27 Nisan 2020 Pazartesi

TOZLAŞMA


Akşam güneşine karşı balkonda oturmuş laptoptan kitap okuyordum. Birden çıkan esintiyle üzerime altın yaldızı bir perde indi. Toz sanıp başına hele şu sıra bir şey gelmesini hiç istemeyeceğim bilgisayarla içeri kaçtım. İşin aslını, bir iki gündür her yüzeyde elime gelen tabakanın şehvetle tozlaşan çamın eseri olduğunu sonradan anladım.



Balkonun köşesi, görüş alanımın epey bir kısmı onunla kaplı. Kıyamadığım dalı verandayı kemiriyor. Ama başımın da tacı. Bir çamla ilk kez böyle burun buruna yaşıyorum. İnsan merkezli bir tepki duymaktan uzak, tecrit içinde tecritten yakınmadan balkonu ona terk ettim. Coştukça coşa dursun, geçirdiği değişimi seyrediyorum. Hiçbir şey olmuyormuş gibi görünen onca zaman sonra çiçeklenişi (çam için herhalde öyle denmez ama). Kozalağa dönüşecek bu organların tozları saçıldıkça açık sarıdan koyuya, uçuculuktan katılaşmaya geçişini, uçlarından filizler çıkarışını.



Bir bahar ayini!

*
Usta bir müzisyenin Rönesans flütünden eski bir İngiliz ezgisi olan Daphne üzerine çeşitlemeleri dinliyordum. Ne kadar güzel! Aşka gelip İngiliz halk şarkıları albümünü çıkardım. Kayıt cihazını açtım. Daphne’den başlayıp ortasından sonuna kadar çaldım.

Esinlenmek insanı daha akıcı yapıyor. Çam ile birlikte tozlaşmak gibiydi. Hayatı hissettim. Yavaşça değişmeyi. Dönüşmeyi.


O da benim Pazar ayinim oldu.

26 Nisan 2020 Pazar

BERABER Mİ SOLO MU?


İnsanın yaşadığı çıplak olgu/olan değil, bunun yorumu. Anlatı. Cevaplarımız farklı. Çünkü anlatılarımız farklı. Sarı yeşille birleştiğinde nasıl başka, maviyle birleştiğinde başka, siyahla ise bambaşka oluyorsa olgunun etkisi de şu yorumda öyle, bu anlatıda böyle oluyor.

Anlatı etkiye açık. Daha da ötesi, gerçeklik/geçerlik hissi yankılanma, kendini çoğaltma peşinde. Herkes gibi olmak, çoğunluğun/ait olunan kesimin, topluluğun çerçevesinde kalmak içimizdeki sürü hayvanına güven veriyor. Yatıştırıyor.

Kaygı, korku söz konusuysa kolektif endişe boğuculaşabiliyor. Baskın. Kabul gören anlatıyı sorgulamaya, dışına çıkıp bir de oralardan bakmaya engel.

Evlerimizin içinde ne kadar içimize kapanıyorsak fikrimizde, hissimizde o kadar ezici bir kalabalık içindeyiz. Dışarısı sessizleştikçe kafamızın içindeki gürültü, uğultu o kadar artıyor sanki.

Bu anlatının karşısında her millet, kültürden bize bir şey olmazcılar, üretken komplo teoricileri, hayatları çoktan, ezelden beri virüsün sıra bulup da nasiplenemeyeceği kadar altüst, sefil olanlar var. (Bazen korona krizinin bir üst-orta dünya statüko mücadelesi olduğunu düşünüyorum.)

Tek insanın solo endişesinin alacalı bir zeminde siyah bir nokta olarak kalması mı daha idare edilir şey, yoksa o siyah beneğin aşağı yukarı aynı biçimde beraberce oluşturulan siyah zemine düşmesi mi?

Korkumda yalnız olmadığım hissi, endişe, korku salan hakim anlatıda avutucu mu, volüm mü yükseltici?




(Orhan Pamuk’un bu çelişkiye ve tarihteki vebalara değinen iyi bir yazısı:
“1665 Londra salgınında günlük toplam ölüm sayılarını ilan ediyorlardı ama okuma yazma bilmez çoğunluk gazete, radyo, televizyon ve internetsiz bir dünyada tehlikenin yerini, boyutunu ve verebileceği acıyı ancak hayal ederek çıkarıyordu. Bu hayaller herkesin korkusuna kişisel bir ses, yerel, dini, efsanevi bir şiir veriyordu.
Bugünkü güçlü korkumuz ise hayal gücüne ve kişiselliğe yer bırakmıyor ve kırılgan hayatlarımızı ve insanlığımızı şaşırtıcı bir şekilde birbirine benzetiyor. Öte yandan korku hem ölüm fikri gibi bize kendimizi yalnız hissettiriyor, hem de herkesin aynı endişelerle yaşadığını gördükçe yalnızlığımızdan çıkıyoruz.” 
(Farklı bir yaklaşım için de: 

23 Nisan 2020 Perşembe

ÇİT


Korona çalkantısı orada, gri, bulanık, macunsu. Etrafıma çektiğim genişçe çitin hemen dibinde.

Çitin bu yanında işime bakıyorum. Marguerite Duras 1969’da, kapansın demiş, bütün üniversiteler, okullar, her şey. Böylece içe dönmeyi kast ederek; insan yalnızlığında değişmezse hiçbir şey değişmez. (https://www.youtube.com/watch?v=KBum9zj-9p8)

Evet.

Suratlarımıza, ruhumuza geçirdiğimiz maskelerin, kendimize biçtiğimiz kişiliklerin kurumuş kil gibi üzerimizden pıtır pıtır döküldüğü bir geçiş bu.

Kendi görünmez, işleri devasa bir şeyin kalburunda kibir, hırs, tamahkarlık, üstünlük yanılsaması, oldu bitticilik, niteliksizlik ufalanıyor.

İnsanın kendi içine çekilmesiyle de kalbur aynalaşıyor.

Korona benim/insan için bir inisiyasyon olabilir. Bir ucundan başka bir şeye dönüşerek çıkılacak bir geçiş.

Ya insan-lık için?

Bu insanlığın karşılaştığı ne ilk ne en büyük veba. Ama arşa varmış kibrinin aldığı herhalde en şiddetli darbe.

Tevazu mu çıkacak sonundan, yoksa (çok daha muhtemel görünen) bunu da yendik, bizden ulusu yok! diyerek büyüklenmeye kaldığı yerden devam mı edeceğiz?

Yetmedi mi, zincirleme yıkımlarıyla iklim krizinin mi kökümüze kibrit suyu dökmesini bekleyeceğiz?

Çitin öbür yanındaki macunsu, külrengi mevcudiyet, sorularını sordura dursun, bu yanda insana şimdilik yasak baharla dolan balkonumda kendi sap-samanımın başında oturuyorum.

Bunu kaygıdan korkuya, oradan kanıksama ve sıkıntıya geçen bildik bir alışma süreci değil, paha biçilmez bir geçiş dönemi, inisiyasyon olarak al. İnsan-lık fırsatı kaçıracak olsa da sen kaçırma.

Duras’ya katılıyorum. Kendine kör-sağır kalmazsan törpülenmede bir başına kalmak gibisi yok.

*




Şehir çocuğu öğreniyor:
Bitişik komşum çam imiş meğer köşe bucağı anlaşılmaz bir sarı toza bulayan 

21 Nisan 2020 Salı

MAVİ SAAT


Mavilik. Geceden önce son rengin anı.

Sualtında da derinleştikçe azalan renklerin en sona kalanı. Karanlığa bir adım kala.

Ortaçağ’da ruh çöküntüsü için mavi iblisler bastı derlermiş. Müzikteki blues bunun, blue devils’in kısaltması olmuş.

Dikkatin dağılacağı yer olmayınca insan kendisiyle baş başa, yüz yüze kalıyor. Aldığın ve yol açtığın yara bere, asılı kalmış meseleler, ukde, sevgi ve özlem.. dalga dalga sahiline vuruyor.

Dur, derin bir soluk al.

Zaten yük altındasın. En yapılmayacak şey kendine sırt çevirmek, karşına almak, diş bilemek, yargılayıcı olmak, yerden yere çalmak, tahammülsüzlük..

Yargıç değil, duru bir ayna ol. Kendini kendine yansıt. Gör ve göster, ne işe yaramış, iyiliğe, güzelliğe, gönül hoşluğuna hizmet etmiş, ne incitmiş, hantal kalmış. Nerede keskin bakışlı, nerede köstebek kadar kör olmuşun. Nerede pişmiş, nerede çiğ kalmışın.

İyilik, güzellik, doğruluk, bencillik, hepsi geniş birer yelpaze. İlişkileri dinamik.

Yargılamak dondurmak. Yargıladığın hiçbir şeyi anlayamazsın. Uzaklaşır, yabancılaşır, kopar, en iyi ihtimal, dişlerini sıkarak katlanırsın.

Gör, duy, anla.

Onaylamak değil, aynalayarak bir ol kendinle.

Mavi geçtiğinde derinliği kalsın.



ÇİT ÜZERİNDE
Gel dedim kendime,
otur yanıma
Pek anlamı yoktu ama
küçük bir güven işaretiydi işte,
tuttum kendi elimden
ve birlikte oturdum çitte

18 Nisan 2020 Cumartesi

18 NİSAN


Hafta sonluk sokağa çıkma yasağı. Nasreddin Hoca’nın diyarı burası. Türbeyi bir iki günlük sağlama alıyoruz.

Resmi yasak olmasa da sokağa çıkmayan çıkmıyor. Ciddiye alan için sonuçlar açısından bir fark yok.

Dün zorunlu olarak Bodrum’a indim. Yollarda, hızlı, kısa yürüyüşlerde dışarısı içerinin bir devamı oluyor. Doludizgin açılan güzelim bahara hırsızlamasına bir dokunuş. Camın ardından, oturduğun yerden bakar gibi. O geçiyor, sen kalıyorsun.



İnsan kıpırdayan bir yaratık. Sen tek bir noktaya diktiğini sanadur, göz mesela irili ufaklı devamlı bir tarama halinde. Kulağın ondan geri kalır yanı yok.

Sen kalıyorsun. Evde. Bu bir süre sonra yatakta tek tarafın üzerinde yatmaya benziyor. Bıraksan şiddetlenecek bir tepkiye doğru evrilmeye elverişli, dikkat!

İmkanı az ya da çok, şöyle ya da böyle kullanırım ama hareket serbestim olmalı ki içimde yatak yaraları açılmasın.

*
Tam da yasaktan önce telefonum ölüverdi. Sağ olsun Selmin imdadıma yetişti. Verdiği telefonla bir kez daha öğrenen maymun olmaktayım. Bir işletim sisteminden diğerine geçiş o çünkü.

Senin-için-ne-yapabilirim diye sordu güya yardımcı olacak asistan. Bırakmıyor ki ekranı açayım. Ne arsız bir uygulamasın sen, sosyal mesafeden hiç mi nasibini almadın, şurada yürümeyi öğrenen çocuk gibiyim, sen eteğime yapışmış, fokstrot yapalım diye tutturuyorsun dedim bir avazda.

Sessizlik oldu, uzadı. Sonra, üz-gü-nüm bu istediğini ya-pa-mam dedi seninki ve yanardöner ben buradayım çizgisi ışımaya devam etti.

Su gibi ol. Yolun mu kesildi, engelin etrafından dolan.

Durma, didişme, ak.

Şöyle olmazsa böyle.

15 Nisan 2020 Çarşamba

TAHİN PEKMEZ


İnsan her şeye uyum sağlıyor.



Maske takarken artık gözlüğüm buğulanmıyor. Beynim nefesimi ona göre ayarladı. Pazarın plastik deryası görünümüyle, girişinde eli termometreli, maskesinin üzerinden gözleri başlardaki gibi gülmeyen jandarmalarla irkilmeden hızla sonuna kadar yürüyor, henüz torbalanmamış ürünü olan tezgahları mimliyor, her zamanki alışılmamış miktarlarımla alışveriş ediyorum: “7 portakal, 12 elma, 5 limon..”

Dün, kımıldayan yaprakların arkasında bile korona aramaz olduğumu fark edip sevindim. Kaygı düzeyi düşmüş. Makul olanı yapmakla yetiniyorum. Demek ki belirsizlikle barış masasına oturmuşuz.

*
Zihinde düşüncelerin cirit atmadığı sakin bir alan yakalayıp bunu ağdaki bir delik gibi genişletmek, sonunda içinden geçip öte yana ulaşmak özgürleştirici.

Meditasyonun en büyük armağanı bu oldu. Düşüncelerle özdeşleşmemeyi, odağını aralarındaki boşluğa kaydırmayı, ağdaki delik misali orada daha çok vakit geçirmeyi öğretmesi. İplerini düşüncelerin, kaygıların oynattığı bir kukladan başka bir şey olduğunu sırf aklına değil, bedenine de göstermesi.

*
Yaşadığım evlerin ufaklığı ile verdikleri enginlik hissi hep ters orantılı oldu. Ev ile ilişkimde sözcük “yuva” değil. Anaç değilim. Bana aidiyet duygusu veren şey sarıp sarmalayan bir kozadan ziyade bu genişlik, açılıp gitme hissi.

Ne yağmur ormanları sığdı küçük mekanlarıma ne (şimdiki gibi) Samanyolunun bir ırak köşesinde insan yerleşimine açılan asteroit imgelemleri.

Zihnimde oluşan açıklık yaşadığım yere yansıdığında tamam diyorum, burası benim yerim!

Yeni yerim de bu sınanmadan geçti.

*
Gündelik yaşamın tatları, uyaranları, renkleri elbette değişiyor.

Pekmezi kıtlaşmış tahin-pekmez gibi. Biraz baskın, ağırca, tuhaf bir şekilde aynı anda yavan.

Sesler de değişiyor. Nüanslar belirginleşiyor, tamam ama başka koşullarda psikotik denilecek bir dönüşümden de geçiyor. Kovaya dolan sudan kalabalık bir yerde uykuya dalarken işitilen fısıltılar yükseliyor. Hışırtılar, hararetli dedikodulara dönüşüyor. Rüzgar başlı başına bir radyo tiyatrosu.

Beynim eksilen insan seslerinin ikamesini işittiği başka şeylerle kendisi üretiyor.

*
Farklı bir fasıl. Pekmez azaldıkça çoğalan tahin yoğunluğunda.

Öncesiyle boy ölçüştürmeden yaşıyorum. Ne ise o olarak.

14 Nisan 2020 Salı

KÜF KEDİSİ


Geceden geliyor, karşı terasın köşesinde bir yükselti üzerinde, yıkılmış bir imparatorluğun tahtı gibi mağrur ve çökkün duruşlu küflü koltuğa kuruluyordu. Tozlu gri yamalı kirli beyaz kürküyle küf lekeleri onun üzerinde devam eder gibi kusursuz bir kamuflaj içinde.

Uzun süre görünmedi. Ölüp gittiğini düşünüyordum ki bir iki gün önce perdeyi açtığımda tahtında gördüm. Uyuyordu.



Kim bilir nasıl kokan koltuğun hassas kedi burnuna gelişini hayal etmeye çalıştım. Ama herhalde hoşlanmasa bile yakınmıyor, neydik ne olduk ya da ben buralara düşecek kedi miydim, ah! etmiyordu. Köpeklerden, başka kedilerden, benimkiler dışında gözlerden uzak bir köşe bulmuş. Yiyecekten sonra bir kedi yaşamında en önemli şeyi; görece güvenlik. Rahat olmalıydı.

Balkona çıktığımda gözü bende oluyor. İnsan bu, ne olur ne olmaz. Konuşuyorum onunla. Ondan yana sessiz bir anlaşma kurulmuş olmalı ki bu sabah her zamanki gibi oturduğu yerde değil, ana karnındaki gibi kıvrılmış uyur buldum.

10 Nisan 2020 Cuma

SÜKUNET


Sabahın körpesiydi, çıktım. Işıl ışıl bir gün, gözlerimi kırpıştırıp tazeliğini içime çektim. Haydi, dedim ayaklarıma. Dolaştırılmaya hasret köpekler gibi atıldılar.



Baharın alabildiğine körüklediği bitki örtüsü insan eli değmeden alıp yürümüş (benim ıssız ada saçlarıma dönmüş), insan elinden çıkma şeyleri sarmakta ve ne kadar güzel bu gür, rengarenk, vahşi hali. Usul usul ısınan havanın yoğunlaştırdığı, sabah çiği hâlâ tüten bir de koku şenliği.



Sonra insan sessizliğiyle iyice belirginleşen kuş sesleri.



Gelen geçen araba bile henüz tek tük, bahar sarhoşu yürürken arkamda birden beliren sık nefes sesleriyle başımı çevirdim ki siyah bir burun bacağımı dürttü. Yiyecek bir şeylerin varsa makbule geçer de der gibi koklayarak etrafımı dolandı. Ah keşke, dedim. Olsun madem dercesine kuyruğunu dikti, önüme düştü. Kedilere sataşa, zincirli türdeşlerini kızdıra önüm sıra giden ahbabım ile 3 km’lik orta turumu tamamladım.




Bahar sabahını iliklerime çekmiş, kapıyı minnetle arkamdan kapadım.











Artık kapanabilirim.



5 Nisan 2020 Pazar

ÇÖZÜMÜN SORUNU


Teker teker torbalanmış ekmeklerin önünden geçerken yılını yeni dolduran plastik torba sınırlamasını düşündüm. Şu bir iki haftada ekmeklerin konulduğu torbalar bütün bu süre içinde tasarruf edilene yaklaşmıştır herhalde.

Sonra aklım maskelere gitti. Atıldığında büyük gezegen çöplüğünde ufak bir ülke kadar daha yer tutacak milyonlarca, milyarlarca maske, eldiven.

Sorun çözmek, kel bir adamın bir tutam saçını kah sağa kah sola taramasına benzemiyor mu?

*
Bir plastik torba konusu bile öngörülmez ne olasılıklara gebeyken koronayı engellenemez bir hedefe doğru adım adım ilerleyen hesaplı kitaplı bir komplo olarak görebilmek, önündeki çöp adam çiziktirmesini Hakikat saymakla aynı.

Gücü elinde tutanların tepe tepe kullanacağı, ağı biraz daha sıkılaştırmanın gerekçesi edileceği belli bir kriz bu. Ama yere tebeşirle çizilmiş seksek kareleri üzerinde ilerleyen kontrol sahibi bir strateji tahayyül edebilmek için hayatın karmaşıklığını hiç algılayamamış olmak gerek herhalde.

4 Nisan 2020 Cumartesi

FARKINDALIK MI DEMİŞTİNİZ?


Yolu kesilen karınca kafilesinin kısa süreli bir şaşkınlığın ardından yeni bir güzergah bulmasına benzedi. Korona günleri kendi rutinini, işleyişini yaratıyor.

İçe çekilmenin sessizliğini seviyorum. Çok elverişli bir arka plan bu. Sadeleşmeyi esinliyor.  Elin ve aklın bir seferde tek bir şeyde olmasını.



Birçok yararının yanı sıra tek şeye odaklanmanın huzur verdiğini böyle bir bağlamda yeniden keşfediyorum.

Bu, dikkat anlamına geliyor ki kazadan beladan kaçınmak gereken bu günlerde en değerli koz.

Kapandığımız ev, verdiği güvende olma hissi ve kendini salma ile en sık kazaya uğradığımız ortamlardan.

Mutfakta, banyoda, merdivenlerde, eşya kaldırıp indirirken, görse Thich Nhat Hanh’ın benimle gurur duyacağı bir oradalık halindeyim. Korkulu bir kendini kasma değil bu. Katıksız bir dikkat hali.

Zihni gevşetmeden derinden dinlendiren bir uyanıklık.

Bir uzantısı, kaynakların ekonomik kullanımı. Su, elektrik (umumu da gözeterek), erzak kadar girdilerin (haberler, oyalanma araçları, üşüşen düşünceler, bin bir rengiyle basan hisler) dizginlenmesiyle kafa ve algılarda da tasarruf. (Kendimi daldan dala atlamaya, dağılmaya bıraktığım aralar var ama oturduğum yerde; bu sırada elimde mesela bıçak yok.)

Olağanüstü zamanlarda zihin zıvanadan çıkmaya hazır. Onun çoğalma eğiliminin panzehriymiş meğer odaklanma. Kulak vermek. Dinlemek. İşitmek. Bedenini, ruhunu, ötekini.

Flüt çalmak nasıl bir ruh haliyle başlarsam başlayayım, hiç şaşmadan bana bunu veriyor. Aynı kıvamı artık havuç soyar, soğan doğrar, temizlik yapar, raflardan bir şeyler indirir, suyu açar kaparken de yakalamak bu inzivanın hoş bir armağanı oluyor.

3 Nisan 2020 Cuma

TAKMAK TAKILMAK


Korona
Kokoş
Koko
Nana
Korko

Ciğerlerimize takılıp kendini bize coğalttırıyormuşun ha, seni küçük edepsiz protein molekülü!



Marifetin hayatlarımıza sekte vurdu, tamam. Can, sağlık, mal, ekonomi bırakmadı.

Ama iş takmak, takılmak olunca elimize su dökemezsin sen (biz onu 20’şer saniyeler boyunca döne döne kendimiz yapıyoruz!).

Seni beyinlerimizin sorun çözümüne hizmet etmeyen nerelerine takıyor, bir mikroskopluk bir teleskopluk ederek etrafında fır dönüyor, en derin korkularımızın içine kendi kendimize sokuyor, bunları hasta öksürüğü şiddetiyle her yanımıza yayıyoruz.

Sen ciğerlerimizi oyadur, beyinlerimizi fikrinle biz hallediyoruz.

*
Sonunda gidip nizami maske aldım. Kendimi, insanları koruyucu, olasılık düşürücü.

Bu işin senlik faslı.

Benlik yanı için de seni kafamda ehlileştiriyor, kılıktan kılığa sokuyorum.

Kah bir çizgi roman figürüsün.

Kah Disney karakteri.

Odadan odaya gidip gelirken basket topu gibi yanımda seni sektiriyorum.

Avuç içime ufaltıp çimen yeşili, yumuşakça bir stres topu ediyorum.

Ayaklarımı uzatmış tv seyrederken şişirip helyum basıyor, ipi bileğimde, psikedelik renkli balon halini tavana salıyorum.

Bir arkadaşımın güzelim şarkısının girişini adına uyarladım, sabah perdeleri açarken onu söylüyorum:
KO-ROO-NAA (do-sol-la)
KO-ROO-NAA (re-sol-la)

Takılacaksak biraz da sen bana uyacaksın, napalım!

Bugün bulutlu, sen de kara gözlüklüsün. Kafandaki karanfillerin sağ tarafı mor, sol tarafı fosfor sarısı.

İnsana çattın yavrum.

Sen istedin.

Takmak öyle olmaz, böyle olur.

1 Nisan 2020 Çarşamba

DİBİNE DÜŞTÜĞÜMÜZ AĞAÇLAR


Annem pırpır yürekliydi. Kuruntulu. Biraz güçlenen bir esintiyi “Eyvah!” veya “Ya.. (üretken hayal gücünün bir anda yarım düzinesini döktüğü olasılıklar) olursa” diye karşılardı.

Kaygısı dırdırcı, gürültülü, gösterişli değildi. İçin için yanardı. İbresi tir tir bir sismograf (kendi yakıştırması) gibiydi daha çok. Karıncanın hep hareket halindeki antenleri.

İyiye, güzele sonuna kadar açık gönlü, arka kapıdan dalıp hayatı her an alt üst edebilecek türlü tehdide de bir o kadar açıktı.

Yaşam güzel bir şeydi, ufacık şeylerle tatlanır, sundukları insanı aşka getirirdi. Ama ne kadar da tehlikeliydi. Saflığı her an bozulabilir, kirlenip kararabilirdi.

Sadece yakınları için değil, herkes için sevinir, herkes için de korkar, endişelenirdi.

Babam korkuya, kaygıya pabuç bırakmazdı. Toprak kökenliydi, bedeni pekti. Ölümle iç içe olunan köy kültüründen geliyordu. Trajedinin hep güldürüye döndüğü bir anlatıdan.

Annemin vesvesesinden (kendisinden de) uzak yaşadı.

Onun toplumsal olarak kaygı duyduğuna bir tek 12 Eylül’de tanık oldum. Cumhuriyet aydınıydı. Kaybedilenler için yazıklanırdı. Ama yaşananlar hiçbir zaman kişisel bir korku konusu olmadı. Toplumsal olaylara bakış açısı geniş ve dışardandı.

Kendisi için kaygılanmadığı gibi başkaları için de endişelenmedi.


İnsan hayatı karşılamayı annesinden öğreniyor, algısını gözden geçirmeyi de babasıyla belki.

Son yıllarını babamla geçirmenin paha biçilmez bir armağanının da bu olduğunu yaşadıkça idrak ediyorum.

Nabzımı anneminki gibi hızlandıran şeyler biraz durup babamı çağırmamla duruluyor. Soluğum ve bakışım genişliyor, ferahlıyor.