencam'ın.”

Kaldığı yerden okumaya devam etti.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

SOUND CHECK


İçim kıpır kıpır, boş salonda yer seçip oturdum.

Sonunda, konser öncesi piyano çalışması, ardından ses provası ile işin mutfağında bulunma isteğim, nazım geçen bir sanatçıyla yerine gelmiş.

Patricia Barber sehpayı ayarladı. Durup derin bir nefes aldı ve başladı.

Gamlarda inip çıktı. İşleklik ve koordinasyon için beyin devrelerini pekiştirecek daha ne gerekiyorsa aralarında dolandı.

Tam hızlanmışken kesilip başka şeye geçilen cümleler, parçalar, tezgaha yığılan meyve sebze kabukları, çekirdek ve kemikler gibiydi. Malzemenin çöpü havada çözünen türüyle mutfaktaydım işte!

Mekanik çalışın bir anında bir fikir beliriyor, onun peşine düşüyor, şu ya da bu açıdan ele alıp evirip çeviriyor, arayarak derinleştiriyor, sonra bir başkası ortaya çıkıverene kadar yola dönüp devam ediyordu.

Serbest yazma seansları gibi dedim. Kelimeler yerine sesler, yoksa aynı şey. Sıradan tekrarların ortasında birden heyecan verici bir buluş, sezgi. Ateşi tutuşturacak çıra.

Derken diğer müzisyenlerle onlara son anda katılan gitarist geldi. Ses provasına geçtiler. Normalde sadece ses düzeninin kurulup denenmesi olan bu fasıl, şimdi aynı zamanda bir tanışma idi. Bir grup ve daha önce hiç birlikte çalmadıkları dışarıdan gelen sanatçının nabızlarının tutup tutmayacağına bakması.

Baştan sona tek bir parça bile çalmadılar. Müziğin dilinde koklaştılar sadece. Parçadan parçaya atlayarak kendilerine gerekeni, iyice kodlanıp konsantre hale gelmiş bir dilde ilettiler.

Sözlüğüne belki ama ruhuna hiç yabancı olmadığım bu dildeki akıcı iletişimlerini yüreğim hızlanarak izledim. Anlaşma fantezilerimin somutlaşmış haliydi. Derin ve doğrudan.

Çıkışta, Patricia’nın “Sıkıcıydı değil mi?” diye soruşuyla bunun onlar için “işin” sıradan bir parçası olduğunu hatırladım.

Benim içinse Yaradılışın İlk Gününü ön sıradan seyretmek gibiydi.

*

Sekerek değil, kalarak yaşadığımda oluşum süreçlerinden nihai sonuç kadar, belki daha bile yoğun zevk alıyorum.

Sanatın gökten inme olmadığını, bastığın yerden yükseldiğini hatırlamak da güzel.

Sıra dışının sıradanlıktan doğduğunu.

Zanaatın, alın terinin payını.

14 Mayıs 2013 Salı

RESSAMI OLMAYAN RESİM


Derken kıyamet koptu. Bombalar patladı. Onlarla birlikte hesap-kitap, senaryolar, güç ve kontrol yanılsaması. Dengeler akan kana karıştı.

Şok, öfke, acı yükselip sıradanlığa katıldı.

Gündelik yaşam gündelik gaileleriyle trajediyi kuşatıp üstüne çıkmada gecikmedi. Hiç gecikmez.

Haberine yasak gelmişti ama gelmese de olurdu.

İnfial öfkeli mesajlar, yazılar, konuşmalarla Facebook’ta paylaşılan diğer şeyler arasında akmaya başladı. Bir süre sonra akmaz olur.

Yegane süreklilik olarak sıradanlık, ressamı olmayan bu resmin fonu olmaya devam eder.

Kedi fotoları, şarkılar, türküler, öğle yemeğinde ne yenildiği, balkona hangi yeni çiçeklerin alındığı, bol karikatür.

Birbirinin yerini alan, çakışan, çatışan, uyuşan, kabarıp dökülen duyguların, düşüncelerin, olayların boca edildiği hayat.



İNERKEN


Son durakta ön koltukta oturan adamla aynı anda kalktım. Yüz yüze geldik. Orta yaşlı, bodur, esnaf görünümlü.

Gözümün içine baktı. Yüzüne hafifçe şaşkın bir gülümseme yayılırken “Hiç bilmezmişim” dedi, yağmur yağacak galiba der gibi.

“En önemlisi sağlıkmış! Ne boş şeylerle ömrü harcamışız.”

Kendi halinde akıp giden zaman, bir an sekti. Tuhaflaşarak havada kaldı.

Bakışına karşılık verdim. Bir şey demedim.

İndik.

Yollarımıza gittik.

5 Mayıs 2013 Pazar

ANLAT BANA


İki vitesli bir işleyiş bu. Yaşayan ve anlatan.

Yaşayan, karşısına çıkanı vaktine göre heyecan, tutku, yoğun bir ilgiyle ya da sıradan, yüzeysel, ölgün alıyor. Özellikle canlı olduğunda deneyiminin dille işi yok. Dolaysız duyguyla var. Algılar ölgünleştiğinde renkleri solmuş duygu, ağız tatsızlığına gerilerken dil, söylenme, somurtma biçiminde öne çıkıyor.


Sonra, beklenmedik bir anda hikaye anlatıcısı, rengarenk aykırı giysili saray soytarısı gibi ortaya atılıyor. Ölgün algıyı yoğunlaştırıyor, coşkulu olana dilini sunuyor. Fotografların banyo edildiği ecza yatağı o. Deneyimin anlamını seçip gösteren.

Dümende o olduğunda yol alışını hep şaşkınlıkla izliyorum. Konudan konuya geçişini, nereden girip nerelerden kıvrılarak çıkışını. İlmekleri erişimi “bende” olmayan bir kıvraklıkla dokuyor. Ve öngördüğümden her defasında farklı bir motifle sonlanan örgüsünü şen bir ters takla atıp külahındaki çıngırakları çaldırarak uzatıyor: “Buyur! Bir de böyle bak bakalım.”

*

Çok sevdiğim bir yazar, "yol notlarında", demiş, "ilgimi çeken, gezilen yerlerin anlatımından çok yolun yolcuyu nasıl değiştirdiğini görmektir."

Katılıyorum.


(bitti)

.

AVARE BİR VEDA


Bugün tatil içinde tatil.

Koyu bir boy yürüdüm, döndüm. Açıktaki kayalıklardan kopup sürüklenen mercan parçalarının üzerinden suya girdim. Akdeniz sıcağı. Yüzmeye başladım ama kısa sürede efendinin kim olduğunu hatırladım. En sakin zamanındaki bile gücünü. Muhteşem! Benim değil, onun istediği yere gidiyorduk. Gidelim bakalım. Ta nerelerden çıktım. Kuvvetli itiş çekişiyle suya girip çıkmak bile bir çekişme, sıkı, beceremediğinde komik bir tango.



Şu şezlonglardan birini indirip üzerine bir de minder koysalar da gölgede bir uzansam..

Salaş malaş, Yaz Bahçesinde bir dediğimi iki etmiyorlar. Koca ağacın kuytusuna kuruldum.

Ve zaman durdu. Su gibi kuvvetli bir yoğunlaşmayla kim bilir ne kadar süre anda kaldım. Zihnim başka hiçbir şeye, ileri, geri sekmeden. O boş, ben sadece var olmakla dopdolu.

*

Yakışıklı Danush şimdilik pansiyonda çalışıyor ama asıl turist rehberiymiş. Gururla gösterdiği lisansında tarihi, turistik, sportif turlara çıkmaya yetkili olduğu yazıyor.

İlgilendiğimi (şey, yani Sri Lanka ile) görünce istekle anlatmaya, sorularımı yanıtlamaya koyuldu.

Geleneksel müzik ve enstrümanlarından girdik, nerelerden çıktık.

Davul çeşitlerini sıralarken şiirlere eşlikte kullanılan türünde durdu.

“Bazı yerlerde ağaç evler kurulur. Sigiriya’da mesela. Bahçelere dalan filler, başka hayvanlara karşı bunlarda nöbet tutulur. Bu arada davullar eşliğinde ağaçtan ağaca şarkılar, şiirler söylenir.” Bizdeki âşık atışması gibi. Amaç ses çıkarıp hayvanları ürkütmekmiş ama buradan başlı başına bir halk sanatı doğmuş.

Örnek olarak okuduğu melodik şiirde Sinhala dili kulağıma ilk kez hoş geldi. Nüanslı ve yumuşak.

Oradan savaş davulları ve krala bağlı seçkin savaşçı sınıfına geçti. “Sri Lanka samuraileri.” Onların, vaktiyle sadece inisiyelere öğretilen savaş sanatına, Angampora’ya.

İngilizler geldiğinde yağmur ormanlarını biçmekle elbette kalmamış. Geleneklerine de fil sürüsü gibi dalmış, dağıtmışlar. Krallığı, muhafız sınıfını, kast sistemini, kara büyüyü, 7 bin yıldır süre giden ne varsa, en azından görünür yanıyla ortadan kaldırmışlar. Ama kökler alttan alta sürmeye devam eder. Başka biçimlerde boy göstermek üzere burada da etmiş.

Danush hızını almış, soluksuz anlatıyordu.

“İngilizlerden önce bir erkek iki kadın alabiliyordu. Mirasın bölünmemesi için iki erkek kardeş aynı eşi de paylaşabiliyordu.”

“Peki çocuklar? Kimin hangi babadan olduğu önemli değil miydi?”

“Önemli olan varlığı bölmemekti. DNA testinin filan olmadığı bir zamanda iki adam da çocukları kendinden bilir, onlar da iki babalı yaşar giderdi.”

Konudan konuya atlamada ben de fena değildim.

“Geleneksel bilinç değiştirici maddeleriniz var mı?

Olmaz mı?!

Abin. Çok güçlü bir uyuşturucu. Dozunda alındığında insana olağanüstü kuvvet veren bir tohum. Soylu savaşçılar ondan kullanırmış. Aklı keskinleştiren, cinsel isteği de artıran bir madde.”

“Kokain gibi. Uyarıcı?”

“Evet ama onların bir sürü yan etkisi var. Abin’inse doğru kullanıldığında olmadığı söylenir. Bugün başka bileşimlerle ayurvedik ilaç yapımında kullanıyorlar.”

Tutkuyla anlatışı, köklerine duyduğu inanç, aşk hoşuma gitti. Kara gözleri ışıl ışıl, heyecanını paylaşıyordu.

“Kusura bakma, çok konuştum. Ama merak eden, soru soran o kadar az ki.”

*



Öğleden sonra yeniden Galle. Sri Lanka’nın Afrika’yı, Senegal’i en çok (ama tek değil) çağrıştırdığı yer. Geçmişi ve şimdiyle kozmopolit esintinin yerli dokuyla kaynaşması.



Yamacında direğe tırmanma yarışı yapılan ucundan sura çıktım. Piyasa edenler arasından fenere kadar gittim. Şamatasız, renkli bir halk. Cellabileri  içinde kuran okulu öğrencileri, sarili, kara çarşaflı kadınlar, turunculu Budist rahipler, genç çiftler. İnip boş sokaklar arasında zigzaglar çizerek dolandım. Köşesinde devasa bir banyanla meydandaki kriket maçını hiçbir şey anlamadan seyrettim.



Güneş batışına yakın surlara döndüm. Direk tırmanışının yerini uçurtmalar almış. Durulan mavi gökte yarımayın etrafında fırdolayı kıvrılan, kıvranan, süzülen bir alay uçurtma. Okyanustan gelen esinti belli ki tam tadında.



Bunca güzellik arasında en sıradanı güneş batışı oldu. Etrafını, suları alacalandırmayan kıpkızıl bir top. Şimdi var, sonra yok.



MADU NEHRİNDE


Tekne turu düzenleyen iki yer var, dedi Sangeeth. Biri 17, diğeri 50 km uzakta. Daha uzaktaki daha çok yere götürüyor. Sen seç.

Kilometreleri sağına bir sıfır ekleyip yolu öyle tartacak kadar zaman geçirmişim, kısa yoldaki herhalde, dedim.

Ben dolaşırken araştırmış. Buluştuğumuzda “İlkinin pek bir şeye benzemediğini öğrendim” dedi. 

“Uzaktakine gidelim. Bu senin tatilin, en güzellerini görmelisin. Sabah erkenden çıkarız, trafiğe takılmayız.”

Bu çocuk bir pırlanta! Ya da Sri Lanka değerlisi, aytaşı.

“Olduğun gibi kal Sangeeth. Paranın seni bozmasına izin verme.”

“Yok. Bütün dertleri para olan insanlara bakıyorum. Başkalarını mutlu etmeye, rahat ettirmeye hiç aldırmıyorlar. Tabii para kazanacaksın ama bunu iyi karma biriktirerek yapmalısın. Nasıl öldüğün önemli. Bunlar hiç ölmeyecek gibi yaşıyor. Sonra yaşlandıklarında beyazlara bürünüp tapınağa gitmeye, sunular yapmaya başlıyorlar. İşin aslını anlamaya. O zaman da kendileri için korkmaya. Ama kimi kandırıyorlar ki?!”

İki meslektaş gibi konuşuyoruz. Şoför kendi konaklamasını karşılıyor. Bazı yerlerde onlara ayrılmış yatakhaneler var.

“Tangalla’dakini gördün.” Ertesi günü planlamak için Sangeeth’i aradığımda hapishane koğuşu gibi bir yerin kapısını açmışlardı. Çok yataklı, büyücek bir oda. Cehennemi sıcakta, onca yolun yorgunluğuyla kendinden geçmiş, uyuyordu.

“Oysa şoförler önemli, değil mi? Onlara müşteri getiriyoruz. Doğru dürüst dinlenmemiz de önemli. Yol hataya gelmez. Onlarsa karnını doyurmanın, rahat uyuyacağı bir yer göstermenin kendilerine kaça patlayacağının hesabını yapıyorlar. Bazı yerler iyidir ama. İnsana insan gibi davranmayı bilirler.”

Turizmdeki geçmişimi canlandırıyor. İçinden geçtiğim alacalı insan manzaralarını. En büyük doyumu, insanlardan tam akort edilmiş teller gibi gönül okşayıcı yankılar almada buluşumu.

Çalışırken komisyon işinden ne kadar rahatsızlık duyduğumu (abartılı yüzdeleri) söylediğimde buradaki işleyişi anlattı. “Makul” dedim. “Elbette alacaksın.” Ama gözünü çıkarmadan.

Tekne kulübünde bizi karşılayan nazik adam, bilgisi, anlayışı kıt, aklı bir karış havada turiste (ya da 5 yaşındaki çocuğa veya bunamaya başlamış aile büyüğüne) seslenilirken takınılan tavırla tane tane programı anlattı.



Mangrov? Biliyordum tabii. Budist tapınağı? Şimdiye kadar 20-30 tane gezmişimdir. Tarçın? Bilmem mi, çok kullanırız. Balık masajı mı?! Bak o hoş işte.

Atladık tekneye, okyanusa karıştığı yerin yakınından vurduk çok geniş ırmaktan yukarı.

Şu sudan bitme kök ve dallı mangrovlar.. Sempatimle hayranlığımı aynı anda çeken nebatattan. Ve maymunlar bunlara ne yaraşıyor. Birinin bitkisel, diğerinin hayvani oyunculuğuyla tencere ve kapak gibiler.


Yemyeşil kıyılardan kıvrıla kıvrıla yemyeşil suda ilerledik. Esinti ne tatlı geliyordu.



İrili ufaklı adaların etrafını döndük. Yok, Budist tapınağında inmeyecektim. Göbekli Çin versiyonuna karşılık sırım gibi tasvir edilen Sri Lanka Buda’sı gerçekten hoşuma gidiyor ama uzanmış, ayakta, lotus oturuşunda, çember çevirir, selamet diler, tefekkür halinde, üç parmaktan 70 metreliğine, alçıdan altın kaplamalısına, granite, ayy, geçende haresi neon ışıklısına!! kadar mebzul miktarda görmüş, doymuş hissediyordum. Bu bolluğa, taşkınlığa da en çok Buda adına üzülüyor.



Hint tapınağı mı 200 yıllık? Olamaz. Baksanıza, çimentodan.



Tarçın adası. Turistik. Betel kızılı dişli bir adam bitkiyi gösterdi, bir avuç yaprak koparıp ezip elime verdi. Keskin, mis gibi kokusu. Sonra çubukları havuç gibi soyup (yeşil kabuklarıyla ateş yakarlarmış, tam kafa bulmalık) nasıl kuruttuklarını (gölgede, sal gibi birbirine bağlayıp kamış damın altına bitiştirerek), yağını nasıl çıkardıklarını anlattı. Gösterisine bir de hindistancevizi kabuğunu saç gibi yolarak şıpın işi büküp sicim elde etmeyi ekledi. Bir palmiye yaprağını aynı usta ellerle sepet gibi örerek yaptığı “Sri Lanka yelpazesiyle” beni yelledi biraz. Sonunda da tek torba tarçın alışımla hayal kırıklığını hiç gizlemeden arkasını dönüp gitti.



En eğlencelisi en son geldi: Balık masajı. Entipüften bir iskelede çiftliğin balık havuzları arasında yürüdük. Bizi gören kırmızılı karalı, irili ufaklı balık, balık istifi kapatıldıkları karelerde alt alta üst üste yüzeye çırpınarak ağız açıp açıp kapamaya başladı. Elime verdikleri bir çanak yemi (“Bu onları canlandırır!”) en sondakine, iskeleye oturup ayaklarımı aralarına sarkıtacaklarıma sakladım. Tuhaf duyguydu. Pulsuz, kaygan, kıvıl kıvıl bir dokunuş. Isırmayla dudaksız bir öpücük arası bir temas. İrkildim, gıdıklandım, hoşlandım. Eğlendim. Balık akıllı ya da hallicesi, bütün varlıklara ayrım gözetmeden sahip çıkan doğa dostları günahımı affetsin!



Ayağa kalktım, döndüm. Bir oğlanın sunu atkısı gibi uzattığı 40 santim filan boyunda kara bir timsah yavrusuyla burun buruna geldim. “Dokunabilirsiniz.” Eh, o da eksik kalmasın bari. Meşinle taş arası çok sert, pütür pütür bir deri. Çarpık çurpuk dişler. Bulanık bir göz. Neredeyse kıpırtısız bir beden. İki buçuk yaşındaymış. “60 yaşlarında gerçek boylarına ulaşırlar.” O kadar uzun (200 yıl) yaşıyorlarsa niye acele etsinler ki? “Elinize almak ister misiniz?” Yok, o kalsın.



Tur, ırmağın okyanusa döküldüğü yere uzanışla bitti. Suyun saydamlaştığı kumlu sığlık fildişine dönüyor, belirsiz bir geçişle maviye, ardından laciverde kavuşuyor, derinleşip hırçınlaşan sular ilerideki kayalıkları dövüyordu. Beride suda eğlenen çocuklar (onlardan uzakta kızıl ağını atan daha büyük bir tanesi). Kaptan fotograf çekeyim diye oyalanıyordu. Dayanılmaz çekici görüntüler ama mangrovlardaki maymunlar muamelesi yapmak istemiyordum: Turistleri canlandıracak bir avuç yem. Baktım öyle değil, henüz sağlam, bembeyaz 32 dişleriyle gülüyor, el sallıyorlar, selamlarını alıp Alex’i üzerlerine saldım. Foto üzerine foto çektim.



İyice turistik günümüzün son durağı aytaşı madeni-satış mağazasıydı. Sundurmasında bir Mercedes’in park ettiği gösterişli beyaz konaktan çıkan gömlekli ceketli kravatlı kel bir adam beni arka bahçeye götürdü. Ahşap bir çardak altındaki etrafı ak balçık bir kuyu başına. Maden burasıymış. Yerin 10 metre kadar altına uzanırmış. “İşçiler aşağıdan beyaz çamuru çıkarıp şu gördüğünüz çıkrıkla indirilen kovalara doldurur.” Kuyu başında çamuru çiğneyen bir çift kara bacak. “Böylece ayıklanan taşlar berideki suda yıkanır.” Sivri dipli bir sepete konan taşlara ben ve birkaç turist için yaptırılan banyo. Esmer avuçlarda uzatılan sütlümsü aytaşları, sonra başka bir çanaktan avuçlanan rengarenk yarı değerli taşla tam fotograflık gösterinin tekrarı.



“Aşağıda kaç saat çalışıyorlar?”

“Sekiz. Çok sıcak, rutubetli olduğundan daha uzun kalamazlar. Vardiyalar halinde çalışılır. Evet, ağır iş ama hangi iş değil ki?” Seninki mesela. Ya da benimki.

Tarçın ağaçları ve altlarında sergilenen tozu, kabuğu, yağları arasından (“Hayır, teşekkürler, tarçınların oradan geliyorum”) taş kesme, cilalama, işleme atölyesine geçtik. Yeni yıl dolayısıyla kimse yoktu.

Oradan da, gösterişli konağın ayrıcalıkla iklimlendirilmiş satış mağazasına. Duvarlar boyu camekanlarında ışıldayan takı. Köşedeki bir masada kara çarşaflı karısına mücevher seçen bir Arap. Dolanan orta halli turistler.

Aytaşı sandığım gibi opal değil, başlı başına bir mineralmiş. “Astrolojiye inanıyorsanız özellikle önerildiği burçlar vardır. Kristal şifacılığı ve geleneksel hekimlikte de makbuldür. Usul, sürekli ve yatıştırıcı, sağaltıcı bir enerji verir. Baş ağrılarına da iyidir.” Astrolojiye inanmam, baş ağrısına karşı daha gevşek ama daha beyaz başka bir şey, Aspirini tercih ederim. Yine de bu taş tüm rengi, ahenkli çelişkileriyle Sri Lanka’nın uyandırdığı izlenimin iyi bir simgesi.

İki dünyayı birden gören tanrıçanın gözü gibi bombelenmiş bir kolye ucu aldım.

Zengin yoksulluğuyla Sri Lanka’nın gözü, uzaklarda bile olsan üzerinde kalacak: Buralarda gözün, kulağın, yüreğin ardına kadar açılmış yaşadığın her şeyin anısını bir dokunuşta yeniden canlandıracak desin istediğim bir Sri Lanka yarı değerlisi.



TSUNAMİ


Kıyı boyu kararmış duvarlarıyla bir kısmı temelli terk edilmiş evler, yapılar var. Tsunamiden kalma.

“Sen o gün neredeydin Sangheet?”

“Bir gün önce tam buraya (Unawatuna) İsviçreli turistleri getirip bırakmıştım. Turlarının son günüydü. Birlikte yemek yiyelim diye gece kalmam için çok ısrar ettiler. Ama ertesi akşam Kandy’de bir transferim vardı, döndüm. Onlardan bir daha haber alamadım.”

“Buraya felaketten sonra ilk ne zaman geldin?”

“Kısa bir süre sonra. Kendi gözlerimle görmek istedim. İnanılmazdı!”

Nehir turundan dönüşte, bir tsunami müzesi var, görmek ister misin, dedi.

Küçük bir kulübe önünde durduk.


Rutubetin kıvırdığı fotograflarla kaplı duvarlar. İçime şöyle bir bakışta çöken kurşun gibi bir ağırlık. Sonra, fotograftan fotografa, apansız yakalanan insanlar. Parçalanış.

Okuyorum.

“Sri Lankalılar için sıradan bir gündü. Güneşli bir Noel ertesi. İnsanlar kıyıdaki akrabalarını ziyarete gelmişti. Birden bir dalga içlere uzandı..”



İlk dalganın ardından bir kilometre kadar çekilen denize ne oluyor diye bakmaya gidenler. Sağ çıkanların çektiği resimler. Dev bir dalgayla geri dönen okyanus.

“Şu elektrik tellerini görüyor musunuz? İşte onların üzerinden aştı. Demek ki 10 metreden fazlaydı.”

Ufak tefek, kırklarında görünen bir kadın. Müzeyi o kurmuş.



Dehşetin, çığlık çığlığa acının fotograflarından kendimi alıp onun kayıplarını sordum. Evim gitti, dedi. Her şeyim. Şu zemin, geride sadece o kaldı.

Sonra Galle’daki otobüs terminalinin mahvını, biraz ötede anıtı olan tren felaketini anlattı (çiğnenip tükürülmüşe dönen vagonlar, ceset, demir, ray, nesnelerden oluşma bir amalgam).



Derin bir acıyla yontulmuş insanlara özgü bir ağırlığı vardı. Hayatın çikolata yüzünün ötesine geçip de dönenlerin ağırlığı. Yalnızlığı. Ama bu, sonuna kadar taşıyacakları yükün kim bilir ne kadar hafif bir yanı. Yaşamayan bilemez. İzleri karşısında yüreğine kurşun ağırlığı çöker. Acıya duygudaşlıkla dokunur belki ama bilemez.

“Arka tarafta, çocukların yaptığı resimler var, görmek isterseniz..”



Daha büyük bir barakada çocuk gözüyle felaket resimleri. Fotograflar faciayı dışından belgelerken içinden nasıl yaşandığının doğrudan, olduğu gibi ifadesi. Çocuk çizgileriyle sulara kapılmış karmakarışık ölüler, araçlar, moloz. Ve yine de rengarenk. Çocuk renkleri. Aralarından yumruk gibi fırlayan bir tanesi. Bunda figür yok. Kızıl bir leke dışında kağıdı olduğu gibi dolduran kopkoyu renkli bir girdap çizimi!





Tüylerim diken diken, ağlıyorum.

“Sizin için zor değil mi? Yani felaketi belgelemek elbette önemli bir hizmet. Ama böyle gün be gün bu fotograflarla, resimlerle yaşamanın sürdürdüğü acı? Bazen unutmaya bırakmak daha iyi değil mi?”

Garip ama acının tatlılaştırdığı bir sesi var.

“Uzun zaman sadece unutmak istedim. Hatırlamaya dayanamıyordum. 2006’ydı. Hollandalı bir kadın beni ikna etti. Avrupa’da böyle büyük felaketlere nasıl anıtlar yapıldığını anlattı. Yaraların iyileşmesi için hatırlamak gerektiğini söyledi. Düşündüm. Bunda insanların alması gereken bir ders var. Kendimizi yolunda akıp giden hayatlarımıza kaptırıyoruz. Hırslarımız, mücadelelerimiz, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz.. On metrelik bir dalgayla doğa gerçek gücünü gösterdiğinde bunların hepsi öyle küçük ki. Ve bu aslında ölüm değil. Hayat! Biz onun karşısında şu kadarcığız.”

İki parmağını iki santim aralayarak derin bir nefes aldı. Akıcı bir İngilizcesi vardı ama tekrarlana tekrarlana otomatikleşmiş bir konuşmayla değil, her bir sözcüğünü derinlerden, taze duyarak ağır ağır anlatıyordu.

“Kendimi dine verdim. Bazen İncil, bazen Buda’ya sığındım. Sonra babama danıştım. Yap, dedi. Elimde turistlerin çektiği fotograflar vardı. Giden evimin yerine bu kulübeleri yaptırdım. Belgeleri toplamaya başladım. Burada çok büyük bir ders var. Onu aktarmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Gelip görene. Alana.”


GALLE FORT


Kale kapısından eski şehre girdiğim an başka bir zaman ve (devamlılığı sağlayan şu ağaçları saymazsam) yere düştüm!



16. yy başında Maldivlere giden bir Portekiz filosu buraya sürüklenmiş. Kalıp yerleşmişler. Çatışıp durdukları Kandy krallığına karşı kaleyi inşa edip duvarlarını zaman içinde genişletmişler. Sonra Hollandalılar gelip Portekizlilerin varlığına son vermiş. Şehri işlemeye kendi mimarileriyle devam etmişler. Sonuç, bugünkü renkli, çekici doku olmuş. Sanatçıların gözde yeri. Kahveler, bistrolar, küçük oteller.. 



Samadhi Buda figürini aramaya devam ederken girdiğim hoş dükkanda (Barefoot) bulacağımı ummadığım başka bir şeyle karşılaştım (serendipity!): Sri Lankalı yazarlardan geniş bir koleksiyon! Kitap deyince akan sular durdu tabii ama iştahımı üç taneyle körelttim.

Sonra kale duvarları boyunca yürüdük. İngilizler 18. yy sonlarında gelip ağırlığı Colombo’ya verene kadar burası adanın ana limanı olmuş.

Adı gibi sağlam duvarlar 2004’teki tsunami sırasında eski şehri korumuş. Yeni yerleşim ise fena vurulan yerlerden. Sri Lanka kıyılarının neredeyse dörtte üçü gibi.



Surların tepesinde rengarenk insan. Aşağıda koca kayalardan birinde güneşlenen siyah çocuklar. Hadi atlayın! diye bağırışımı ikiletmeden suya dalışları. Derken bir köşeyi dönüşte turuncu giysileri ile suda oynaşan bir grup küçücük Budist rahip çömezi! Denizin mavisi, veletlerin bedenlerinin karası, giysilerinin turuncusu, surların sarısı!. Ama yalnızca resme sevinmedim; sevinçleri öyle hakiki ve bulaşıcıydı ki onlar aşağıda, ben yukarıda, kaptırıp birlikte eğlendim.