21 Kasım 2023 Salı

KULAK AYARI

Fire in the Mind adlı Krishnamurti kitabını okuyorum. Doğu ve Batı’da 70’ler ve daha sonra onunla yaşanmış diyaloglardan derleme.

İnsanlar ne vakit kendi ördükleri anlamlara kapılıp gidecek olsa K. araya girerek “Bir dakika” ya da “Yavaş yavaş ilerleyelim,” “Bağışlayın, ben bunu anlamadım” diyor. Hiçbir şeyi anlaşılacağı varsayımına, diyalogu da sözüm ona ortak, gerçekteyse herkesin kendi telinden çalıp diğerlerine de öyle bakacağı parçalanmış bir zemin olmaya bırakmıyor.

Onun kendinden hiçbir şeyi araya dikmeden soru ya da yorumlara kulak kesildiğini orada olmayan okur bile sayfalarda hissediyor. Katıksız bir kulak olduğunu.

Bu kadarı K. olmayı ister denebilir. Ama hiç değilse zihinsel bir şerh düşemez miyiz:

Sen ağzını daha açarken kapının arkasında bekleyen cevabımı yapıştırmadan önce bir kavrama senin yüklediğin anlamla dinlemeye kulak açmalı; onun benim kafamda yüklenen nitelikler, izlenimler, hisler vs ile kişisel çağrışımlarını askıya almalı.

Geçende Alain de Botton’un Bir duygu eğitimi kitabından söz açacak olduğumda arkadaşlarım “Olmaz öyle şey, duygu eğitilmez!” yollu itirazlarını yapıştırınca meramım kursağımda kaldı.

Tepki öyle güçlü, kendinden emin, yıllardır havalandırılmamış bir Hint mutfağının kokusu kadar baskındı ki daha ağzımı açmadan yorgunluk hissettim. Diyemedim:

Bir dakika, eğitimden SİZ ne anlıyorsunuz? Bir baktınız mı, AdB nasıl yaklaşıyor? Eğitim, kafamızı ona ilişkin dolduran koşullanmalardan başka ne anlam ifade edebilir? Yukarıdan aşağı olmak zorunda mıdır? Eşitler arasında karşılıklı bir akış olarak tasavvur edilebilir mi? Öyle bir eğitim bize neler kazandırır, nelere şifa olabilir?

Ama hayır! Yine saçmalıyorsun, o öyle olmaz, BÖYLE olur yaftası en yapışkanından tutkalıyla ağzıma yapıştırıldı.

Ekledi, bu alayın başı çekeni:

“Yıllar önce uçak yolculuklarında bir iki kitabını okumuştum, neydi hatırlamıyorum, hoşuma gitmemişti!”

E o zaman mesele yok diyorum şimdi, sen kutuna, ben kutumun dışına.

19 Kasım 2023 Pazar

KİNİZME İTİRAZIM

Kinizmin vurucu etkisini insanı (ya da toplumsal hareketleri) iflah olmazlıklarıyla kestirip atmak olarak özetleyebilir miyim? Sirke kadar keskin bir genelleme, indirgeme olarak?

Aroması alaycılık, küçümseme olabildiği kadar ona renk veren umutsuzluk, düş kırıklığı, yılgınlık da olabiliyor. Ortak kalan, kesinliği, keskinliği.

Kinikin burnumuza dayadığı kanıtı olgular. Söyle bana, dediğimin nesi yanlış diye soruyor.

Oysa yanlış, gösterdiğinde değil. Nirengileri, ölçütleri ve bunlarla çizili çerçevesinin iddialılığında.

Şunları şunları ön plana çıkarır, ışığı belirli bir çiğlikle üzerlerine düşürürsen, evet, benim de göreceğim gösterdiğin olur. Renkli çakıllarla yapılmış bir mandalanın tek bir anını öyle bir çerçeveler, aydınlatır, fotoğraflarım ki topyekûn bir felaketin ardından yeryüzünün görüneceği gibi görünür.

Ben bunu genelleme ve indirgemenin bir işi olarak görürken kinikin gerçekliği bu hükmüyle başlayıp bitmiştir. Kapı kapanır, sürgüsü çekilir.

İnançlı bir kinik olamayışımın nedeni düşüncem ve perspektifim kadar hislerime, izlenimlerime de bel bağlayamamak derken Dögen’de tam da bu kuşkumun sezdirdiği şeye rastladım.

*

Dōgen’s Genjōkōan: Three Commentaries kitabından:

 

Okyanusun vasıfları

Genjököan’da Dögen, bir tekneyle okyanusun ortasında olduğumuzda su dairesel görünür diyor. Teknemizde otururken okyanusa ilişkin söylenecek her şeyi bildiğimizi düşünebiliriz. Grimsi mavidir, yuvarlaktır, hepsi bu işte.

Ancak, diyor Dögen, vasıflarıyla okyanus sonsuzdur. Ne daire ne kare -ya da belki ikisi birdendir-, bize sonu gelmez vasıflar sunar. Bizim daire gördüğümüz, karmaşık biçimiyle engin ve derindir. Dipsiz derinliklerindeki dağlar ve vadilerin yanı sıra kimini görmeden hayal bile edemeyeceğimiz sayısız canlı barındırır. Solunacak oksijeni, kara yaratıklarını besleyecek balıkları vardır. Onu ömür boyu incelesek de bilgisinin sonunu getiremeyiz.

Okyanus imgesi dünyamızla ilişkimizin bir mecazı. Sadece gözlerimiz, kulaklarımız ve diğer duyuların yakaladığını algılıyoruz. Ardından bunu fikirlerimizin süzgecinden geçirerek yorumlayıp durumun gerçekliğinin de bu olduğunu düşünüyoruz. Ama her zaman daha fazlası var. Bunu unuttuğumuzda başımız derde giriyor. Bir parça deneyimle karşımızda ne varsa ona ilişkin her şeyi bildiğimizi sanıyoruz. Daire gibi görünse de sayısız özelliği olduğunu unutuyoruz.

Akılda tutmakta yarar var. Bize sunabileceği çok çeşitli niteliği olduğunu çoğunlukla unutup karşımızdaki kişiye ilişkin bilinecek ne varsa bildiğimizi düşünüyoruz. Pazar günü birisi, babasını hayatının kırk yılı boyunca tanımasına rağmen onun hep yeni bir yönünü -hiç bilmediği bir becerisini, bir fikrini- keşfettiğinden söz ediyordu. Tam artık her şeyi bildiğini düşünürken yeni bir şeyle karşılaşıyordu. Aynı şey yalnızca kişiler değil, başka her şey için de geçerli.

Onun için fikirlerimizin gerçek demek olmadığını unutmayalım ve bunlara dört elle asılmayalım. Hep daha fazlası olduğunu bilerek emin olmaktan çok merak duyalım. Hepsini asla bilemeyeceğimizi unutmayıp bilmemekle barışık olalım. Şu önümüzdeki kahve fincanında bile sınırlama olmaksızın uçsuz bucaksızlığı görelim.

18 Kasım 2023 Cumartesi

KAYGI

Alain de Botton’un sözünü ettiğim An Emotional Education kitabından:

Kaygı bir hastalık, zihin zafiyeti ya da her zaman tıbbi bir çözüm aramamızı gerektiren bir hata değildir. Büyük ölçüde, varoluşun hakiki tuhaflığı, dehşeti, belirsizlik ve riskliliğine verilen son derece makul ve duyarlı bir tepkidir.

Dayanağı sağlam dört nedenden ötürü kaygı bizim temel durumumuzdur. Öyledir çünkü son derece kolay incinir fiziksel varlıklar olup tümü de eninde sonunda kendilerine göre bir anda bizi feci bir şekilde yarı yolda bırakmadan önce zamanını kollayan hassas organların karmaşık bir ağıyız. Çünkü elimizde çoğu önemli kararımızı dayandıracağımız yetersiz bir bilgi var. Çünkü sahip olabildiğimizden çok daha fazlasını hayal edebiliyor ve kıskançlık ile huzursuzluğun sürekli olduğu medyatik toplumlarda yaşıyoruz. Çünkü diğerlerinin vahşi hayvanlar tarafından çiğnenip parçalanmasından geride kalan türün büyük kaygı güdücülerinden gelmeyiz. Çünkü bozkırın -banliyönün sükunetine taşıdığımız- dehşetlerini iliklerimizde yaşamaya devam ediyoruz. Çünkü kariyerlerimizin yönü ve finansal varlığımız dizginsiz bir ekonomik aygıtın iş bitirici, rekabetçi, yıkıcı ve rastgele işleyişi tarafından kurgulanmış. Çünkü özgüvenimiz ve rahatlığımız konusunda kontrol edemeyeceğimiz ve ihtiyaçlarıyla umutları hiçbir zaman bizimkilerle sürtüşmesiz bir uyum içinde olmayacak kişilere bel bağlıyoruz.

Büyük romanı Middlemarch’ta, kendinin derinlemesine farkında olan fakat acı verecek kadar kaygı da duyan 19. yüzyıl İngiliz yazarı George Eliot, gerçekten duyarlı, dünyaya açık ve her şeyin sonuçlarını hissediyor olsak olacakları tasavvur eder: “Sıradan insan hayatının tümüne dair keskin bir görüşümüz ve hissimiz olsa bu, otların bitişini ve sincabın kalp atışlarını hissetmek gibi olur, sessizliğin karşı tarafındaki bu uğultu bizi öldürürdü. Görünen o ki aramızda en kıvrak olanlar kalın kafalılıkla bir güzel sarmalanmış halde dolanıyor.”

Eliot’ın satırları bize kaygımızı daha cömertçe yorumlama olanağı sunuyor. Kaygımız, (şu anda) başa çıkamayacağımız kadar güçlü ama bu yüzden yanlış da olmayan bir netlikten doğuyor. Panik duyuyoruz çünkü uygarlığın cilasının ne kadar ince, başkalarının ne kadar esrarengiz, varoluşumuzun ne kadar da olmayacak bir şey, hayatlarımızdaki dönemeçlerin rastlantısal olduğunu, önemli görünen her şeyin er geç yok olacağını, kazaya ne kadar açık olduğumuzu hissediyoruz.

Kaygı basitçe, kendini henüz sanat ya da felsefeye dökememiş, yararlı bir kullanımını bulamadığımız bir içgörüdür.

Bu, vaziyete daha iyi ya da daha kötü yaklaşımlar olmadığı anlamına gelmiyor. Başlı başına en önemli adım, kabul etmek. Her şeyin üzerine bir de kaygı duyduğumuz için kaygılanmamızın hiçbir alemi yok. Yaşadığımız ruh hali, hayatlarımızın ters gittiğinin değil, sadece canlı olduğumuzun bir işareti. Bizi kaygıdan koruyacağını hayal ettiğimiz şeylerin peşinde koşarken de dikkatli olmalıyız. Onlara yönelelim elbette ama bunu sükunet hayallerinden başka nedenlerle ve biraz daha az asılıp biraz daha kuşkucu olarak yapalım. O eve, şu ilişkiye ve yeterli gelire sahip olduğumuzda da kaygı duymaya devam edeceğiz.

Her bakımdan kendimizi yalnızlığın ağırlığından esirgemeliyiz. Tek acı çeken biz değiliz. Herkes kendini bize söyleyebileceğinden daha kaygılı hissediyor. Zengin işadamı ile aşık çift bile acı çekiyor. Kaygının ne kadar da olağan halimiz olduğunu kendimize itiraf etmede topluca sınıfta kaldık.

Olabildiğince, kaygılarımıza gülmeyi öğrenmeliyiz. Kahkaha, şimdiye dek kendi içimizde yaşadığımız ızdırap, bir fıkrada iyi kotarılmış toplumsal bir ifade bulduğunda duyduğumuz rahatlamanın hayat dolu bir dışavurumudur. Acımızı bir başımıza çekmiş olabiliriz ama en azından aynı şekilde kıvranan, kırılmış ve her şeyden çok da kaygılı komşularımıza olabilecek en nazik tavırla “Biliyorum…” dercesine kollarımızı açabiliriz.

Kaygı daha fazla itibarı hak ediyor. Bir yoldan çıkma işareti değil, içgörü şaheseri o: Başıboş, belirsiz bir hayata gizemli katılımımızın meşru bir ifadesi.


17 Kasım 2023 Cuma

İŞ VE İŞÇİ

Takıldığı yerde debelendikçe çukurunu derinleştiren birinin çıkmazına hayret eder, üzülür, tepeden bakar (bundan da kendime pay çıkarır) iken uyandım. Mesele fiziksel olarak mesele olmaktan öyle uzaktı ki çok daha önceden görmeli, sorunun kaynağının her türlü sorunun kaynağında yatan olduğunu anlayabilmeliydim. Ama işte her şeyin bir zamanı var.

Takası denizin ortasında stop etmiş kaptana hadisene! diye sabırsızlanıyorsun. Su çarşaf gibi, gideceğin yer hemen ötede, bir yol versene şuna!

Kan ter içinde, şimdi bir de mahcup, motorun ipine asılıyor. Boğuk bir hırıltı. Hareket yok.

Bak, akşam oluyor. Rüzgar patlayacak, hadi gözünü seveyim, kalırsan donacaksın!

Boğuk bir hırıltı. Hareket yok.

Bir var şuraya, balıkçıda oturur, çilingir soframızı donatırız hem.

Bütün bu didişme sırasında, suyun altında uskura dolanmış kırmızı naylon halat parçası kıs kıs gülerdi herhalde.

Bu kadar göz önünde bir olguya zihnimde çakan bu imgeyle uyandım işte.

Uskuruna dolanmış bir halat yokken her şey kolay sana. O halat oradayken de kimseyi yapamadığıyla ölçme.

Gel, seninle balıkçı barınağına kadar bir yürüyelim desem fırlarsın. Ama topuk dikenin varsa arka odaya bile düşünerek yola çıkarsın.

Ölçü fiziksel, zihinsel, duygusal, ruhsal olarak objektif (yani aslında dışarıdan bakan sana göre) bir yapılabilirlik değil, eyleme olanağı.

İlgi, açıklık, motivasyon ve odaklanmanın kırmızı halatlarla elverişli bir şekilde hizalanabilmesi.

Kuşkun varsa dön, başkalarına işten bile gelmeyen kendi tutukluklarına bak. Gör.

İş yok, işçi var.

16 Kasım 2023 Perşembe

SIKILGANLIK

Alain de Botton, An Emotional Education’dan:

Sıkılganlık yerleşik, neredeyse doğuştan gelen bir hal gibi görünebilse de özünde kendimize ve dünyadaki konumumuza dair biraz temelsiz bir dizi düşüncenin yol açtığı çaresi olan bir durumdur.

Sıkılganlığa kapıldığımız anlar bir farklılık hissinden kaynaklanır. Ürküntümüzü tetikleyenlerin tümü kadın ya da erkek, güneyden ya da kuzeyden, zengin ya da yoksul, hepten kendine güvenli veya tuttuğunu koparan insanlardır. Bizse öyle değiliz -dolayısıyla söyleyebilecek tek bir sözümüz yoktur. Bizi tutup sessizliğimizden çıkarması için her birimizi iki farklı kimlik sahibi olarak düşünebiliriz. Yerel kimliğimiz içine yaşımızı, cinsiyetimizi, ten rengimizi, cinselliğimizi, toplumsal zeminimizi, varlık, kariyer, din ve kişilik tipimizi alır. Ama bunun ötesinde bir de evrensel bir kimliğimiz var; türümüzün bütün diğer üyeleriyle aramızdaki ortak noktalardan oluşuyor. Hepimizin sorunlu aileleri var, hepimiz düş kırıklığına uğramış, aptalca davrandığı olmuş, sevmiş, para konusunda sorunları olan, kaygı duyan insanlarız -ve etimize bir şey batırıldığında hepimizin kanı akmaya başlayacak.

Shakespeare’in Venedik Taciri’de Shylock’un coşkulu ünlü patlamasının son cümleleri evrensel kimliğin ifade bulmuş en güzel kutsanmalarından biridir: “Ben Yahudi’yim. Bir Yahudi’nin elleri, organları, hisleri, sevgileri, tutkuları yok mudur? Bir Hıristiyan ile aynı besinlerle beslenmez, aynı silahlarla yaralanmaz, aynı hastalıklara yakalanmaz, aynı yollardan şifa bulmaz, aynı kış ve yaz ile ısınıp serinlemez mi? Bize iğne batırsanız kanımız akmaz mı? Bizi gıdıklasanız gülmez miyiz? Zehirleseniz ölmez miyiz?”

Bu sadece politik olarak dışlanmış bir azınlık için geçerli değil; pekala sıkılgan için de söylenebilir. İfadesini şiveler, işler, şakalar ve yaşta bulan en ürkütücü yabancılıkta geride kalan ortak bir öz olmalı. O güzel bir kadın iken biz çirkin çocukların ülkesinden gelmiş olabiliriz; o paraya para demeyen başarılı bir insanken biz yoksulların diyarından gelmiş olabiliriz; bize emeklilik görünmüşken onlar yirmilerine yeni basıyordur. Fakat Shylock’u aklımızda bulundurarak farkların ötesine bakmalı ve evrensel bir ortaklıkta ısrarcı olmalıyız.

Shakespeare, çok ünlü bir duyurusuyla hatırlanan Romalı oyun yazarı Terence’i okumuş, özümsemişti: “Homo sum, humani nil a me alienum puto” (Ben insanım, insana dair hiçbir şey yabancım değildir). Sıkılganlık, kişinin geldiği yerin biricikliği üzerinde durmasının en mütevazı, nazik ve talihsiz bir biçimidir.

Sıkılgan kişinin kendinden kuşkusunun özünde kuşku götürmez biçimde sıkıcı olduğu yatar. Oysa hiç kimse gerçekten sıkıcı değildir. Yalnızca daha derinde kim olduğumuzu dile getirmeye cesaret etmediğimiz (ya da bunu nasıl yapacağımızı bilmediğimiz) vakit sıkıcı görülme tehlikemiz olur. Bütün özlemleri, çılgınca arzuları ve umutsuzluğuyla dürüst, yapaylıktan uzak bir şekilde tanık olunan insan hayvanı her zaman ilgi çekicidir. Birini sıkıcı diye bir kenara attığımızda sadece bize kendisi olmanın nasıl bir şey olduğunu söyleme cesareti ya da konsantrasyonunu bulamamış birine işaret ederiz. Açlığını çektiğimiz, gıpta ettiğimiz, pişmanlık duyduğumuz, yasını tuttuğumuz ve düşlediklerimizden bazılarının inceliklerine girdiğimiz her zaman merak uyandırıcı olduğumuz ortaya çıkar. İlginç insan açıkça ve dışsal olarak ilginç şeyler yaşamış, bütün dünyayı görmüş, önemli kişilerle karşılaşmış ya da kritik jeopolitik olaylarda yer almış biri değildir. Kültür, tarih veya bilimin ağır mevzularında yetkinleşmiş biri de değildir. Kendi zihin ve yüreğinin dikkatli, kendinin farkında dinleyicisi ve güvenilir temsilcisi olmuş, bundan ötürü de bize kendisi olmanın dokunaklı yanı, dramı ve ayrıksılığının aslına sadık ifadesini sunan bir kişidir.

İlginç olma yeteneği sadece sıra dışı bir kabiliyete özgü olmadığı gibi böyle bir kabiliyete de dayanmaz. Bütün istediği içtenlik ve odaklanmadır. İlginç dediğimiz insanlar özünde sosyal ilişkilerde hepimizin derinden istediği şeyin farkında olandır: Hayatın başka birinin gözünden nasıl göründüğüne sansürsüz bir bakış ve içimizde bize en şaşırtıcı, tuhaf ve korkutucu gelen hiçbir şeyde yapayalnız olmadığımızın güvencesi.

14 Kasım 2023 Salı

BİR DUYGU EĞİTİMİ

Alain de Botton beni sesiyle kazanmış bir yazar. Sakin, duru, noktaları beklenmedik birleştirmeleriyle yaratıcı, zihin tazeleyici yaklaşımının kendine özgü bir tonu var. Ele aldığı konu ne olursa olsun (seyahat sanatı, bir teselli kaynağı olarak felsefe, statü endişesi, Proust, mimari..), insana hiç düşünmediği bakış açıları getirerek bildiklerini bile tazeleyici bir yol arkadaşı; çok daha okumuş, geniş ufuklu olabilir, sana kendini eşiti gibi hissettiriyor.

The School of Life: An Emotional Education gibi bir başlığı başka bir yazarda merak etmezdim. Ama bakalım de Botton neler bulup çıkarmış, neleri yan yana, karşı karşıya getirip bildik malzemeyle yeni hamurlar karmış diye başladım. Hayal kırıklığına da uğramadım.

Birbirimizle, rollerimiz, işleyişimiz, hayatla ilişkilerimizde nereye bakacağımızdan çok nasıl bakabileceğimizin ilhamını veriyor.

Tabii her şeyden önce, aslında nasıl olduğumuza, kendimizi birer yetişkin sayarken büründüğümüz kostümlerin gerisinde çocukluğun şu ya da bu anına takılı kalışımıza dikkati çekiyor.

Aşamadığımız tüm o biçimlenmeye.

Çocukluğun temeli öylesine kırılgandır ki, diyor, içimizin derinliklerinde karmaşaya kapılmak için başımıza görünür korkunç şeyler gelmiş olmasına gerek yoktur.

“Bunu trajedi sanatından yeterince biliriz. Eski Yunanların trajik hikayelerinde dramı yaratan korkunç hatalar, falsolar değil, ufak tefek, son derece masum yanlışlardır. Görünürde önemsiz başlangıç noktaları feci sonuçlara evrilir. Benzer şekilde duygusal yaşamlarımız da dokusunda trajiktir. Çevremizde herkes elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmış olabilir, yine de olabileceğimizden çok daha azı olmamıza yol açan kimi can alıcı yaraları besleyen yetişkinler olup çıkabiliriz.”

Buradan, yaklaşımında çok yer tutan eğitim kavramına geçiyor. Günümüzdeki, başka türlüsünü tasavvur edemeyeceğimiz kadar alıştığımız tavrından çok uzak bir eğitim düşüncesi bu. Tepeden aşağı değil. Hamurumuzdan ötürü hepimizde ortak olan yara bere, travma ve takıntılarda eşit olduğumuzdan hareket eden bir tür işbirliği. Sandığımız gibi aklı başında olduğu varsayılan, akılcı olması beklenip olmadığı yerde şiddetle kınanan, yargılanan, dışlanan, örselenmişliğiyle çocukluktan çıkamamış ama görünürde yetişkinlerin insanlık durumunda eşitliğinden yola çıkıyor.

Tepkilerimizde bu hamurumuzu gözetme pratiği yaparak eğitime de kendimizden başlayabiliriz.

Ve tıpkı yaşadıklarını yorumlayamayan, isabetsiz, geri tepici biçimlerde tepki gösteren çocuklar karşısında yaptığımız gibi, hakim çekiçlerimizi kürsüye vurmadan önce kendimizinkilerden başlayıp karşımızdakinin tepkilerini tercüme etmeye bakabiliriz. Tepkilerimizi koşullamış (Romantizm başta olmak üzere), beklentilerimize damgasını vurmuş düşünce akımlarının varsayımlarını sorgulayabiliriz. Daha normal bir normal anlayışına doğru gidebiliriz. Gönüllü bir kabul ile, birbirimize ayna tutarak, manipüle etmeyen, kolaylaştırıcı bir karşılıklı eğitimin yolunu açabiliriz.

Sakin, nazik, anlayışlı tonu, böyle bir eğitim kavramını çok arzu edilir bir şey halinde sunuyor. Tabii tam da Alain de Botton’a yaraşır örneklerle:

“17. yüzyılda Felemenkler kasırganın ortasındaki gemi tasvirleriyle bir resim geleneği geliştirdi. Evler ve devlet dairelerine asılan bu tablolar bariz bir biçimde terapötik bir amaca hizmet ediyordu: Varlığı deniz ticaretine son derece bağlı olan bir ülkede yaşayan seyircilerine deniz yolculuğu ve genel olarak hayatta güven duygusu konusunda moral vermek. Ludolf Bakhuysen Şiddetli Fırtınada Savaş Gemileri resmini 1695 civarında yaptı. Sahne had halde kaotik görünüyor: Gemiler nasıl dayanabilmiş? Fakat tam da böyle durumlar için tasarlanmışlar. Gövdeleri, uzun bir geçmişe dayalı tecrübe yardımıyla büyük bir dikkatle kuzey denizlerine direnebilecek şekilde uyarlanmış. Mürettebat gemilerini güvende tutacak manevraların sayısız idmanından geçmiş. Rüzgarın yelken direğini parçalamaması için yelkenleri hızla nasıl indireceklerini biliyorlarmış. Aşağıdaki kargoyu bir sağa, sonra aniden sola geçirmekten, iç bölmelerden su tahliye etmekten anlıyorlarmış. Fırtınanın hummalı, ısrarlı hareketleri karşısında bilimsel bir soğukkanlılık içinde kalabiliyorlarmış. Tablo, on yıllar almış bir planlama ve deneyime bir saygı gösterisi. İnsan geminin yaşlı gemicilerini, dehşet içindeki acemi çaylaklara gülerek daha geçen sene, Jutland açıklarında daha bile büyük bir fırtına olduğunu söyleyişini -ve küpeşteden aşağı kusan delikanlının sırtına babacan bir tavırla vuruşunu- hayal edebiliyor. Bakhuysen, insanlığın görünürde korkunç zorluklar karşısında sergilediği kuvvet ve esneklikle gurur duymamızı istemiş. Tablosu, her birimizin sandığımızdan çok daha iyi bir şekilde baş edebileceğimizin, muazzam bir tehdit olarak görünenin gayet üstesinden gelinebilir olabileceğinin iması. Çocuğu yetiştirenler işte tüm bunları normalde gemiler ve Felemenk resmine değinmeksizin, sadece yola devam etme biçimleriyle öğretir.”



*

Çevirip paylaşmak istediğim iki bölüm daha var. Sıkılganlık ve kaygı üzerine.

13 Kasım 2023 Pazartesi

DUVAR OTURUŞU

Bacaklarını güçlendirmek istiyorsan, dedi arkadaşım, şunu dene. Kalkıp duvara dayandı, bacaklarını omuz genişliğinde açıp sırtının dayalı kaldığı duvarda adım adım yere kaydı. Baldırları yere paralel hale geldiğinde durdu. Dünyanın en rahat (ve olmayan!) sandalyesinde oturur gibiydi böyle. Duvar oturuşunu (wall sit) görmüş oldum.

İzometrik diye adlandırılan, kasları görünürde bir hareket olmaksızın çalıştıran egzersizlerin nasıl bir şey olduğunu da 30 saniyelik ilk duvar oturuşumda bedenimle birlikte anladık.

Yerde bulup parmaklarım arasında hayranlıkla evirip çevirdiğim koca bir gümüş sikke misali parlayan bu yeni keşfi alıp internete daldım. Egzersiz yapmayan vücutlara da uygun muydu? Benim yaşlarımda? Ne sıklık ve süreyle, nasıl yapılmalı? Evet, gayet uygundu (abartmamayı unutmamalı tabii). Esneme hareketleriyle de birleştirip evde yapılır bir pakete dönüştürecek iki de bağlantı işaretledim. Kolları sıvadım.

https://www.youtube.com/watch?v=HHnpgHNkLcE

https://www.youtube.com/watch?v=kfjVFQWWiZw

*

İnternette dolanırken gördüğüm bir blog yazısı (aşırı kilolu ve beden imgesiyle sorunları olan bir kadının notlarıydı) egzersizin yararlarını sayıp döküyor, ardından dikkat edilecek noktaları sıralıyordu. Bunlardan biri, “Kendinize oyalanacak bir şeyler bulun” idi, zira “malumunuz, duvara bakmak feci sıkıcıdır!”

Ah, dedim, hayatın belki de en işitilmeye değer fısıltılarının yükselebildiği bir varlık halinin, modern insanın can sıkıntısı adı verip nasıl kaçacağını bilemediği, büyüdükçe büyüyen bir pakete çevrilmesinin kurbanlarından biri daha.

Nasıl bir şeydir bu can? Neden sıkılır? Neye bağımlı oluverir de yoksun kalacak olduğunda kendini yutucu, boğucu, dipsiz bir sıkıntı içinde bulur?

Can sıkıntısı ruhsal evsizlik gibi bir şey, diye düşündüm. Sıkıyor seni, kaç, uzaklaş canından, kendini hareket, renk, parıltı ile sersemletici bir algı bombardımanın sahte vaatleri içinde bul. Aradığını orada ara ki bulamayasın.

Neyse. Benim için duvar oturuşu böylece duvar seyrine de bir çağrı oldu.

Şükranlarımla.



5 Kasım 2023 Pazar

NYAD

Diana Nyad’ın Küba’dan Florida’ya yüzmesini anlatan film, bana tutku ile saplantı arasındaki ince çizgiyi düşündürdü. Elisabeth Chai Vasarelhy ve Jimmy Chin’in fazlasıyla Hollywood klişesi filmlerinin sunduğu kadarıyla Nyad’ınki ikincisi gibi görünüyor.

30’undaki yüzücünün 110 millik mesafeyi hiç durmadan kulaçlarıyla kat etme düşü, denemesinin başarısızlığıyla rafa kalkar. 60’ına gelen Nyad, sahneyi kendiyle doldurma eğilimiyle çokça yalnız ve amaçsız kalan hayatında birdenbire bu eski düşü raftan indirip ısıtmaya, derken fokurdatmaya koyulur, dört elle sarılır. Tek arkadaşını (almak ile vermenin dengeli değil, iki ayrı parçaya bölündüğü tek yönlü bir arkadaşlıktır bu; biri alır, diğeri verir) antrenörü olmaya ikna eder.

Saplantı ile tutkunun ortak bir özelliği olan hedefe odaklanmanın getirdiği yoğunluk ile bu işte ona gereken insanları cezbeder, inandırır ve ekibini kurar.

Filmin bundan sonrası tek boyutlu, çelişki ve gelgitleri ayıklanmış, bütün derdi en sığ haliyle Amerikan rüyasının temel sloganının içini doldurmak olan bir motivasyon mesajı olarak uzayıp gidiyor. Burada ara başarısızlıklar, tehlikeler temel iddiayı güçlendirmekten başka şeye hizmet etmeyen, bir avazda aşılıveren engelcikler. Sen yeter ki iste, gücün her şeye yeter! Karakterlerin gelişimi (aksi navigatörün heyecan gözyaşları ve suskun eşlik teknesi kaptanının sonunda ağzını açıp aynı renk bir heyecanla “Yaşasın!” diye bağırması ile kalıyor bu da -antrenörü canlandıran Jodie Foster’ın derinleşen bağımdaşlığını saymıyorum) klişeyi doruğa taşıyor. Kahramanımız 30 yıl içinde 5. denemesinde, 64 yaşında muradına eriyor. Key West’te 52 saatlik maratonun ardından perperişan karaya çıktığında ilk sözü:

Düşlerinizden asla, asla vazgeçmeyin.

İyi de dedim, Küba’ya/Küba’dan yüzme düşü onun kendi rüyası bile değilmiş ki. Adının Yunanca su perisi anlamına geldiğini, bunun onun kaderi olduğu fikrini, romantik bir Küba fantezisiyle birlikte küçük kızın iliklerine işleyen babasınınmış. Babası aniden terk edip gittiğinde yerine koyduğu yüzme antrenörü de onun yüzücülüğünü allayıp pullarken diğer öğrencileri gibi Nyad’a da tecavüz ederek travmaya travma katmış.

Erkek-kadın, kimsenin yapamadığını yapıp dünyanın en ölümcül deniz canlılarının cirit attığı suları kafessiz kat etme, bu travmayı geride bırakmanın yegane yolu olarak görünmeye başlamış.

Saplantı ile tutku, hedefe odaklanmanın yoğunluğu dışında birbirlerinden yönelimleriyle ayrılıyor galiba. İlki geçmiş takıntılı, gelecek kaygılı iken ikincisinin yaşam iradesi bu anda; canlı, taze. İyileştirici. Belki hatta özgürleştirici. Saplantı ise insanın kendisini, etrafını ezip geçen, gözleri, kulakları kendinden başka her şeye kapalı bir kör inat değil mi? Travmaya çıkış yolu değil; etkisini geçiştirmeye, bir süreliğine uyuşturmaya dönük.

30 yıl aradan sonra 110 mili 52 saatlik bir yüzmeyle 64 yaşında kat ettim!

Bravo sana! E sonra? Başarı hissi, bastırılmaya çalışanı örtme kabiliyeti geçicidir, başka nasıl olabilir ki? Tanrı uzun ömür versin ama 12 yaşından beri geçtiğini sanırken hep geri gelmiş bu ağır yaraya daha ne kadar merhem olabilir?

*

Aynı konu tek boyutlu bir başarı yüceltmesinin ötesinde nasıl anlatılırdı?

Gölgeye, can sıkıntısına, aksak ritimlere, zaman sarkmalarına yer veren, tutku ya da saplantı, yaşam iradesinin müthiş bir ivme kazanmasının karakterleri eksiltip çoğaltışına da bakan bir gözle?

2 Kasım 2023 Perşembe

ODUN İLE KÜL

Zen ustası Dögen, hayat ve hayatiyet ile ne şekilde ilişkilenebileceğimize odun ile kül mecazıyla işaret etmiş.

Biz normalde külü önceki odun olarak düşünürüz. Odunu ocağa koyar, yakarız. Bizi ısıtırken küle döner. Dögen başka bir yön gösterir. Külün tümüyle kül olduğunu, bu dünyada kendisi olarak zuhur ettiğini söyler. Hem öncesi hem sonrasını barındırsa da geçmişi ve geleceği bu andan ayrıdır. Kendisidir ve kendisi olarak bütündür. Odun ile küle böyle baktığımızda zihnimiz durulur.

Ancak küle -ve hayata- fikir ve kıyaslamalarımızla yaklaşırız. Külü gerçekliğin bu andaki bir ifadesi olarak görmek yerine onun ne olduğu ne olacağını düşünmekle meşgulüzdür. Böyle yaparak hayattan geri dururuz. Bu ana adım atmak ve külü külden ibaret yaşamak -hepsi o- gerçek anlamda yaşamaktır.

Odun yandığında küle döner, doğru. Ancak odun ya da kül ile bu düzlemde karşı karşıya gelmek gerçeğin dışında olmaktır. Gerçek, tam şu anda olandır. Tümüyle gerçeğin içinde olmak odunu tümüyle odun, külü de tümüyle kül olarak almaktır; birbirlerinden bütünüyle ayrı ama aynı zamanda hem geçmişi hem geleceği içerir şekilde. Geçmiş ve gelecek karşımızdaki bu tümden külün parçasıdır ama bu kül tümüyle kendisi ve başka hiçbir şeydir. Olanca canlılığımızla külün deneyimine dalarız.

Dögen, kül yeniden oduna dönmez der, tıpkı bizim de öldükten sonra hayata dönmediğimiz gibi. Gerçek daima tek bir yönde ilerler. Şu anı bir kez geçtikten sonra geri alamayız. Ne kül ne de biz şimdi, şu an olduğumuz gibi bir daha asla olmayacağız. Var olduğumuz yer budur ama çoğu zaman orada yaşamayız. Tam anlamıyla bu ana dalıp pek onu yaşamadan geçmişte ve gelecekte yaşarız. Adımımızı gerçeğe atmak, şu anda sadece bu olmak canlı olmaktır. Kafalarımızın içinde olmaksa hayatı ıskalamak.

Gerçeği böyle karşıladığımızda onu tam olarak değerlendirebilir, onunla içli dışlı olabiliriz. Zor bir durumda olduğumuzda bunun içinde yüzebiliriz. Dışında durup nereden geldiğine, nereye gittiğine bakmak yerine tam anlamıyla içinde yaşarız. Sabırlı olabilir, yol alırken kendimiz ve durumumuzun gelişimini izleriz. Böylece hareketimiz daha son bulmadan ölü gibi yaşamak yerine hayatlarımızı yaşarız.

Şu anda sert bir rüzgar esmekte. Yatıştığında yer sarı kızıl yapraklarla kaplanacak. Gelin, gidip içlerinde yüzelim.

*

Dögen’s Genjökoan: Three Commentaries’den çevirdim