31 Mart 2024 Pazar

YAVAŞ BAKIŞ

Get the Picture’da (önceki yazı) Bianca Bosker sanatın ne anlama geldiği sorusuna yanıtı bir de Guggenheim müzesinde arıyor. Orada galeri bekçisi olarak işe giriyor. 45’er dakikalık dönüşümlü vardiyalarında en zoru, kendisine soru sorulmadıkça ağzını açmadan ayakta dikilmek değil. İşin iç kurutucu sıkıcılığı! Zaman, bilek ağırlığı gibi dibe çöktürüyor, geçmek bilmiyor.

Çok geçmeden kurtuluşu hareket edemiyorsa zihnini hareket ettirmede buluyor.

Daha önce bir galericiden aldığı değerli bir tüyo var:

Hiçbir açıklama okumadan esere kendi gözünle bak ve ona çarpan, yakalayan 5 şey söyle. Bunların sofistike filan olmasına gerek yok. Senin baktığın nesne ile dolaysız ilişkinde öne çıkan 5 şey. Doku, bir rengin/biçimin baskınlığı, bir ayrıntı, his..

Dikildiği yerden (galerinin boş olduğu aralıklarda yanına da giderek, yaklaşa-uzaklaşa, 3 boyutluysa etrafında döne) seçtiği tek bir objeye odaklanıyor. Saatler, günler boyu algısını onda derinleşmeye bırakıyor.

Aslında bakışı demliyor.

Zamanla ilişkisi, onu kaçılacak, öldürülecek bir şey olmaktan çıkardığı an değişiyor; zaman bir sabır konusu olmaktan çıkıp insanı usul usul pişiren, olgunlaştıran maltız ateşine dönüşüyor.

Ona bir kapı açmasıyla gözünün at oynatmaya başladığı alanlar çok heyecan verici, sürükleyici. Doyurucu.

Zaman bırak geçmek bilmemeyi, yetmez oluyor.

Seçtiği obje benim de çok sevdiğim Brancusi’nin bir heykeli. Aman allah! Guggenheim’ın bir anı diğerini tutmayan doğal aydınlatması ve değişkenlikte ondan geri kalmayan kendi fiziksel, ruhsal ve zihinsel halleri içinde biçimden biçime giren heykel anlattıkça anlatıyor, anlattıkça açılıyor.

İşte böyle bir bakışın daha önce verilmiş adı Yavaş Bakış (slow gaze) imiş.

Instagram ve benzerlerinin şebeleğe çevirdiği bakışı kendine getirecek şey.

Saatler, günler sürmesine de gerek yok, hakkı verilen bir 5 dakika yeter diyor.

*

Bakış engin konu. Bazen şimşek hızında komprime oluyor. Bir an, nasıl çerçeveleneceğiyle filan hazır yemek gibi önünde belirip seni müthiş bir aciliyet duygusu ve cazibeyle içine çektiğinde olduğu gibi: “Beni çek!” Bu tuhaf cezboluşun nereden geldiğini hayal meyal sezebiliyorsun.

İçinden yükselen buyruğun gereği olan fotoğrafı ne zaman önüne koyuyorsun, o vakit, ecza banyosundaki analog bir atası gibi usul usul netleşmeye başlıyor.

Kendi Brancusi’n oluyor, içinde kim bilir neler neleri önüne katmış, sivri bir istek olup seni dürten avını baka baka çözmeye koyuluyorsun.



Biçimsel ve anlatı olarak neler görüyorsunuz?


27 Mart 2024 Çarşamba

KİRİ KÜLLE TEMİZLEMEK

Hâlâ kanıksayamadığım bir hoşluk: Yoruldukça mutedil bir egzersiz insanı nasıl dinlendirir?! Ama dinlendiriyor işte. Yorgunluğu kiri pasından temizliyor, söküğü, yırtığını onarıyor, mis gibi edip rafına kaldırıyor.

25 Mart 2024 Pazartesi

SANATIN PEŞİNDEN

Günlerdir kavrayışımın gözenekleri ardına kadar açık, New York sanat aleminin altını üstüne getiriyorum. Rehberim, elimden bırakamadığım kitabı Get the Picture ile Bianca Bosker. Mesleğinin ateşleyici gücü olan merakı bu kez sanat nedir sorusuna odaklamış, bu soruyla göbeği hoplayan bir gazeteci. Sabır, sebat ve elektriğini okura geçiren heyecanın cin fikirli bir bileşimi.

Bianca’nın meselesi günümüz sanatıyla. Kim içindir, nasıl yenir, neyle içilir, neye yakıt, neye yanıt olur, hizmet eder? İlerledikçe değişen, genişleyen, derinleşen soruları kurcalamasıyla koyulduğu yol onu (ve kendisiyle birlikte beni) sanatın aşkıyla beslenen sanatçılardan şehrin en züppe, elitist galerilerine, hırslarını maddiyatın renklendirdiği koleksiyonculara, sanatçılar aşklarıyla karın doyurmaya çalışa dursun, onların eserleriyle bire bin katan sanat tacirlerine, kendini dünya ile eşanlamlı kılmış New York’un en tepedeki müzelerine götürüyor. Biz de sorusunun peşindeki Bianca ile çıraklık ettiği galericinin zulmüne uğruyor, başka bir galeriyle Art Basel Miami festivaline (çünkü bu birileri için varlık-yokluk mücadelesiyken diğerleri için gösterişli orjilerin mevsimi) katılıyor, bir sanatçının (Julie Curtiss) asistanlığını yapıyor (kitabın beni en çok ateşleyen bölümü), Guggenheim’da bekçi oluyoruz.

Gözlerinden kıvılcımlar saçan mizahıyla Bianca, gözlemledikçe (bazen kahkahalarla) güldürüyor, keşiflerini keşiflerine ekliyor.

Uzun zamandır enerjisi içimde böylesine karşılık bulan bir yazarla yarenlik etmemiştim.

*

Bu bir giriş olsun, devam ederim.

9 Mart 2024 Cumartesi

BİR TERS BİR DÜZ

Ne tuhaf!

Bedensel, zihinsel, ruhsal, güçsüzleştikçe katılaşıyoruz.

Neyse ki tersi de geçerli:

Güçlendikçe de esnekleşiyor.

8 Mart 2024 Cuma

HUNİNİN BOYNUNDA

Seni seviyorum. Takdir ediyorum. Aramızda iki taraflı akan bir iletişim istiyorum. Dinlemeyi biliyorsun. Ama bir kez anlatmaya başladığında..

Kendi ettiğim telefonun 26 dakikası sonunda kendimi yine tıkanmış, boğulmuş, kızgın, çok kızgın buldum.

Biliyorum, yapmak etmek ve bunları tek bir ayrıntı atlamadan tekrar tekrar sayıp dökmek kontrol duygusu ve tatmin veriyor. Beni kızdıran, bunca yıllık arkadaşız, bir de benim işletim sistemime bakmamış olman.

Huniden yoğun bir sıvı boşaltırken gözün boynundadır, değil mi? Çok mu hızlı, çok mu fazla? Boşaltmayı kesip aralar verir, havalandırırsın ki hazne taşmasın.

Bir plastik huni kadar dikkat etmiyorsun neyi ne kadar, nasıl alıyorum.

Sonsuz raporlaman senin için canlılığın ta kendisi olabilir. Benim için oksijensizlik. Boğuntu.

Eski Adana’nın çırçır fabrikalarında pamuk, “haşa” denilen çuvallara tıka basa basılır, bu işin işçisi babayiğitler olur, her birine yüz yirmi, yüz otuz kilo tepiştirip sığdırırlarmış. Bu çuvallardan biri gibiydim telefonun kapaat! düğmesine nihayet basabildiğimde.

Yeraltındaki adliye arşivinde bir kutu tozlu dosya başına oturtulmuş, bitirmeden demir kapının açılmayacağı söylenmiş gibi.

Üzerime açılan bir damperin yükü altında kalmış gibi.

Bir dans için sahnenin ortasından başlamış, kendimi tek yönlü tango adımlarıyla sahnenin dibine sıkışmış bulmuşcasına.

Ayrıntılar ve ben. Hala farkında değil misin?

An be an akmak, karşısındakinin hunisini gözetmek. Hala orada mı, alıyor mu, benimle mi? Asıl ben, onunla mıyım? Yoksa olanca şehvetle kendi içeriğimle mi hemhalim? Bunu onunkiyle karşılıklı mı akıtıyorum, yoksa pamuk edip çuval muamelesi yaptığım haznesine mi tıkıştırıyorum?

Durmak bir, soluk almak, soluk verdirmek.

6 Mart 2024 Çarşamba

KÖY VE SANAT

Köye emekli olduğunda yerleşmiş bir arkadaşım, monoton hayatından bunalmış, yandım allah dercesine uzun bir aradan sonra kendini İstanbul’a attı. Birkaç hafta sonra gözleri parlayarak döndüğünde gittiği restoranları, gezdiği sergiler, gördüğü filmler, izlediği oyunlar ve operayı soluksuz anlattı. Belirli aralarla demir takviyesi yaptıran bir anemik gibiydi, son iğnesiyle dirilmiş, canlanmış.

Kurumsal sanatın şehrin bir fonksiyonu olduğuna ben, yaşadığım ihtiyaç değişimi (öncelikler sıralaması) ile uyanmaya başlamıştım. (Kurumsaldan kastim kültürel ve maddi sanat piyasasına arz edilenler.) Doğada geçirdiğim zamanlar ne eksiğini ne de dolayısıyla ihtiyacını duyduğum bir şeydi. Şehirdeyken algımı incelten, dağarını genişleten, derinleştiren, şehrin dışında yerini sanatın dolaysız özüne açılmaya bırakıyordu. Benim “gezdiğim” sergiler, gözüme görünenler. Müziğimi elementler yapıyor. (Operaya ise hiçbir zaman ilgim uyanmadı.)

Şehirde sanat, sıkışmış açıklığımın ikamesi. Ve belki şehir hayatı için de çam reçinesi gibi. Çam yaralandığı, hastalandığı, dalı kırıldığında reçine çıkarır. Özsuyunu kaybetmemek için, kendini onarmak için.

Yerimde iyi olduğumu, kolumun kanadımın kırılmadığını, güzelce serpildiğimi gösteren bir şey, tekdüzeliğin yabancım olması. Hayatın görünürdeki renklerin, hareketin, bereketin, ışıltının ötesine dal budak salması.

Ve sanatı özlememek.

2 Mart 2024 Cumartesi

BİLGİ Mİ BİLMEK Mİ?

İlgiyle okuduğum bir kitabı hatırlamaya çalışırken geriye pek bir şey kalmadığını fark ettim. Vereceğini verip uçucu bir mürekkeple yazılan mektup gibi silinip gitmiş. (Yine de kanadından tutmak, hızlı bir tazeleme için bir yöntemim var. Tabletten okuduğum kitaplarda altını çizdiklerimi kendime postalıyor, bunu yazar ve kitap adıyla bir “Alıntılar” dosyasına kaldırıyorum.)

Şu şöyle, bu böyle olmalı yollu dış referanslara göre yaşamadığın yerde kendi patikanı açıyor, başkalarının haritasında yer almayan güzergahlardan ziyaretçisi pek seyrek noktalara yöneliyorsun. Kendini onunla bununla kıyaslamadan, geçerliğini mesele etmeden.

Okumak, araştırmak, ilgi ve merak nice zamandır ansiklopedik/metodik bir birikim (ve yığıldıkça katılaşan hükümler) değil benim için. Işıltılı vitrinlere yerleştirilecek, ahkamı kesilecek şeyler değil bilgi nesneleri. Falanca demiş ki, vaka filancanın da buyurduğu gibi.. Düşünce silsileleri böyle başlamıyor.

Kitaplar, fikirler, çalıştırmayı aşkla sevdiğim intellekt’e idman yaptırmada kullandığım dambıllar, direnç bantları daha çok. Kaslarımı gürbüz tutacak kaya tırmanışları, kafamın içine hoşluk yayacak düz ova yürüyüşleri, dere kenarı piknikleri.

Nasıl dambıllarla dolaşmıyorsam kitapları da kafamda taşımaya gerek yok. Fırça suya batırılarak yapılan kaligrafi misali silinip gidebilirler -ve gitsinler de zaten!

Hayatla doğrudan temasta hiç susmayan, sesi kısılmayan bir radyo gibi işlemesin intellektim.

Ama ben onu alayım, kasap bıçağı gibi, flüt gibi işleyeyim. Açılsın, esnesin, kıvraklaşsın. Bana cevaplar değil sorular sunsun. İşini görüp görüp geri çekilsin.

Öylesini seviyorum.